“Kadının erkek egemenliğinden kurtuluş derecesi, özgürlüğün en doğal ölçütüdür”
Marx, Kutsal Aile
Kadınların sınıfsal konumunun nasıl ele alınacağı sorusu, günümüzde yaygınlık kazanan tartışmalardan biridir. Çoğunlukla radikal feminist kuram tarafından benimsenen bu görüşün temeli, kadınlar ve erkekler arasında proleterya ve burjuvazi gibi ezen ezilen ilişkisi olduğuna, bu nedenle iki cinsin iki ayrı sınıfı oluşturduğu tezine dayanır. Bu tezi tamamıyla yanlışlamak mümkün olmamakla beraber kadın ve erkek arasındaki eşitsizliği, mevcut sınıfsal sömürü ilişkilerinden bağımsız olarak ele alıp sadece iki cinse indirgemek tabloya bütünsel bakmayı engellemektedir. Bu yazımızda, kadınların sınıfsal konumları ve devrimci mücadele ile kadın mücadelesinin kesişimine değineceğiz.
Shulamith Firestone gibi feminist kuramcılar, Marx ve Engels’in diyalektik öğretisine önem vermekle birlikte, sınıfsal çözümlemelerini fazla “ekonomi temelli” ve sınırlı bularak cinselliğin denetiminin de bir ölçüt olması gerektiğini savundular.1 Firestone, “cinsel sınıfsal sistem” olarak tanımladığı bu ayrımı, tüm sömürü sistemlerinin çıkış noktası olarak görmüştür.2 Bu bağlamda Engels’in 1884 yılında kaleme aldığı Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı eserinde kullandığı:
“İlk işbölümü erkekler ve kadın arasında, döl verme bakımından yapılan iş bölümüdür … Tarihe kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın karı-koca evliliği içindeki gelişmesiyle ve ilk sınıf baskısı da dişi cinsin erkek tarafından baskı altına alınmasıyla dönemdeştr.”3
ifadeleriyle de benzerlik taşımaktadır. Engels’in sınıflı toplumların kökenini açıklamak için kullandığı bu görüşün feminizmde yeni bir boyut kazanarak maddeci feminizmin dayanağını oluşturduğunu söyleyebiliriz. Baş Düşman adlı makalesinde iki farklı üretim tarzından bahseden Christine Delphy’ye göre bunlardan biri sınai tarzda meta üretimi, diğeri ise aile üretim tarzında meta üretimi yani çocuk bakımı ev içi işler vb.dir. Delphy bu iki üretim tarzının, kapitalist ve “patriyarkal” olmak üzere iki farklı sömürü sistemine yol açmakta olduğunu söyler. Kadınların ezilmesini ev içi emeğin piyasada mübadele değeri taşımamasıyla ilişkilendirerek ele alan Delphy, kadınların kendi üretim araçlarına sahip olmadığını ve yaşam düzeyinin kocasıyla arasındaki kölelik ilişkisine bağlı olduğunu vurgulamaktadır.4 Delphy’nin kapitalizm ve patriyarkayı bu denli birbirinden ayırarak ele alması, ister istemez bu iki sistemin bağımlılık ilişkisinin üzerinden atlamaktadır.
Elbette feminist kuramlar çok çeşitli ve son derece geniş külliyata sahiptir ve sayısız örnek verilebilir. Ancak bizim burada verdiğimiz örnekler fikrin anlaşılması açısından verilen seçilmiş örneklerdir. Günümüzde sol çevrelerde de kabul gören bu fikir; kadınların kendilerine ait üretim araçları olan beden ve cinselliklerinin, erkeklerin denetiminde olması, bu iktidar ilişkisinin de kadın ve erkek arasındaki sınıfsal ayrımın özünü oluşturması şeklinde özetlenebilir.
