“Kim ki bu güzel dünyadan yakınmayla söz eder sadece. O kör ya da ödlektir ” (Jose Marti)
Benliğin oluşum sürecinde dışsal koşulların yoğun etkisi altında bulunan birey; tercih yapar ve geliştirebilir hale geldiği ölçüde varolan dengeyi lehine bozar. Ancak, kişiliğin oluşum sürecinde gözlenen dışsal olanın, içsel olan üzerindeki etkisi, hiçbir zaman tam olarak kalkmaz.
Dengenin hangi yöne ağır basacağı, kişiliğin nasıl biçimlendiğine bağlıdır.
Tereddütle beraber yaşamaya alışmış insanlar gibi, kendinden emin ve sağlam adımlar atan insanlar da belirli bir arayış içerisinde olurlar. Tercihlerin kalın çizgilerle çekilmiş olması, yaşam içerisine serpiştirilmiş irili ufaklı bilinmezleri yok etmez.
Ayrıca, her tercihin kendine ait özel bilinmezlerini de bunun üzerine eklediğimizde sorulacak sorular gibi, peşine düşülecek cevapların sayısı bir hayli artar.
Yaşam öylesine bir örgüdür ki, bir soruya verilen cevabın kendisi bile yeni soruların sebebi olur. Benlik oluştukça, cevaplanmış sorulara yeni sorular eşlik eder. Çocuklukta bu ilişki, çok daha dağınık ve belirsizdir. Giderek düşünce ile tanışan insan, izlenimlerini bu çerçevede biçimlendirmeye başlar. Bu süreçte insan, kendi içinde bulunanı biçimlendiriyor olsa da; buradaki oluşum dışsal koşulların izini taşır.
BİREY, “KENDİSİ” OLAMADIĞI ÖLÇÜDE “BAŞKASI”DIR
Kişi, kendi benliğinde saklı olanın ayırdına varıp; bunu, düşünce ve inançlarıyla şekillendirmediği sürece “kendisi” değil, bir başkasıdır. İnsanın, dışsal koşulların belirlenimini kırarak “kendisi” olabilmesi bir hayli zordur. Görünür ve görünmez bağlar bir mıknatıs etkisi yaparken, kopuşu da güçleştirir.
Mesele, sadece düşünmekten ibaret değildir; İçsel dünyanın tüm bileşenlerini kapsar; beğeni ölçülerinden heyecana, duygu grafiğinden reflekslere kadar geniş çaplı bir alan söz konusudur. İşte bu alanda ya birileri cirit atacak ya da siz “kendiniz” olacaksınız. Kaldı ki, kişi kendisi olamıyorsa; özeliklerini yansıttığı bir başkasının taklidi veya parçalı hali olacaktır. Düşünün bir kez; kendi düşünce ve inançlarınızla örmediğiniz bir dünyanın ne denli öznesi olabilirsiniz.
Kendisi olan, seçen ve uygulayan insan yerine; bir taslak veya başka bir bütünün tamamlayan parçası olarak varlık gösterirsiniz.
Toplum ilişkileri içerisinde -egemenlerce- herkese bir rol biçilmiştir. Bu kabuğu kıramayanlar, varolan dengenin bir aparatı olarak sistemi güvenceye alırlar. Böyleleri için yaşam sürecinde tek tek olgular bir rahatsızlık sebebi olsa da; harekete geçme ve kaderini değiştirme olasılığı yoktur. Kanıksanan sömürü, boyun eğilen zorbalık, yoksunluğu meşrulaştıran kanaatkârlık insanın benliğinde bir zincir oluşturur. Bunu koparıp atmak ise, ancak ilahi bir kudrete yakışık görülür.
Açlıktan sürünürken dahi kaderini değiştirici adımlardan kaçınan insan tipinin ardında böyle bir gerçeklik yatmaktadır.
Kendi bilinmezlerini, içinde gizil halde olanı bulup çıkarmak; başkasına benzeme kolaylığı yerine, kendisi olmayı -zoru- seçmek; toplumda, değiştirici/dönüştürücü özne olmanın koşuludur. Toplumda bu tür özneler azdır; ancak, bunların etkisi çoktur.
Devrimcilik sürecinde de benzer aşamalar söz konusudur. Kişi, tanıştığı devrimci düşünce ile ya bütünleşerek; duygu -düşünce- inanç ortaklaşması yaşar ve yeni bir kişilik olarak varlık gösterir; ya da bu yenilik , üzerinde bir yama gibi durur ve bir süre sonra kendisini terk eder.
