1980’li yıllardan beri sıkışan sermaye, kendine yeni alanlar açarak ilerliyor. Özellikle reel sosyalizmin çözülüşüyle birlikte sermayenin, imkanları küresel boyutta kullanma süreci başladı. Uluslararası tekellerin önündeki gümrük duvarları kaldırılarak sermayenin serbest dolaşımı sağlandı. Bununla birlikte bir dönem sosyalizm tehdidi karşısında dalgakıran olarak geliştirilmiş olan “sosyal devlet” hızla tasfiye edildi. Eğitim sağlık gibi hizmetler metalaştırılarak sömürü çarkının için alındı; yaygınlaşan özelleştirmelere, esnek ve güvencesiz çalışma düzeni eşlik etti. Emek sürecinin parçalanması, sendikaların güç kaybına hatta mevzi kayıplarına yol açtı.
Ülkemizde 12 Eylül süreciyle başlayan ve günümüzde de AKP eliyle sürdürülen programın özeti; özelleştirme, güvencesizleştirme, emeğin parçalanması ve nihayet direnme zeminlerinin yok edilmesiyle sendikasızlaştırma biçiminde gerçekleşti. Emek güçlerinin büyük bölümü sigortasız, sendikasız ve güvencesiz bir girdabın içine itildi. Hak arama zeminlerinin bu denli zayıfladığı koşullara, bu yetmezmiş gibi devlet güdümlü sendikaların etkisinin de eklendiği görüldü. Toplu sözleşme süreçlerinde patronlar lehine tutum alan sendikalar yanında kimlik siyasetinin emeğin gücünü parçalayan ve ortak hareket imkanını zayıf düşüren etkisini de gözlendi.
AKP, emek güçlerini dinsel kimlikler üzerinden ayrıştırarak ortak sınıfsal çıkarlarda birleşmesi gereken işçileri bölme/ayrıştırma konusunda başarılı oldu. Tarikatların kitleselliği de sınıf karakterli direnişleri boşa düşüren bir başka önemli etkendir. Gündüz emeği sömürülen işçi, akşam tarikat toplantılarında patronla yan yana gelerek itiraz yeteneğini kaybedip itaate sürüklendi. Bu alanda, okul öncesi eğitimden yaşamın kılcallarına dek uzanan örgütlenmelere kadar geliştirilen kurumsallaşma ve yönlendirme, beklentilerin öte dünyaya ertlendiği, biat ve itaatin öne çıktığı bir çeşit toplumsal zehirlenmeyi yaygın hale getirdi. İşte bu nedenle bugün laiklik, sınıfsal karakterli bir mücadele başlığı olarak değerlendirilmelidir.
Sözünü ettiğimiz geriye düşürücü bu toplumsal tablonun bir tepkiyi açığa çıkarması da kaçınılmazdı. Yoğun sömürü, gelir adaletsizliğini artırmış ve emeğiyle geçinen halk kesimlerini günlük yaşamını dahi sürdüremez derecede yoksullaştırmıştır. Bu yoksulluk tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de direnme eğilimlerini açığa çıkartıyor. İşçi sınıfının itirazları ve ekmek talebi yer yer yaratıcı/cesur isyanlara da dönüşüyor. Ancak sermayenin iktidarı, tüm gücünü kullanarak direnişleri yok etme noktasında kararlı tutumlar sergiliyor.
Erdoğan’ın 15 Temmuz darbe girişiminin birinci yılı kapsamında sermaye temsilcilerine seslenirken yaptığı konuşmada kullandığı, “Olağanüstü hali biz iş dünyamız daha iyi çalışsın diye yapıyoruz. Soruyorum, iş dünyanızda herhangi bir sıkıntınız, aksamanız var mı? Biz göreve geldiğimizde OHAL vardı. Ama bütün fabrikalar grev tehdidi altındaydı. Hatırlayın o günleri. Şimdi böyle bir şey var mı? Tam aksine. Şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifadeyle anında müdahale ediyoruz. Diyoruz ki hayır, burada greve müsaade etmiyoruz, çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız” biçimindeki ifadeler, nasıl bir iktidar-sermaye ilişkisinin tesis edildiğini özetliyor. Somut/güncel bir örnek olarak, sendikada örgütlenerek TİS aşamasına gelen moto-kurye çalışanlarının patronunun iş kolunu kağıt üzerinde değiştirerek örgütlenmeyi boşa düşürmesi de gösteriyor ki yasama, yürütme ve yargı işçi sınıfının direnişini kırma noktasında yıkıcı bir güce ulaşmıştır.