Kadın mücadelesi ve sınıf mücadelesinin kesişimleri
Önceki yazımızda belirttiğimiz üzere bin yıllardır devam eden ataerkil sömürü ilişkileri, sınıflı toplumlara ait üretim tarzlarına eklemlenerek kadınların karşısına çıkmaktadır. Bu bağlamda feodalizm ve kapitalizm başta olmak üzere sınıfsal eşitsizliğin ve sömürünün hakim olduğu tüm üretim tarzları ataerkildir. Bunun yanında kapitalizmin ataerkiyle eklemlenmesi, ev içi emek gücünün sadece erkeklerin yararına değil, kapitalistlere de artı değer sağlamak için sömürülmesiyle de sonuçlanmıştır.5 Söz konusu ataerki olduğunda sömürünün tekil tekil kadınlara yönelik değil, kadın cinsinin tamamına yönelik olduğunu söyleyebiliriz. Cinsel, fiziksel şiddet, duygusal emek sömürüsü, erkek egemen hegemonya vb. toplumun neredeyse her kesiminden kadınların hayatının bir evresinde karşı karşıya kaldığı ya da kalma tehlikesinde olduğu olgulardır. Bunun yanı sıra cinsiyetçi eril dilin futbol gibi alanlarda meşrulaştırılması, AKP’liler başta olmak üzere pek çok siyasetçinin kadın düşmanı söylemlerinin yaygınlaşması, şiddet faillerinin yargıda kolayca aklanması, şiddet gören kadınların ana akım medya tarafından marjinalleştirilmesi, mağdur suçlayıcı dil kullanılması, ataerkinin kadınların hayatını nasıl kuşatıp sıkıştırdığını göstermektedir.
Ataerki ve kapitalizmin kadınları bir cins olarak sömürmesi, kadın özgürlük mücadelesinin öznesinin de kadınlar olmasını gerektirmektedir. Ancak ataerkinin sınıflı toplum yapısına eklemlenesi, günümüzde de aynı bağımlılık ilişkisini kapitalizmle kurması, kadın mücadelesini sınıf mücadelesinden bağımsız ele almayı imkansız kılmaktadır. Bu bağlamda kadınların ezici çoğunluğu ataerkil ve kapitalist sistemin mağduru olsa da bu sistemden çıkar sağlayan, bekçiliğini yapan kesimlerin varlığını inkar edemeyiz.
Emekçi kadın sadece çalışan kadın mıdır?
Tartışmamıza öncelikle temel ayrım noktamızı oluşturacak “emekçi” kavramı ile başlayalım. “Emekçi kadın” kavramı son yıllarda kadın mücadelesini “böldüğü” gerekçesiyle sıklıkla eleştirilmekte, kadın olmanın kendisinin, emekçi olmayı beraberinde getirdiği savunulmaktadır. Önceki yazımızda da belirtildiği üzere “emekçi kadın” kavramı sadece çalışan kadınlar için değil; emeği, bedeni, cinselliği ataerki tarafından sömürülen ve ataerkil kapitalist sistemden çıkarı olmayan, bilakis bu sistem tarafından ezilen, mağdur edilen ve sistemin doğrudan yanında yer almayan tüm kadınlar için geçerlidir. Ancak tüm kadınları emekçi olarak nitelendirip emekçi kavramını kullanmayı reddetmek, kadın mücadelesinde belirsizliğe sebep olabilir. Öncelikle emekçi kadın kavramı, kadınların emekçi sınıfın erkekleri tarafından ezilmediği, işçi ailelerinin ataerkil kodlardan yoksun olduğu gibi bir yanlış anlaşılmaya mahal vermemelidir. Elbette kadınların karşı karşıya kaldığı ataerkil baskılar kadın olmalarından kaynaklıdır ve faili de erkeklerdir. Ancak burada vurgulanmak istenen, bunun bir sistem sorunu olmasıdır ve ataerkinin sınıf mücadelesini de kadın mücadelesini de bu yolla zedeleme çabasına karşı politik bir duruştur.
Günümüzde burjuva medyasında sıklıkla kadın haklarından bahsedilmekte ancak aynı burjuva medya sıklıkla kadın düşmanı haberler yaparak gerçek yüzünü göstermektedir, yine burjuva kurmaylar sıklıkla kadın mücadelesinin öneminden bahsederken aynı burjuva yargı kadın düşmanı kararlar almaktadır. Emekçi kadın olarak nitelendirdiğimiz herkes mücadelemizin bir parçası olurken birazdan detaylandıracağımız üzere hem bu sistemden çıkar sağlayan, kurmaylık yapan küçük azınlık, hem de sistemin bekçiliğini yapan ajanlar kadın olmanın zorluklarıyla günlük hayatlarında karşılaşsalar bile gerek ataerkil kapitalist sistemden fayda sağlamaları gerek bu sistemin devamlılığı yolunda zor kullandıkları için kadın özgürlük mücadelesinin parçası olamazlar. Emekçi kadın vurgusu, bu önemli ayrımın vurgulanması açısından önemlidir ve Marksist kadın mücadelesi için politik bir tercihtir.
