Ali Baran Akmaz
İklim krizi sadece geleceğimizi değil bugünümüzü de tehdit ediyor. Bahsettiğimiz şey sadece doğanın yıkıma uğraması, aşırı iklim olayları veya küresel ısınma değildir. Kriz, ekonomi ve siyasete olan etkileriyle de emekçilere yönelik önemli tehlikeler barındırmaktadır.
Bugüne dek azami kâr dürtüsüyle hareket ederek doğayı yıkıma uğratan sermaye ve onun siyasal temsilcileri; pandeminin altüst ettiği, eski birçok kurumun işlevini yitirdiği, emperyalist sistemde bir dönüşümün ve yeniden paylaşım mücadelesinin yaşandığı bu süreçte “yeşil enerji, yeşil dönüşüm, yeşil ekonomi’’ sloganları ile bilinçleri bulandırmaya çalışıyor. İşte bu nedenle emperyalistlerin yalanlarına karşı yaşanan sürecin gerçekte ne olduğunu ve neden karşı çıkılması gerektiğini iyi anlamak gerekiyor.
Yeşil dönüşüm ne demek?
Sanayi devriminden bu yana sermaye sınıfının kâr hırsı sebebiyle doğa büyük zararlar görmeye başladı. Mesele o kadar ciddi boyutlara ulaştı ki yaşanan krize karşı müdahale edebilecek zaman aralığı giderek daralıyor. Yaşanan durum kısaca şu: 2100 yılına kadar yeryüzü ortalama yüzey sıcaklığında 3-5 derecelik bir artış beklenmektedir. Bu oranda bir sıcaklık artışının okyanus seviyesinde 1 metrelik, hatta Batı Antarktika buz tabakasının çöküşü devam ederse 3 veya 5 metrelik yükselişe sebep olacağı ve böylelikle küresel ölçekte yüz milyonlarca insanı yerinden edebileceği bilim insanları tarafından tahmin edilmekte. Bu düzeyde bir sıcaklık artışı sayısız canlı türünün ortadan kalkmasına yol açmanın dışında tarımsal verimlilikte aşırı düşüşlere, temiz su kaynaklarında ciddi tükenişlere, kuraklık ve yoğun yağışlar sonrası seller, fırtına ve tayfun gibi aşırı iklim olaylarının sıklığında büyük artışlar anlamına gelecek.
İklim bilimciler, sera gazlarının emisyonu nedeniyle yüzey ısısında yaşanan artışın yüzyılın sonuna dek 2 derecede tutulması gerektiğini, aksi durumda yukarıda tasvir ettiğimiz bir felaket tablosunun ortaya çıkacağını ifade etmektedir. Bu hedefe ulaşmak için küresel emisyonların 18 milyar ton düzeyine düşürülmesi gerekmekte. Ancak Dünya Enerji Ajansı’na göre 2040 yılına dek dünyada toplam sera gazı emisyonu 36 milyar tona ulaşacak. Bu da daha kat edilmesi gereken çok yol olduğunu gösteriyor.
Daha önce belirttiğimiz gibi; iklim krizi olarak tarif edilen olgu aslında daha kapsamlı bir çevre krizinin parçasıdır. Sadece küresel ısınma ve diğer aşırı hava durumları değil, biyoçeşitliliğin azalması ve bazı canlı türlerin yok olması, su, toprak ve havanın aşırı kirlenmesi, ormansızlaşma, doğal kaynakların aşırı tüketimi gibi nedenler bu krizin birbiriyle bağlantılı aşamalarıdır. İnsanların gündelik hayatında güçlü şekilde hissettiği ve yakın gelecekte yıkıcı sonuçları olması beklenen kriz, küresel siyasal gündemde artık merkezi bir yer işgal ediyor. Sermayenin bu konudaki temel söylemi ise artık Paris İklim Anlaşması’nın taahhütlerinden ziyade doğrudan “net sıfır emisyon”, “yeni yeşil düzen” ve “yeşil dönüşüm” çağrılarına yönelmiş durumda. Gelişmiş kapitalist ülkelerin bir kısmı önümüzdeki süreçte salımlarını asgari düzeyde azaltmayı, birçoğu ise salımları azaltmak yerine sürdürmeyi ve bu salımlara karşılık ağaç dikme, karbon ticareti, karbon tutma, kullanma ve depolama teknolojisi gibi araç ve yöntemlerle hedefe ulaşmayı planlıyor. Ama yoğun enerji tüketen karbon salınımlarının tutulması ve depolanması yönteminin güvenli, ucuz ve sürdürülebilir olduğunu gösteren hiçbir kanıt bulunmuyor. Ek olarak dünyada ne mevcut karbon salınımına derman olacak kadar ormanlık alan bulunuyor ne de kentsel/kırsal yerleşim alanlarını yok etmeden dengeleyici bir ağaçlandırma ihtimali mümkün görünüyor. Özellikle doğa katili doğalgaz ve petrol tekellerinin, doğalgazın ayrıştırılması ve karbon tutulması esaslı hidrojen üretimini geliştirmeye ve pazarlamaya büyük yatırımlar yapmaları bu sözde çözümün işe yaramayacağını daha baştan gösteriyor.