Çelişkinin doğası gereği, etki tepkiyi de beraberinde getirir. Günümüz Türkiye’sinde emek güçleri parçalı da olsa çok yaratıcı hak mücadelesi deneyimleri geliştiriyor. Son günlerdeki Trend yol ve Migros depo işçilerinin direnişleri toplumsal desteği de arkasına alarak ilerliyor. Sınıf dayanışması olarak da yorumlayabileceğimiz bu durum, düzenden değişik biçimlerde zarar görenlerin ortak isyanı olarak okunabilir. Her ne kadar hizmet sektöründeki işçilerin direnişi öne çıkıyorsa da bu giderek ekmek kavgası olarak diğer emek güçlerini de etkileme potansiyeline sahiptir. Günümüzde öne çıkan direnişlerin şimdilik en büyük avantajı toplumsal meşruiyeti sağlamış olmasıdır. Şimdilik diyoruz çünkü bununla yetinemeyiz. Aslolan sınıfın birleşik gücüdür.
Sınıfın Birleşik Gücü İçin Emek Meclisleri
Esnek üretim, taşeronlaştırma, güvencesizlik, işçi kiralama vb. yöntemlerle 200 yıllık kazanımları sıfırlama noktasına gelen sermayenin bununla yetinmediği, sınıf niteliği gereği daha da parçalama ve köleleştirmede ısrarcı olduğu, bunun için küresel boyuttaki deneyimlerden de öğrenerek yeni yöntemler geliştirdiği görülüyor.
Aynı işyerinde farklı statüde olan veya farklı taşeronun çalışanları ortak sendikalarda örgütlenme güçlüğü çekiyor. Öyleyse bu durumda fiili bir örgütlenmeye ihtiyaç vardır. Bunun için işyerleri temel alınmalı ve emekçiler arasındaki statü veya ücret farklarını ayrım noktası olmaktan çıkartıp birleşik bir emek meclisi oluşturulmalıdır. Bugün artık zemin de buna hazırdır. Çünkü kapitalizmin krizi emekçilerin ücretlerini birbirine yakınlaştırmış ve aradaki mesafeyi azaltmıştır. Hastaneler üzerinden düşünecek olursak, eskiden doktorla hastabakıcının ücret farkları ortak örgütlenmeyi güçleştiren bir unsurdu. Ancak yaşanan derin yoksullaşma ve iş yükündeki artışlar aradaki farkı azaltmış ve emekçileri ortak paydada buluşur hale getirmiştir.
İşyeri emek meclisleri, son yılların yükselen değeri olan bireyselliğin yerini “biz” duruşunun almasını hedeflemelidir. Deyim yerindeyse “birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” ilkesini temel alacak bir örgütlenme anlayışını ete kemiğe büründürmelidir. Emekçilerin sıkça karşılaştığı mobbing, taciz, angarya gibi baskıların durdurulması da böylesi bir temelde örgütlenmeyle mümkündür.
Demokrasi Ancak Söz ve Karar Sahibi Olan Kitlelerce Kurulur!
Emekçi saflara sirayet eden sınıfsallıktan uzak eğilimlerle de mücadele edilmelidir. Uzun yıllardır sendikal harekette kendini hissettiren kimlik/kültür mücadelesini demokrasi ile eşitleyen anlayış, sınıf hareketini bu tanımlamalar üzerinden bölen bir eksen olmuştur. Emeğin ekonomik çıkarlarının yerine kimlik siyasetinin dilini geçiren bu anlayış, buradan kültürel kazanımlar elde edemediği gibi sınıfsal duruşu da bozucu bir etki yaratmıştır. Emekçilerin ekonomik kazanımları ve mücadelesi zaten demokratik bir içeriğe sahiptir. Kaldı ki demokratik bir hayat, ancak kitlelerin etkin katılımıyla yani yaratıcılıklarıyla kurulabilir. Burada sınıf mücadelesinin dilini doğru kurmamız gerektiği gerçeğini de vurgulamak gerekiyor.
Saray rejiminden kurtulmanın yolu genellikle sandık ve seçimler üzerinden tarif ediliyor. Oysa emekçilerin yaratıcı enerjileri açığa çıkarılmadıkça en genel anlamıyla demokratikleşmenin imkansız olduğunu biliyoruz. Evet biliyoruz ki AKP emek düşmanı bir rejim tesis etti. Bu rejimden kurtulmak önemlidir. Ancak yerine nasıl bir yaşam tarif ettiğimizi de tartışmak ve açığa çıkarmak zorundayız. Çünkü yaşamakta olduğumuz kriz yalnızca AKP’nin krizi değildir. Bu kriz yapısaldır ve yapısal çözümleri zorunlu kılıyor.
Parçalı direnişleri birleştirmek, birbirini görmeyen talepleri ortaklaştırmak ve itiraz ettiğimiz her şeyin yerine yenisini tarif etmek politik öznenin görevidir. Eskinin işe yaramadığı ve yerine de yenisini koyamadığımız dönemleri bitirmek zorundayız. Tam da bu noktada emekçilerin yaratıcı gücüne güvenmek ve eylemin öğreticiliği üzerinden ilerlemek gerekiyor.