Polis-asker vb. emekçi midir?
Sitemin bekçiliğini yapanlar dendiğinde akla ilk gelen kesim şüphesiz, polis, asker üniversitelerde ÖGB gibi; doğrudan devletin kolluk gücü olarak halkın karşısında konuşlanan kesimlerdir. Öncelikle vurgulamamız gerekir ki bu alanlar sistemin ideolojik çukurunu oluşturuyor olması bakımından son derece erkek egemen hakimiyetin olduğu ve kadınların eşitsiz bir ilişkiyle karşı karşıya kaldığı yerlerdir. Özellikle mesleğe yeni başlayan düşük rütbeli kadınlar bu alanlarda erkek egemen sistemin baskısıyla sık sık karşı karşıya kalmaktadır.
Özgül koşulları değerlendirmediğimizde, bu kesimin düşük rütbelilerine kadın erkek ayırt etmeksizin emekçi demek mümkündür. Çünkü üretim araçlarının mülkiyetine sahip değiller ve yaşamlarını emekleriyle kazanmaktadırlar. Ancak yukarıda da belirttiğimiz üzere burada üzerinde durulması gereken esas konu, bu alanların kurumsal olarak hangi sınıfın temsiliyetini yürüttüğü ve hangi sınıfın çıkarına hizmet ettiğidir. Kapitalist bir devlet egemenliğinde yaşadığımız ve egemenlerin burjuva sınıfı olduğu gerçeği ortadadır. Bu şartlar altında bu devlete hizmet eden ordu, polis vs tüm kolluk güçlerinin egemen ideolojiye ve sınıfa hizmet ettiği, onun devamlılığı için emekçi halk kesimlerinin karşısında yer aldığı unutulmamalıdır. Bu noktada bizleri karşı karşıya getiren, temelde kolluğun hizmet ettiği sınıfsal çıkardır. Kolluk güçlerinin tek tek kendini emekçi görmesi, ya da kadın hakları konusunda duyarlı olması, bu kesimin en tepeden en aşağı, rütbe ve cinsiyet ayırt etmeksizin sistemin bekçiliğini yaptığını ve bu bekçiliği yaparken halka karşı her türlü şiddet mekanizmasını en ağır şekilde kullandığı gerçeğinin üzerini örtmemelidir. Burjuva bir devletin çatısı altında var olan bir kolluk teşkilatı burjuva devletin emekçi halkın taleplerini ve gücünü bastırmak için kullandığı zor aygıtından başka bir şey değildir. Özellikle Türkiye gibi açık faşizmin olduğu ülkelerde ise bu zor aygıtı, kelimenin tam anlamıyla halka karşı terör estirme işlevinde kullanılır.
Kolluk şiddeti, sürekli “vatan, millet, bölücülük” gibi söylemlerle kendisine meşruiyet alanı yaratmaya çalışsa da maaşını alamayan emekçiler patronların villasının önünde eylem yaptığında, patronun talebiyle polisin emekçilere saldırması, mevcut sınıfsal çelişkinin en açık örneklerinden biridir. Tüm bu sebeplerle kolluk güçleri, içinden çıktığı sınıf ya da şahsi fikri ne olursa olsun, burjuvazinin halka karşı şiddet mekanizmasının parçası olmaları sebebiyle emekçilerle aynı safta yer alamazlar devrimci mücadelemizin parçası olamazlar. Tarihte Pol-Der gibi örnekler mevcuttur ancak buradaki ayrım son tahlilde yine burjuva devletin mi yoksa halkın mı yanında yer aldıklarıdır. Söz konusu kadın mücadelesi olduğunda ise kadın cinayetlerine karşı, kadına yönelik şiddete karşı eylem yapan kadınların karşısına şiddet uygulamak ve işkence yapmak üzere yine kadın polislerin konuşlandırılması, kadın mücadelesinin bir sistem sorunu olduğunun ve polis teşkilatının da bu sistemin kurumsal bir parçası olduğunun ispatıdır. Söz konusu ezilenlerle doğrudan karşı karşıya gelen kolluk olduğunda, sistemin bekçiliğini yapan kimse ne devrimci mücadelenin ne de kadın mücadelesinin parçası olamaz. Nitekim içinde bulundukları ideolojik formasyon da sürekli yeniden üretilmekte onları fikren halkın ve kadınların karşısında konumlandırmaktadır.