“Yeşil düzen” genel olarak uzun vadede doğa katili olan fosil yakıt kullanımını alternatif enerji kaynaklarıyla değiştirmeyi değil dengeleyici mekanizmalarla emisyonu sözde kontrol altına almaya çalışmakta. Örneğin pandemide bile otuz bir ülkenin ve sekiz çok taraflı yatırım bankasının, kamu bütçesinden fosil enerji üretim ve tüketimine yaptığı destekler 364 milyar doları bulmuştu. Buna karşılık “temiz enerji” bakımından destekler de 330 milyar dolar civarındaydı. Sadece bu tablo bile “yeşil dönüşüm” meselesinin iklim krizi açısından pek de “dönüştürücü” olmayacağını göstermekte.
Ancak “yeşil dönüşüm” ve “yeşil ekonomi” çabaları çok kârlı yatırım alanları, pazarlar ve kredi imkanları doğurmuş durumda. Yerli ve uluslararası sermayeyinin de gündeminde genel olarak işin bu yönü bulunuyor. Örneğin 45 ülkeden 450 büyük banka ve finansal kuruluşun bir araya gelmesiyle oluşturulan Net Sıfır İçin Glasgow Mali Birliği, önümüzdeki 30 yıllık süreçte “yeşil dönüşüm”ü sağlamak adına 130 trilyon dolarlık bir kaynak oluşturmuş durumda. Bu kaynağın bir kısmı “yeşil düzen”e ayak uydurmaları için petrol ve doğal gaz tekelleri tarafından kullanılacak.
Türkiye ise geçtiğimiz yıl yaşanan döviz krizinin de etkisiyle, yukarıda bahsedilen finansman imkanlarını kullanabilmek için geçmişte imzacısı olduğu Paris İklim Anlaşması’nı yıllar sonra parlamentoda yasal hale getirmişti. 2053’te “Net Sıfır Emisyon” hedefi ortaya konmasına rağmen enerji arzında fosil yakıtların payının yüzde 83 oranında olması ve bunu hayata geçirmek için ortada hiçbir somut adım olmaması meselenin doğa boyutunun Saray rejimi tarafından ne kadar ciddiye alındığını gösteriyor.
Özetle söylenecek olursa, emperyalizm iklim krizinin aşılmasında doğanın korunmasıyla sermayenin sonsuz kâr hırsını birleştirecek bir yol bulmaya çalışıyor; çıkışı sermayenin doğa üzerindeki tahakkümünün güçlenmesinde arıyor. Çözüm adına doğa tümden sermaye birikim süreçlerinin bir parçası haline getirilmek isteniyor, geçmişte fiyatlandırılamayan doğal süreçler bile fiyatlandırılıyor. Örneğin ormanları sadece karbon tutma işlevine indirgenerek emperyalist devletler ve tekeller tarafından “dengeleme mekanizması” ağaç tarlasına dönüştürülüyor.
İklim krizi kimin suçu?
ABD ve AB iklim krizinde, Çin ve Hindistan gibi ülkelerin hızlı emisyon artışına rağmen yeşil dönüşüm konusunda batılı ülkelerle eş düzeyde sorumlu olmak istememeleri sebebiyle iklim krizinde pay sahibi olduğunu savunmakta; böylece krizin siyasal sorumluluğunu Çin’e ve diğer ülkelere yüklemek istemektedir. Ancak incelenecek olursa mevcut konjonktürde Asya ülkelerinin karbon emisyonu artış hızı batıya kıyasla daha yüksek gözükse de bunun temel sebebi batı ülkelerindeki mal ve hizmet üretiminin önemli bir bölümünün üretim maliyetlerinin düşük, emeğin örgütsüz ve ucuz olduğu Çin ve Hindistan gibi ülkelere taşınmasıdır. Yani yıllık emisyonlarda Çin’in küresel payı yüzde 30 olsa da sanayi devriminden bu yana tarihsel emisyonların yüzde 60’ından Kuzey Amerika ve Avrupa sorumludur. Bu tabloda sadece ABD ve AB’nin tarihsel payı ise yüzde 50’dir.
