Kızıldere’nin 50. yılında yapılan değerlendirmeler ve bu değerlendirmelerin (eksiği, yanlışı veya doğrusuyla) güne izdüşümü, bugünün sınıflar mücadelesi okumasında da atılması düşünülen pratik adımlarda da gözleniyor.
Bugün geldiğimiz aşamada, çeşitli vesilelerle yapılan geçmiş (68 veya 78) tartışmalarında dönemin ekonomik-sosyal-siyasal fotoğrafını, emperyalizmle kurulan ilişkinin boyutunu değerlendirmekten çok kişisel pencereden yapılan duygusal ve psikolojik kesitler sunmanın ağır bastığını söylemek mümkün. Bu bazen, sahiplenildiği iddia edilen değerlerle arada oluşmuş olan açının üzerini örtmeyi de amaçlayabiliyor. Ama toplam tabloda THKP-C’nin varlık gösterdiği süreçteki gerek pratik gerekse ideolojik politik duruşun pek de anlaşılamadığını, vaktinde şu veya bu oranda anlaşılmış olsa dahi on yıllara yayılan ve adım adım derinleşen yabancılaşma ile beraber bugüne taşıyarak yeniden üretme etkinliğinin gerçekleştirilemediğini görüyoruz.
Yabancılaşma, aynı zamanda uzaklaşma, anlam ve değer yitmidir; tarihsel devamlılığın kopmasını, biçimsel ve günü kurtaran sembolik görüntülerle, kişisel deneyim aktarımı ve anlatımlarla yetinmeyi beraberinde getirir.
Anmak mı yaşatmak mı; yılda bir gün mü her gün mü?
Anmalar, sembollere yer verse de sembolik kalmamalı, anımsamakla değil yaşatmakla ilgili olmalıdır. Bilinir ki sınıflar mücadelesi binlerce yıllık birikimdir. Burada bağlamlar, biçimsel olarak değil işlevsel anlamlar ve tarihsel yorumlar üzerinden kurulur; şeklî benzerliklerin kurulması ve yasak savma değil, temel önemdeki stratejik ufkun güne taşınması amaçlanır.
Kızıldere, bugün yaşanan dağılma, çözülme ve değer yitimine bağlı olarak pişmanlıkların da komplo teorilerinin de konusu olurken, gerçekte değerinden hiçbir şey yitirmemekte, Küba’nın Kızıldere’si “Moncada Kışlası baskını” gibi stratejik ufkun ve devrimci rotanın referansı olmayı sürdürmektedir. Bu bağlam içinde, sürecin ekonomi politiği anlaşılmadan THKP-C, THKP-C anlaşılmadan Kızıldere anlaşılamaz.
Son 50 yıl aynı zamanda kapitalizmin yaygınlaştığı, kıtaların derinliğine sömürüsünün (sürekli ve yeniden sömürgeleştirmenin) büyük oranda tamamlandığı ve daha da önemlisi, sosyalist deneyimler olarak görülebilecek yapıların çözülerek sisteme katılmasının sağlandığı bozucu, dağıtıcı bir süreç oldu. Yukarıdan aşağıya küresel boyutta gerçekleştirilen bu operasyonun sonuçlarını ayrıntılarıyla görebilmek, panzehir üretmek ve günü okuyarak yarını karşılamak açısından, konumuz bağlamında 12 Mart’ı önceleyen sürecin niteliklerinin anımsaması bir gerekliliktir.
Öncesi ve sonrası ile 12 Mart
Eğer tarihi kitleler yapıyorsa ve tarihin motoru sınıflar mücadelesi ise, geçmişe dönük bir olguyu içinde yaşandığı tarihsel kesitten kopararak yani sınıf ilişki ve çelişmeleri ile ilişkilendirmeden ele alamayız. Bu bağlamda emperyalist tekellerle ilişkiler içerisinde güçlenen tekelci burjuvazinin ekonomik ve siyasal gücünü artırmaya başlaması açısından 1965, önemli bir tarihtir. 1965’in bir özelliği de bir Amerikan şirketinin başındaki Demirel’in (Morrison Süleyman) Amerika’nın Johnson mektubu vb. hamleler eşliğinde İnönü’ye karşı tavrı sonrasında iktidara taşınmasıdır. Demirel hükümetleri dönemi 12 Mart’a kadar sürer. Tarımda makineleşme, işgücü fazlası, kırdan kente göç, şehirlerde işsizliğin artması ve gecekondulaşma bu sürecin niteliklerindendir. Nitekim buna bağlı olarak toplumsal muhalefet dinamikleri büyümüş ve 12 Mart döneminin Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç, bu durumu “Sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi aştı” biçiminde ifade etmiştir.