Burjuva kadınlar mücadelemizin neresindedir?
Kadınların sınıfsal konumu dendiğinde akla gelen bir diğer konu da burjuva kadınlardır. Engels kadın ve erkek ilişkisini açıklarken erkeğin iktisadi üstünlüğünden ve mülkiyete sahip olmasından bahseder. Hatta cinsler arası sömürü ilişkisinin, esas olarak mülkiyetin var olduğu burjuva ailelerde gerçekleştiğini; buna karşılık proleter ailede ise erkeğin de mülkiyetten yoksun olmasının kadın ile arasındaki sömürü ilişkisini kaldırmak için bir ipucu olduğunu söyler.6 Engels’in formülasyonu kadın ve erkek arasındaki sınıfsal ilişkiyi açıklamada başarılı olsa da eşitsizlik ve ataerki proleter ailede de mevcuttur, kadınlar ezilen sınıfın da ezilenidir. Burjuvaziye baktığımızda ise ataerkinin burjuva ailelerde sıyrıldığını söyleyemeyiz hatta ataerki ve kapitalizmin devamlılığından sınıfsal çıkarı olan burjuvazi, bu sistemin ideolojik olarak da devamcısı konumundadır bu nedenle ataerkil kültür altında, ataerkil sömürünün gerçekleşmesi kaçınılmazdır.
Sınıfsal çelişkilerin giderek derinleştiği günümüzde, ataerki ve kapitalizme karşı yürüttüğümüz mücadelede burjuvaziyi yekpare ele almak mücadele hattını doğru kurmak açısından önemlidir. Yukarıda belirttiğimiz üzere, doğrudan burjuvazinin kurmayı olsun olmasın her kadın farklı oranlarda da olsa sadece kadın olmaktan kaynaklı çeşitli sorunlarla karşılaşmaktadır. Ancak burjuvazinin sınıfsal çıkarı, mevcut sistemin devamlılığından sağlanmaktadır. Margaret Thatcher, Tansu Çiller gibi burjuva kadın siyasetçiler, Sabancı, Koç Holding gibi büyük şirketlerin yönetim kurullarındaki kadınlar, ana akım medya tarafından sıklıkla kadın mücadelesi kapsamında servis edilmektedir. Thatcher ve Çiller gibi isimlere baktığımızda -halk düşmanı politikaları bir yana- emek ve sermaye arasındaki çelişki gereği sınıfsal çıkarı her zaman sömürü düzeninden yanadır. Bu nedenle her ne kadar ataerkiden tamamen azade olmasalar da sistemin kurmaylığını yapan ve devamlılığından çıkar sağlayan kadınlar, sınıfsal çıkarları gereği özgürlük mücadelemizin bir parçası olamazlar. Örneğin ABD eski Dışişleri Bakanı ve Başkan Adayı Hilary Clinton, burjuva medyada “kadın hakları savunucusu” olarak nam salmıştır. Ancak Clinton’ın ABD’nin tüm dünyaya terör saçtığı Afganistan ve Irak işgallerinin de savunucusu olduğunu ve bu işgaller sırasında sayısız kadın ve çocuğun katledildiğini, cinsel saldırıya uğradığını, göç yollarında insan kaçakçısı çetelerin eline düştüğünü unutmamak gerekir. Bu sınıfın devamcısı ve savunucusu olduğu ideolojik hat egemenlerin ve buna bağlı olarak ataerkinin çıkarınadır.
