Sosyalizmi neden istiyoruz? Kapitalizme neden karşıyız? Düşman kim?
Düşman bilincinin oluşması kolay mıdır?
Yukarıdaki türden sorular, bilincin hareketin doğru bir seyir izlemesi üzerindeki rolü açısından önemlidir. Düşmanlık olgusunu kavramış, böyle bir bilince ulaşmış bir insanın, düşmanla karşı karşıya geldiğinde yalpalama ve değerlerini eğip-bükme ihtimali yoktur. Bu nedenle en genel anlamıyla devrimciliğin kendisi gibi, sınıf bilinci alma olgusu da hafife alınmamalıdır. Sorunun özüne dair bilinmesi gerekenler eksik bırakıldığında, onun yerini delikanlılık, yiğitlik, ahkam kesme, vb. feodal kültür öğeleri doldurur.
Bizimki gibi ülkelerde devrimci olmanın zaten ölümle de tutsaklıkla da yüzleşmeyi göze almak anlamına geldiği bilinmektedir. Ancak yine de meseleyi ölümle eşitlemek doğru değildir. Bedel ödeme olgusunun kendisi ile buna sebep oluşturan nedenler arasındaki ilişki, bireyle hareket arasındaki ilişki, bireyin hareket, hareketin de birey demek olduğu gerçekliğinin kavranması; bunlar, devrimciliğin ömür boyu, kavganın da gerektiği kadar ve gerektiği şiddette verilmesini sağlar.
Hemen her devrimcinin okuduğu ve bazı hareketlerin de “eğitim kitabı” olarak seçtiği “Moskova Önlerinde” romanının kahramanı Bourdcan, askerlere “Vatan”ın ne olduğunu anlatmaktadır:
“Siperin üstündeki ince otları attığım zaman bu işi senin için yapıyordum. Orada sığınacak ben değildim. İyi temizlenmemiş silahın için seni azarlarsam bil ki bunu senin için yapıyorum. Onunla ben ateş etmeyeceğim. Senden her istenen sana her buyrulan bil ki senin içindir. Şimdi Vatan’ın ne olduğunu anladın mı?(…)
Vatan sensin. Seni öldürmek isteyeni öldür. Kimin için gerekli bu?
Senin için, karın, baban ve çocukların için…“
(Moskova Önlerinde, s:43, Aleksandr Aleksandroviç Bek)
Buradaki, tekilleştirerek somutlama işi, tekil-bütün ilişkisine zarar vermez. Aksine anlaşılırlığı arttırır. Aynı şekilde “örgüt biziz biz örgütüz” soyutlaması veya “devrimi her an, yaşamının her ayrıntısında ve kendin için yapmalısın” ifadesi de söz konusu bütüne zarar vermez. Devrimciler, elbette ki “elle tutulmaz, gözle görülmez” hedefler de koyacaklardır önlerine. Büyük amaçlar, büyüklüğü oranında önemli, zorlu çabalar gerektirir ve uzaktaymış gibi görünürler. Bu uzaklık bazen (kimi kavrayış sorunlarının ve bilinç eksiğinin bulunduğu durumlarda) hedefsizlik veya b edellerin boşuna ödendiği intibaını uyandırır. Bunun aşılması, bilinç seviyesini yukarı çekmek kadar, moral değerlerle pratik olguların buluşturulmasını da gerektirir.
Bir devrimci, sosyalizmi neden istediğini, kapitalizmi neden istemediğini, sınıflar mücadelesinin ne olduğunu, neden gerektiğini çok iyi bilmeli; dostunu da düşmanını da çok iyi tanımalıdır. Bu bilinçteki insanlar, ölümün de yaşamın da anlamını bilir; ölmesi gerektiğinde gözünü kırpmadan adımını atar; ama bunun, karşı tarafa çok ağır bedellere mal olması için de gerekli ustalığı gösterir. Zaten böyle bir ustalık, devrimci yaşamın her anı için bir zorunluluktur.
Devrimciler, ölürken de yaşarken de iz bırakmayı bilmeli, kalitede yoğunlaşmanın ve seçiciliğin devrimcilerin işi olduğunu göstermelidir. Düşmanlarına, anladıkları dilden yanıt verirken, dostlarına yüreğinin en sıcak köşesini ayırmalıdır.
Daha yeni devrimci saflara katılmış ve sempatizan konumunda bulunan özneler, kendi hareketlerinin, dünyayı fethetmek için yeterli olduğunu zannedebilirler; ancak, bir hareketin yön verici iradesinin böyle bir lüksü yoktur/olmamalıdır. Özenle seçilen eleştirilere, ön açıcı önerilere kulak tıkayıp; “Hepiniz aynısınız” anlamına gelecek toptancı yanıtlarla, gerçek dostları ile sahte dostlarını aynı kefeye koymak ve çözüme dair somut önerileri görmezden gelmek, ölüm orucu gibi bir eylemin gerektirdiği olgunluk ve genişliğe uzak bir duruştur. Bu duruşun, sahibine de çok şey kaybettireceği aslında büyük ölçüde ortaya çıkmış olduğu halde, dostlarla mesafe oluşturma tarzındaki ısrarı anlamıyoruz. Ve biz bir önceki sayıda yaptığımız çağrıyı, devrimci sorumluluğumuz gereği tekrar ediyoruz.