Gerçek bir kişilik sahibi olamayıp, milyonlar arasına karışan bireyler için yaşamsal amaçta da bir yalpalama söz konusu olur. Kendisi dışındaki her şeyin etkisine açık süren bir yaşam, herkes tarafından kullanılmaya açık olur. Bağrında topladığı kültür parçaları bir bütün oluşturmaz; ne kendisi ne de başkası olur. Kendine ait temel değerleri olmayacağı için bir hiçlikortamında yaşar. Benliğini, iç dünyasını düşünceleriyle buluşturamamış, kendine ihanet etmiştir . Kendine ihanet edenin ihanet etmeyeceği hiçbir değer yoktur. Kişilik taşlarının çarpık dizilmesinde sistemin doğrudan rolü vardır. Bilinir ki, tatminsizliğin örsünde dövülmüş bencillikle, birbirinin altındaki sandalyeye saldıran insanlar; başkasını ayakta bırakmanın sonuçlarını değil, oturabilecek olmanın rahatlığını düşünür. Başkasının huzursuzluğu üzerine bina edilmiş bir huzur; huzur değildir. Kapitalizm, insanları bencilliğe yöneltirken, bireyle toplum arasındaki mesafeyi açar ve bireyi, tek başına ulaşılması olanaksız bir değere; özgürlüğe yabancılaştırır.
Çelişkileri aynı potada biriktiren toplum, düğümlerin birbirine dolaştığı tam bir çözümsüzlük halini sergiliyor. Beklentilerin karşılığını bulamadığı, umutların küçüldüğü bir ortamda devrimcilik, tıkanmanın açıldığı bir kanal, karanlığa tutulmuş bir ışık işlevi görüyor. Böyle bir çözüme -devrimcileşmeye yönelme tercihi üzerinde engelleyici veya geciktirici etki yapan faktörler aşılabildiği ölçüde her kuşaktan insanın devrimci saflara katıldığı görülüyor. Bu katılımı, umudu büyütmek üzere, güçlü beklentilerle gerçekleştiren insanlar; sahip oldukları pozitif faktörlere ek olarak düzenin yüklediği negatif özellikleri de taşıyarak gelirler.
Özgürlük kavgasında, galip gelinen kesitlerde veya çeşitli bileşenlerin etkinliklerinde; sonuçları doğrudan görmek, meyveleri anında toplamak -çoğu kez- olanaklı olmaz. Buna rağmen iç bütünlüğün korunabilmesi ve ilerde sonuçlarını toplamak üzere adım atılması; devrimci örgütlülüğün gereklerindendir. Bu, aynı zamanda, örgütün bireye üstünlüğünün örneklerinden biridir.
PRATİK, İNSANIN SAMİMİYETİNİ ÖLÇEN BİR CETVEL GİBİDİR
Örgütsüz yaşam sevgilisiz aşka benzer El, avucunu ağız, dilini silah, namlusunu yitirmiş gibidir Atılan adımlar evsiz kapılar gibi boşluğa açılır
Koşulların oluşturduğu olumsuz mıknatıs karşısında fikri ve iradi bükülmeler yaşamadan, durumunu teorileştirmeden, kendini pragmatizmin yönlendiriciliğine bırakmadan ayakta durup ayakta yürüyebilmek (sürünmemek), devrimci değerleri duruşunun ana ekseni haline getirmekle mümkündür. Bu da devrimci gelenekleri an be an yaşatmayı zorunlu kılıyor. Geleneklerin varlığı, değerlerin tanınmasına ve benimsenmesine yardımcı olur. Ancak, geleneklerin ve değerlerin biliniyor olması, uygulanması için yeterli olmuyor. Devrimci zemine kazanılan kişiler, görünürdeki ölçülere “olur” vermiş oluyor ise de, işin uygulama aşamasında farklı duruş ve niyetlerle karşılaşılabilir.
Marks’ın ” Görüntü ile öz aynı olsaydı, bilime gerek olmazdı ” dediği bilinir. Görüntüde istekli ve niyetli olan kişilerin devrimci zemine kabulü ve fırsat tanınması, yöntem olarak doğru ve gereklidir. İlişkinin sonrasını ise, karşılıklı olarak yaşanacak olanlar tayin eder . Öyle şahsiyetler vardır ki, onun için harcadığınız tüm emekler, altı delik bir kaba su doldurmaya benzer. Su, bu tür kaplarda birikir gibi gözükse de geçicidir ve her seferinde geriye boşaldığı görülür. Bu kişilerdeki öz ile görüntü arasındaki çelişkiyi takip etmek, algıda yanılmanın mı yoksa içselleşmemiş bir kimliğin gerekleri konusunda rol yapmanın mı söz konusu olduğunu tespit etmek, değişimin ne denli olanaklı olduğunu kararlaştırmak kolay değildir ve sonuçta insanlar “oynayarak” da bir süre devrimci olarak görünüp, devrimci yapılar içinde kendilerine yer edinebilirler. Bunun panzehiri, katılaştırılmış kurallar veya hafiye gibi kişilerin takibi değil; devrimci değerlerde ısrar ederek seviyeyi (çıtayı) yüksek tutmaktır. Öyle bir zeminde, tüm seviye düşüklükleri göze çarpacağı ve bir insan sürekli olarak -ve her konuda- oyun oynayamayacağı için, samimiyetsizlikler açığa çıkacaktır.