Ataerki, cinsiyetçiliği hayatımızın her alanına işlemeye çalışıyor
Ataerki, kadınları bölmeye çalışmakta, kadınların kendi arasındaki sınıfsal çelişkileri lehine çevirmekte ve cinsiyetçilik zehrini hayatımızın her alanına sokmaya çalışmaktadır. Biz devrimciler, içinde bulunduğumuz sistemin kurallarına hizmet eden her türlü davranıştan kaçınmayı devrimciliğin temel taşlarından biri olarak görmeli ve insanlık onurunu zedeleyen her türlü davranış ve fikrin karşısında durmalıyız. Hangi saftan olursa olsun kadınlara yapılacak her türlü cinsiyetçi hakaret ve cinsel şiddetin topyekün kadın mücadelesine zarar verdiğini ve ataerkiyi beslediğini unutmamalıyız. Nasıl işkence, mevcut sistemin ezilenlere karşı kullandığı araçlardan biriyse, cinsiyetçilik de ataerkil sistemin saldırı araçlarından biridir ve uygulanması kadına yönelik şiddetin yeniden üretilmesine sebep olur. Bu bağlamda ne düzenin bekçileri, ne de burjuvazinin ajanları olmak üzere hangi saftan olursa olsun herhangi bir kadına karşı yapılan her türlü cinsel saldırı ve cinsiyetçi söylemin karşısında durmamız gerekir. Bu tarz saldırıları öznel olarak ele alıp desteklemek, hem devrimci değerlerle bağdaşmamakta hem de günün sonunda ataerkiyi güçlendirmekte, dolaylı olarak şiddet faillerine cesaret vermektedir. Daha somut konuşmak gerekirse bir polise ya da egemen sınıfın kurmayına karşı uygulanan cinsel saldırıyı desteklemek, ya da buna sessiz kalmak o kişinin sınıfsal kimliğine yönelik saldırıdan ziyade hem insanlık onuruna saldırmak hem de ataerkil sistemi beslemektir.
Kadın mücadelesinin öznesi kimdir?
Kadın mücadelesini sınıf mücadelesinden bağımsız ele almak, hem ataerki ve kapitalizmin işbirliğini görmezden gelmeye hem de mücadele hattını belirsiz kurmaya neden olmaktadır. Defalarca belirttiğimiz gibi kadın olmanın kendisi bir ikincileştirilme sebebidir ancak burada önemli olan bizleri ikincilleştiren bu sistemin devamlılığından çıkarımızın olup olmadığı ve mevcut sistemin dezavantajını sınıfsal konumumuz gereği avantaja çevirip çevirmediğimizdir. Bu noktada kadınların kurtuluşu nasıl gerçekleşecek sorusuna cevap aramaya başlayabiliriz.
Öncelikle kadın mücadelesinin öznesi kadınlardır. Bunun sebebi de sorunun muhatabının doğrudan kadınlar olmasıdır. Ataerki sadece kadınları değil erkekleri de belli kalıplara sıkıştırmakta ancak fiiliyatta, kurulan iktidar ilişkisinin ezen tarafı erkek, ezilen tarafı kadın olmaktadır. İçinde yetiştiğimiz sistem kadınları da erkekleri de belli toplumsal cinsiyet normlarıyla yetiştirir ve bu normlar erkeklerin kadınlardan üstün olarak kabul edilmesini de beraberinde getirir. Ataerkil iktidar ilişkileri sadece şiddet ya da bedensel denetimle sınırlı değil, hayatın her alanında kadınların erkekler tarafından domine edilmesidir. Bu çoğu zaman iki taraf için de bilinçli olmadan gerçekleşir. Kültürel kodlar gereği kadınlar üzerinde iktidar kurmayı öğrenen erkekler ve erkek iktidarına boyun eğmeyi öğrenen kadınların bu kodlardan bir anda sıyrılması pek gerçekçi değildir. Bu bağlamda kadınların, kendi özgürlük mücadelelerinde kendi kararlarını kendileri almaları, erkek egemen tahakkümden sıyrılmaları noktasında önemli bir adımdır. Elbette toplumsal cinsiyet normlarının yıkılması süreci erkekleri tamamen dışlayarak işlememeli ancak kadın özgürlük mücadelesi, kadınların öncülüğünde, devrimci mücadele ile iç içe bir hat olarak yürütülmeli, karar mekanizmalarını kadınlar oluşturmalı ve denetlemelidir.
Sonuç: Kadın mücadelesi neden devrimcidir?