12 Mart, tekelci sermayenin hakimiyetini artırma, hatta tescil etme yönünde önemli bir adımdır. Aynı zamanda emperyalizmle bağın giderek güçlendiği bir süreçtir. ABD’ye bağımlılık artırılırken, diğer taraftan gelişen antiemperyalist sol eğilimleri de bastırmak için Komünizmle Mücadele Dernekleri, komando kampları vb. kurulmuş ve hak arayan köylülerin de antiemperyalist gösteri yapan gençlerin de üzerine saldırttırılmıştır.
12 Mart’ı önceleyen yıllarda 1969’da tekel dışı kesimler ile tekeller arası çelişmeler keskinleşir. Bu kesimlerin temsilcileri AP’den ayrılır MNP ve DP’ye geçer. Bu ittifakın bozulması tekellerin müdahale eğilimini koşullamış, bu eğilim emperyalizmin eğilimi ile bütünleşmiştir. Bu süreçte ABD’nin kimi talepleri “haşhaş ekiminin yasaklanması” gibi beklentileri direnç nedeniyle karşılanmaz. İşte 12 Mart bu adımların atıldığı, tekellerin önündeki engellerin kaldırıldığı ve gerekli yasal düzenlemelerin yapıldığı bir süreçtir. Nitekim Nihat Erim hükümetinin ilk icraatlarından biri haşhaş ekimini yasaklamak olur.
12 Mart’ın ekonomi politiği
12 Mart darbesi, büyük oranda sol içindeki devrimci çizginin tasfiyesine yöneldi. Diğer “sol” kesimler, 12 Mart sürecinden önemli yaralar almadan çıkarken; devrimci gruplar, çok büyük kayıplar verdi. Denizler sehpada, Mahirler Kızıldere’de, İbrahim işkencede katledildi. Bu, bilinçli bir fiziki tasfiyedir. Ancak 12 Mart’ı salt devrimcilere yönelik bir operasyondan ibaret görmek işin ekonomi politiğini ıskalamak anlamına gelir ki bu da 12 Mart’la ülke somutunda yaşanan önemli değişikliklerin üzerinden atlamak demektir. Gerçekte ise toplumsal yaşamı derinden etkileyen bu değişimlerin solun ideolojik politik biçimlenişine yansımaması, onu etkilememesi, o süreçteki sol içi tartışmalara konu olmaması düşünülemezdi.
Özetle 12 Mart’la:
1-Ülkenin emperyalist kapitalist sisteme bağımlılığı artmış, toplumsal yaşamın şekillenmesinde emperyalist denetim daha belirgin hale gelmiştir.
2-Oligarşi içinde tekelci burjuvazinin etkinliği artmış, tekel dışı burjuva katmanların gücü azalırken, prekapitalist unsurlar önemli oranda oligarşik ittifakın dışına itilerek tasfiyesi hedeflenmiştir.
3-Devlet, emperyalizm ve tekelci burjuvazinin talepleri doğrultusunda yeniden örgütlenmiş, demokratik hak ve özgürlükler büyük oranda budanmıştır. Emekçi kesimlerin kendilerini ideolojik ve politik olarak ifade edebilmeleri engellenmiştir.
4-12 Mart öncesinde bir eğilim olarak ortaya çıkan “toplumsal muhalefetin gelişimini sivil faşist hareket ile engelleme ve kontrol altına alma” isteği, 12 Mart sonrasında egemen sınıflar tarafından bir tercih olarak topluma dayatılmıştır.