Kişi başına salımlarda ise ABD yurttaşları yılda 16.6 ton salımla ilk sırada yer alırken, bu sayı Çin’in kişi başına salımından iki kat fazladır. Dünya nüfusunun altıda birinin yaşadığı Afrika kıtasının toplam salımlardaki payı ise yalnızca yüzde 3’tür. BM’nin bir araştırmasına göre dünyanın en zengin yüzde 1’lik kesiminin salımları, dünyanın en yoksul yüzde 10’undan 175 kat fazladır.
Yeşil dönüşümün toplumsal sonuçları
Sermayenin sınırsız büyüme ve kâr güdüsü ile kısa vadeye odaklı işleyişinin sonucunda yaşanan iklim felaketinin faturası ise emekçilere kesiliyor. Su kaynaklarının daralması, tarımsal üretimin düşmesi, çarpık kentleşmenin yarattığı sorunlar, seller ve aşırı hava olaylarının yaygınlaşması gibi gelişmeler, emperyalist sistemdeki dönüşüm ve yeniden paylaşım sürecinin derinleşmesi ile birlikte düşünüldüğünde emekçilerin dünya ölçeğinde yeni tehditlerle karşı karşıya kalacağı muhtemeldir.
Küresel ölçekteki salınımların yüzde 21’inden sorumlu olan ulaşım sektörü, birçok ülkede emisyonun birincil kaynağı durumunda. Mevcut ve yeni taahhüt edilen azaltımlar yerine getirilse bile yüzde 95’i petrol ürünlerine dayanan ulaşım kaynaklı salımlar, artan nüfus ve ekonomik gelişme sebebiyle 2050 yılında bugüne göre yüzde 20 artacak. Çözüm adına önerilen elektrikli araçların bataryaları ve şarj istasyonları için ihtiyaç duyulacak değerli madenlerin çıkarılması ve işlenmesi sürecinin yıkıcı etkileri hala anlaşılmış değil. Üstelik söz konusu olan sadece çevre açısından yaşanacaklar değildir. Örneğin 2019’da Bolivya’daki Evo Morales iktidarına karşı yapılan ABD destekli faşist darbenin sebeplerinden biri de yaygınlaşan elektrikli araç üretimine bağlı olarak dünyada önemi giderek artan Lityum işletmelerinin ABD ve Kanada şirketlerine değil Çin şirketine verilmesiydi.
Genel olarak yeşil dönüşüm sürecinin iklim krizini çözme konusunda yetersiz olacağı şimdiden görülebilse dahi yüzyıl sonuna kadar sanayi ve enerji üretiminde önemli değişikler olacağı da kesindir. Bu dönüşümü sağlamak için finansmana ihtiyaç duyacak olan ülkeler ile emperyalistler arasındaki mevcut bağımlılık ilişkilerinin bir ayağının da yeşil dönüşüm süreçleri olacağı söylenebilir. Bu dönüşümü sağlayamayan kimi aktörlerin pazarda dezavantajlı duruma düşeceği; yıkımların, iflasların, işten çıkarmaların ve mülkiyet değişimlerinin yaşanacağı açıktır.
Tüm bu tablo gösteriyor ki yeşil dönüşüm doğayı kurtarma planı değil sermayeyi kurtarma planıdır. Bu sebeple uyanık olmak gerekiyor. Güya iklim krizini çözmek adına işten çıkarmaların yaşanmasına, ek vergilerin ortaya çıkmasına veya bio enerji üretmek için açlık çeken bir ülkede arazilerin endüstriyel tarım ürünlerinin üretimine ayrılmasına karşı çıktığımızda önümüze “doğanın korunması” kalkanıyla çıkılmasına izin vermemeliyiz. Tüm veriler gösteriyor ki iklim krizi denilen şey doğanın sermaye tarafından küresel ölçekte yağmalanmasından başka bir şey değildir. Bunun sorumlusu biz değiliz; bedelinin de bize ödetilmesine izin vermemeliyiz.
Geçtiğimiz sayıda ifade ettiğimiz gibi; iklim krizine karşı mücadele etmek aynı zamanda doğanın kapitalizmden kurtuluşu mücadelesi de olmalıdır. Kâr hırsı sebebiyle doğayı dizginsizce talan eden kapitalizmin ortaya çözüm diye koyduğu planların süreci yavaşlattığı bile şüphelidir. Sömürücü sınıflar ortadan kalktığı ve ekonomi merkezi olarak planlanmaya başladığı zaman görülecektir ki hem doğayı yok eden güçlerden kurtulmuş olacağız hem de doğayla tüketime değil yeniden üretime dayanan yeni bir bilinçle ilişki kurma şansı elde etmiş olacağız.
Bu yazı Devrimci Hareket Dergisinin 57. Sayısı’nda (Bahar 2022) yer almaktadır.