İçinde yaşadığımız ataerkil kapitalist sistem sömürü ve eşitsizlik üzerine kuruludur. Kadınların, LGBTİ+’ların, insanların, çocukların, hayvanların ve doğanın sömürüldüğü bu düzende sömürü biçimleri birbirinden ayrı ve bağımsız düşünülemez. Önceki yazımızda ataerki ve kapitalizmin birbirine nasıl eklemlendiğini ve bugün kapitalizmin kadınların ev içi emeğinin sömürülmesinden nasıl çıkar sağladığını anlatmıştık. Ataerkinin yok edilmesi ve kadın ile erkek arasında mutlak eşitliğin sağlanması, mevcut kapitalist sistem devam ettikçe mümkün değildir. Bu nedenle kadın mücadelesini devrimci mücadeleden sıyırarak ele almak, onu uzun vadede liberalleştirecek ve sistemin istediği kalıplara sıkıştıracaktır. Türkiye’de kadın mücadelesi ve devrimci mücadelenin iç içe geçmesi feminist çevreler tarafından kadınların ikincilleştirilmesi, kadın hareketinin parti içinde sindirilmesi olarak anlaşılmaktadır. Geçmişte yaşanan deneyimler devrimcilere karşı bir önyargı oluşmasına sebep olmakta ancak günümüzde ifrada vararak devrimci düşmanlığı haline gelmektedir. Kadın eylemlerinde “sosyalizm” kelimesinin dahi rahatsızlık veriyor olması bunun yakıcıı örneklerinden biridir. Unutulmamalı ki devrimcilik sisteme karşı mücadele ederken sistemin bizlere dayattığı kültüre yani kendimize karşı da mücadele etmektir. Eksiklerin yıllar içinde giderilmesi, değişmeyen tek şeyin değişim olması, diyalektiğin kaçınılmaz koşullarından biridir.
Kadın mücadelesi ve devrimci mücadeleye dönersek, bu iki mücadele alanının iç içe olması, kadınların ikincilleştirilmesine zemin sağlamamalıdır. Kadınların kurtuluşunu devrimden sonraya öteleyerek kadın hareketini ikincilleştirmek ancak kapitalist ve ataerkil sistemin güçlenmesine ve yıkılmasının daha da zorlaşmasına yarar. Nasıl kapitalizmin kültürel kodlarıyla savaşmaya bugünden başlamak devrimci kişiliğin olmazsa olmazlarından biriyse, ataerkil kültürle savaşmak, cinsiyetçiliği hayatımızın her alanından çıkarmak da hem kadın mücadelesinin hem de devrimciliğin olmazsa olmazlarındandır. Ataerkinin tarih boyu mevcut üretim tarzına eklemlenmesi, günümüzde kadınların hem ataerki hem de kapitalizm tarafından sömürülmesiyle sonuçlanmıştır. Sınıflı toplum yapısını ortadan kaldırmadan ataerkiyi tamamen yok etmek mümkün değildir. Bu nedenle kadın mücadelesinin devrimci mücadeleden sıyrılması hem kadın mücadelesini bölmek hem de düzenin istediği hizaya getirmektir. İki hattın da doğru bir zeminde ilerlemesi ancak birbirleriyle iç içe olmaları sayesinde gerçekleşir.
Bu yazı Emperyalizme ve Oligarşiye Karşı Devrimci Hareket Dergisi’nin (Bahar 2022) 57. sayısında yer almaktadır.
1 a.g.e., s. 49.
2 Sulamith Firestone, Cinselliğin Diyalektiği, çev. Yurdanur Salman, Panel Yayınları, 2.bs.,Mart 1993, s. 11.
3 Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, çev.: Kenan Somer, Sol Yayınları, 9. bs., y.y., t.y.
4 bkz. “Ataerki ve kapitalizmin işbirliği: Ev içi emek sömürüsü kıskacında kadınlar”, Devrimci Hareket Dergisi
Çevrimiçi: https://www.devrimcihareket.org/ataerki-ve-kapitalizmin-isbirligi-ev-ici-emek-somurusu-kiskacinda-kadinlar/
5 Engels, a.g.e., s. 76-86.
6 Christine Delphy, “Baş Düşman,” Kadının Görünmeyen Emeği, Der.: Gülnur Acar-Savran, Nesrin Tuna Demiryontan, 3. Bsm., Y.y., 2016, s. 105-107.