Kontrgerilla faaliyetleri ile bütünlük içinde geliştirilen sivil faşist örgütlenmeler ülke çapında yaygınlaşırken; devrimci-demokrat-yurtsever tüm kişi, kurum ve yapılara karşı faşist saldırılar hemen her tarafta sistemli bir şekilde tırmandırılmıştır.
5-Faşist saldırılar karşısında halk saflarında -12 Mart sürecinde sürdürülen militan devrimci mücadelenin yarattığı sempatinin de etkisiyle- direnme eğilimleri yaygınlık kazanmış; soldaki tüm dağınıklığa ve örgütsüzlüğe rağmen direniş zemininin çapı ve derinliği büyümüştür.
THKP-C’nin Marksist mirası ve sonrası
1970’lere gelindiğinde, Marksizmin ülke somutuna ilişkin özgün bir yorumu olan, bu nedenle de Türkiye’nin Marksizmi olarak değerlendirilebilecek THKP/C’nin ideolojik-politik biçimlenişi tamamlandı.
Dikkatle okunduğunda görülecektir ki Mahir’de evrensel olanla özgün olanı sentezleme çabası vardır. Türkiye’nin Marksizmi bu çabanın ve yöntemsel tutarlılığın sonucunda ortaya çıkar.
Mahir, ASD’ye Açık Mektup’ta devrim anlayışı ve çalışma tarzındaki yanlışlığın örgütlenme tarzına nasıl yansıdığını anlatır ve “Rotası yanlış olan bir ordunun, rotayı çizen genel kurmayının tutarlı olmasına imkan var mı?” diye sorar.
Bizler bugün tartışırken, 68’in ve ’74 sonrası sürecin nitelikleri ile içinden geçmekte olduğumuz sürecin benzerliklerini de farklarını da dikkate almak durumundayız.
Anımsanacak olursa ’74 sonrasındaki süreçte yeni söylenen her şey ve atılan hemen her adım “THKP-C ile çelişme” baskılanmasına/yakıştırmasına tabi tutuldu. Devrimci Yol’un Direniş Komiteleri önermesi, iç savaş tespiti vb… Kısacası, THKP-C, bir tartışmanın sonunda ideolojik netlik olarak ortaya çıktı ama bu konudaki tartışmalar ilerde yeniden nüksetti. Yeni koşullara taşınamadığı oranda tartışmalar boyutlandı.
Bilinir ki yenilgi veya sarsılma dönemlerinde teorik netlik yerini teorik karmaşaya bırakır, öznellik ölçeksizliği büyütür. O gün de tam bir teorik keşmekeş söz konusuydu. Reddiye ile şablonculuk bir arada yürüyordu. Bugün reddiye kısmı fazlasıyla var, hafızasızlık da var; bunun yanında şablonculuktan çok kendini tekrar, dünü aşamama var.
Bugün özellikle alternatife yoğunlaşmak, yabancılaşmanın izlerinin ne denli derin olduğundan hareketle, alternatifin önemine vurgu yapmak gerekiyor. 1965-70 süreci de 1975-80 süreci de bu açıdan, yöntemsel öğreticilik bağlamında değerlendirilmelidir. Bu yapılmadan ne ’71 devrimciliği ne de ’78 devrimciliği anlaşılabilir.
Konumuz bağlamında anımsayacak olursak; genel kabul gören bir tanımla bizler, en nitelikli tartışmalar sonrasında yaşanan ayrışmalara kopuş diyoruz. İşte THKP/C bütünselliğine sıçramanın en önemli aşamalarından biri olan ASD’ye Açık Mektup böyle bir süreçtir. Mahir bunu RSDİP içinde Bolşevik-Menşevik ayrışmasına benzetir; Akselrod ve Martov anımsatması yapar. Konular da benzerdir. Demokratizm ve parti üyeliğinde sınıfsal nitelik meselesi…
Süreçte anımsanması gereken nitelik sıçratıcı önemli aşamalardan biri de Devrimci Gençlik dergisinin 1975’te “Yaşasın gençliğin devrimci eyleminin birliği” başlığıyla çıkmasıdır. Devrimci Gençlik, ne geçmişe ne geleceğe dair soyut tartışmalara girdi. Reddiyeden de şablonculuktan da uzak durdu. Çin-Sovyet kutuplaşmasının biçimlendirici etkisinde kalanların tersine, ülke topraklarına bastı, günü okudu; o günün ihtiyaçları bağlamında tartıştı, üretti ve uyguladı. Somuttan soyuta, soyuttan tekrar somuta gitti.