Örgütsel zemine kazanılan insanların herbiri, içinden geldikleri sistemi şu veya bu biçimde varlıklarında barındırırlar. Bu nedenle, sisteme karşı mücadele ve diğer bir ifadeyle sınıflar mücadelesi, örgüt içinde de devam eder. Zaaflara, eksikliklere, yanlış ve sapmalara karşı ne denli “steril” bir ortam yaratılmış olursa olsun; sınıfsız toplumun gereklerini kendi içlerinde birebir uygulayan bir “komünistler topluluğu” oluşturmak olanaklı değildir. Bu nedenle, devrimci yapıların bir araç olduğu ve amaca yönelik çabaları organize etmek üzere yapılandırdığı unutulmamalıdır. “Sterilizasyon” olanaklı değilse de, değerlerini içselleştirmiş olan ve gereklerini yaşamın her alanında kararlılıkla uygulayan dava insanlarının oluşturduğu “örgüt içi yaşamsal seviye”, seviyenin düşmesi ve değerlerin aşındırılması önünde bir barikat oluşturur.
Kavganın izlediği dalgalı ve karmaşık seyir karşısında bozulan ve bu çetrefil durumun kabahatini örgütsel yapıda bulan kişilerin en büyük eksiği, saygı duyulan ve örnek alınan pratik deneyimlere bile göz atmamış olmaktır. Örneğin, içinde Lenin gibi yol göstericilerin olduğu mücadele kesitlerinde, kavganın daha problemsiz yürüdüğü zannedilir. Bu bir yanılgıdır. Ve problemlerin kaynağını yanlış yerde aramaktır. Örneğin II. Kongrede kamplaşma yaşandığında pek çokları bu durumdan Lenin’i de sorumlu tutmuş; onun öfke ve hırsından söz etmişti. Troçki de Lenin’e tavır koyan, hasım haline gelenlerden biriydi. Lenin’in “Bir Adım İleri İki Adım Geri” adlı broşürde kongreye dair yazdıkları, açıklayıcı olduğu kadar öğretici bir nitelik taşımaktadır.
Aynı zamanda kendilerini sorunların dışında görüp, ideal bir örgütlenmenin kendiliğinden kavgasız-gürültüsüz oluşacağını zannedenlere verilmiş bir yanıttır.
“Bu konuyla ilgili olarak kongrede ‘merkez’ delegelerinden biriyle yaptığım konuşmayı anımsadım ister istemez. Delege, ‘kongremizde hava ne kadar sıkıcı!’ diye yakınmıştı. ‘Bu acımasız mücadele, karşılıklı olarak yapılan bütün bu ajitasyon, bu dostça olmayan ilişkiler!…’ Benim yanıtım ise şöyle oldu: ‘Kongremiz ne kadar mükemmel! Serbest, açık bir mücadele oldu. Görüşler açıklandı, ayrılıklar ortaya çıktı, gruplar biçimlendi. Eller yukarı kalktı. Karar alındı. Bir aşama daha geride kaldı. İlerliyoruz! Bununla övünüyorum. Yaşam budur. Sorun çözüldüğü için değil, insanlar konuşmaktan yoruldukları için biten uzun, sıkıcı, aydın gevezeliğinden çok farklı bir şey bu…’‘Merkez’ci yoldaş yüzüme şaşkın gözlerle bakmış ve omuzlarını silkmişti. Ayrı diller konuşuyorduk.’ ” (Krupskaya, Lenin’den Anılar, s :96)
Ülkemiz
ağzımızdan dökülen sloganlarla bir gelincik tarlası gibi
kızıla kestiğinde yakamozun yalnızca
denizde olduğunu sananları yanıltmakla kalmayacak
bileklerini yüreklerimizden
daha güçlü sananların hezimetine tüm dünyayı tanık edeceğiz
Ve o zaman
sevgilinin gözlerindeki ela merdivene tutunarak
temenni edilen yüksekliğe çıkmak çok daha gerçekçi olacaktır.
Sayı 20 (Şubat – Nisan 2006)