“Ölüm orucunda veya bir başka eylemde devrimcilerin üstünlüğü, değerlerine ölümüne bağlılık olduğu kadar, süreci genel ve özel boyutları ile sürekli olarak canlı tutmak, insiyatifi elde bulundurmak ve yaratıcı bir üretkenlikle müdahaleci bir duruşun devamlılığını sağlamaktır. Bu müdahale, sürecin gidişatı üzerinde etkili olan ara kararlar (açıklayıcı mesajlar vermek talepleri ileri veya geri çekmek, birlik çabasını yoğunlaştırmak, vb.) almak biçiminde olabileceği gibi; gerekmesi halinde süreci, niteliği farklı olan bir başka sürece bırakmak biçiminde de olabilir. Örneğin gelinen aşamada tutsakları sakat bırakmaktan veya öldürtmekten rahatsız görünmeyen ve hatta bunu, hem eylemi hem de cezaevlerindeki direnişçi kitleyi tasfiye yönünde geliştiren devletin iradesini/insiyatifini kırmak ve devrimci-demokrat gönüllere derin bir soluk aldırıp, umudu güçlendirici etki yapmak için mevcut gidişata müdahale edilebilir. ” (DEVRİMCİ HAREKET Eylül 2001)
ZORBANIN ANLADIĞI DİL DÜN OLDUĞU GİBİ BUGÜN DE AYNIDIR
Zorbanın şiddeti karşısında sinmek ve herhangi bir tepkinin, zorbayı daha yoğun şiddete yönelteceği düşüncesiyle; karşı durma ve savaşma eğilimi taşıyanları “kışkırtıcı” ilan etmek, onların zorbaya karşı eyleminden rahatsız olmak, sıkça rastlanan bir durumdur Bu, özellikle reformizmin, tasfiyeciliğin, yeni dünya düzeni ürünü uzlaşmacılığın yaygınlaşması ile doğrudan orantılı bir duruştur.
Aslında bizim, çeşitli yer ve zamanlarda, çeşitli biçimlerde konu ettiğimiz bu olgu, yanlış meşruiyet tartışmalarından, sınıf düşmanlığı ve gerekleri konusunun kavranışındaki çarpıklıklara kadar geniş bir yelpazede etkisini gösterir. Daha önce de vurguladığımız gibi; cellat, uysallık karşısında ipi yavaş çekme veya çekmeme eğiliminde olmaz. İşkenceciye, canımızın yandığını, mümkünse darbelerinde daha kontrollü olmasını söyleyemeyiz. Veya halka karşı duruşu, sınıfsal niteliği gereği yoğun ve sürekli şiddeti gerektiren bir iktidarın, kendisine yönelecek devrimci eylemler sebebiyle tahrik olup daha çok zarar vereceğini düşünmek, en azından bu düşünce sebebiyle ona anladığı dilde yanıt vermekten kaçınmak doğru değildir.
Son olarak FHKC’nin lideri Ebu Ali Mustafa, ağustos ayında İsrail tarafından pek çok Filistinli gibi katledilmiş ve bunun üzerine FHKC, İsrail Turizm Bakanı Rehavam Zeev’yi ölümle cezalandırarak yanıt vermişti ve silahlı kanadının adını “Şehit Ebu Ali Mustafa Tugayı” olarak ilan etmişti. Bu eylem sonrasında Filistin yönetimi FHKC’nin silahlı kanadı “Şehit Ebu Ali Mustafa Tugayı”nı yasadışı ilan etti. Filistin Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi adına yayınlanan bildiri, bu yasağın mantığını ele veren bir içerikteydi:
“Şehit Ebu Ali Mustafa adına hareket eden tüm gruplar yasadışı ilan edilmiştir. Bu gruplar, yaptıkları eylemlerle halkımızın çıkarına zarar vermekte ve İsrail’e, halkımıza uyguladığı baskıyı daha da güçlendirme ve mülteci kamplarımıza, köylerimize ve kentlerimize karşı saldırgan planlarını uygulama fırsatı vermektedir .”
Kavgada safını belirlerken ve bunun gereklerini yerine getirirken kararsız ve edilgen kalmanın, doğru yerde durmayan kesimlerin yönlendirmelerine itibar etmenin örnekleri açısından ülkemiz toprakları da zengindir. Bir devrimcinin canının sınıf düşmanlarına çok ağır bedellere mal olması gerektiği, genel kabul gördüğü ve ölümü göze almış bir devrimcinin adeta bir ordu demek olduğu bilindiği halde ve üstelik, halkın gönlünde iyileşmez yara izleri bırakan acıların başka türlü hafifletilme ihtimali yokken; hâlâ falan yöneticinin diyaloğa yanaşmamasından veya ona baş vuran annelere “Hepiniz geberin” demesinden yakınmak; “Devlet Ölümlerden Zevk Alıyor” manşeti atıp, sürecin gidişatının gerektirdiği devrimci müdahaleyi yapmamak; ödenen tüm bedellere ve direngenlikte örnek tutuma rağmen, edilgenliktir.
Sayı 5 (Ocak 2002)