Tam da bu bağlamda, Devrimci Gençlik-Devrimci Yol düşüncesinin çok geniş kesimlerden kabul ve destek görmesinin en büyük nedeni, içinde yaşanılan döneme uygun somut politikalar üretebilmesi ve bunları hayata geçirmedeki kararlılığı olmuştur. Diğer bir ifadeyle hareket, somut durumun somut tahlilini yapmış ve sınıflar mücadelesinin dönemsel sorularına yanıt olmuştur.
Kısaca anımsamaya çalışalım; somut durumun somut tahlilini yapmış ve sınıflar mücadelesinin dönemsel sorularına yanıt olabilmiş yani içinde yaşanılan döneme uygun somut politikalar üretebilmiş ve bunları hayata geçirme kararlılığı göstermiş olan yapılar hızla halkın gönlüne yerleşmiş, halkın desteğini almış ve gündemin peşinden sürüklenir konumdan gündemi belirleyen konuma geçmiştir.
Günümüzde Kızıldere
12 Mart’a 12 Eylül’ü ve devamındaki kırk küsür yılı eklediğimizde, ülke fotoğrafının önemli oranda değiştiğini görürüz. Bilinir ki darbeler, sermayenin ihtiyaçları bağlamında gelişirken, tekeller ve emperyalizm lehine ilişkileri yeniden düzenler; her darbenin bir ekonomik programı vardır.
Bugün özellikle AKP ile beraber gelinen aşamada artık bir darbeye ihtiyaç bırakmayacak denli siyasete doğrudan dokunan bir işlerlik oturtulmuştur.
Bu süreç, 12 Mart öncesine de sonrasına da benzemiyor. Elbette tekeller doyumsuzdur ve çıkarlarına bağlı olarak sık sık yeni yasalara düzenlemelere ihtiyaç duyar; bugün artık yeni sömürgecilikte bir sürecin yeterince tahkim edildiği bir aşamadayız. Kapitalizmin ulaşmadığı bir kör nokta kalmamıştır. Sömürgeciliğin ekonomisi de kültürü de kılcallara dek taşınmıştır. Açık faşizm artık sermaye için arada bir değil sürekli olarak bir ihtiyaçtır.
Bu koşullarda düzen muhalefeti, kelimenin gerçek anlamıyla, oluşturduğu sınıfsal ittifak ve programatik duruşuyla bir “stepne” rolüne hazırlanıyor. Alternatif sol/devrimci yapılara gelince büyük oranda seçim ufkunu aşmayan, dışına çıkmayan bir alanda ve bir toplam oluşturmayan biçimde konum almaya çalışıyor.
Muhtemel bir seçime, ülkenin geleceğinin tayin edilmesi gibi nitelik belirleyici anlamlar yüklenmesi ve buna bağlı olarak tüm yumurtaların seçim sepetine doldurulması, beraberinde Millet İttifakı’na da büyük anlamlar yüklemeyi getiriyor. Estirilen bu sanal rüzgara bağlı olarak popülist/ pragmatist çalışmalardan, gerçeklikten kopmaya ve sınıfsal akla sığmayacak beklentiler içine girmeye kadar yaratılan toplam fotoğraf, küresel boyutta olup biteni anlamayı da ülkeye izdüşümünü görebilmeyi de güçleştiriyor.
Bu koşullarda Kızıldere, yalnızca “Denizler”le dayanışma, yalnızca çatışma, kararlılık vb. değildir. Kızıldere, sınıfsal bir kavrayış ve bakış açısıdır; farklı bir devrim anlayışı, örgüt anlayışı ve çalışma tarzıdır. Anmak da yaşatmak da bu içerikte bir devamlılık gerektirir…