İnanç dediğin / yemin gibi bir şeyse bizim yeminlerimiz madde kadar gerçektir ve / tuttuğunu koparmak içindir
Devrimci değerlerin doğru tanımı kadar doğru kavranması da çok önemlidir. Feodal normların etkisinde, biraz da keyfi ölçüler içersinde tanımlanmış devrimci değerlerin, süreç içersinde şu veya bu nedenle terkedilmesi şaşırtmamalıdır. Zaten doğru kavrama, doğru sahiplenmeyi ve giderek kalıcılaşmayı beraberinde getirir. Devrimcilikte inanç olgusu, kimi maksatlı yorumcuların yansıtmaya çalıştığı gibi, bilimsel olmayan, dini çağrışım yapan bir olgu değildir. En azından, doğru kavranmış hali bu değildir. Örneğin devrime inanç, başarıya/zafere inanç, bu olgularla ilintili olarak sunulan verilerin sonuç vereceğine dair pozitif bir kanaatin oluşması anlamındadır. Bunun dine benzer hiçbir yanı yoktur. Dini öğelerin temelsiz oluşu, terkedilişini de kolaylaştırır. Lenin’in Papaz Gapon ile ilgili bir anısı, bu konuda öğretici boyutlar taşımaktadır. Gapon, Lenin’e şunları anlatır:
“Bir ara kuşkular içinde kıvranıyordum, inancım sarsılmıştı. Bu durum beni hasta etti, en sonunda, kutsal bir yaşantı sürdürdüğü söylenen bir keşişin yaşadığı Kırım’a gitmeye karar verdim. İnancımı pekiştirmek amacıyla, kalkıp bu yaşlı keşişe gittiğimde, onu, bir pınarın başında dua ederken buldum. Çevresinde, onun yönettiği ayin için bir sürü kalabalık toplanmıştı. Pınarda Aziz Georgius’un atının nalı tarafından bırakıldığı söylenen bir nal izi vardı. Elbette saçmaydı bu ama, asıl sorunun da bu olmadığını söyledim kendi kendime ve adamın derin bir inancı olduğunu düşündüm. Ayin bittikten sonra, duasını almak için yanına gittim. Papaz giysisini çıkarıp bir kenara koydu ve: ‘Burada mum satmak için bir dükkan açtık, iyi para kırdık!’ dedi. İşte peşinden koştuğum inanç buydu! Eve nasıl geldiğimi bilmiyorum. O zamanlar ressam bir arkadaşım vardı, adı Vereşçagin. İkide bir zorluyordu beni: ‘Bırak şu papazlığı’ diye. Düşündüm ve şu karara vardım: Köyde annem ve babamın saygın bir konumları var. Bütün köy halkının gözünde saygıdeğer bir adam olan babam, muhtar. Eğer papazlığı bırakırsam, herkes, oğlu dinden döndü diye, yapmadığını bırakmayacak ona. O nedenle bırakmadım papazlığı.”
İşte inanç olgusu, yukarıdaki gibi içi boş ve temelsiz olduğunda, yani metafizik tanımlara dayandığında, inanç yitiminin şu veya bu biçimde ortaya çıkması normal ve anlaşılır bir hal alır. Ancak, eğer sözü edilen inanç, siyaset biliminin ve sosyolojinin doğruluğu kanıtlanmış önermelerine ve Marksizm’in defalarca kanıtlanmış gücüne dayanıyorsa; bu, bilimsel bir olgudur ve metafizik olanla bir ilgisi yoktur. Bu noktada sorun, devrimci zeminde yaşanmakta olan inanç yitiminin nedenlerini doğru tanımlamakta düğümleniyor. Ve ister hareket tarafından verilmiş, isterse kişinin kendi ön kabulü olsun, devrimci birikim –dini olmasa da– feodal değerlerden ibaret bir sınırlılıkta kalmışsa, kırılma ve geri boşalma ihtimali adeta kaçınılmaz bir hal alır.
Marksist Leninist öğretinin uzun yıllara yayılan disiplinli bir çabayla kavranması gerektiği, kavranmadığı takdirde, bir hareket tarafından doğru yönlendirme yapılsa dahi bunun yeterli olmayabileceği bilinmelidir. Böyle bir durumda bir süre sonra, kişinin geriliği, bir direnç noktasına dönüşmeye, uyumsuzluklar büyümeye başlayacak ve büyük olasılıkla sonuç, etrafımızda gördüğümüz eskimiş devrimciler enkazına katılmak olacaktır.
Kişi, eğer kendisi bir bilimin önermelerini özümseyecek denli kapsamlı bir çalışma/araştırma yapamayacak durumdaysa; o noktada, böyle bir kavrayışa sahip olduğuna inandığı hareketin yönlendirmelerine içtenlikle ve disiplinli bir şekilde uyarak, söz konusu eksikliğin bir probleme dönüşmesini önlemeye çalışmalıdır. Tabii bu noktada da harekete geçirici dinamikler, somut olmalı ve anlaşılır bir tanımla aktarılmalıdır. Devrimciler, nedenini bildiği ve doğru bulduğu olgular sebebiyle mücadele ettiğinde, beyince ve yürekçe ikna olduğunda, bedel ödeme olasılığı ile daha barışık olacaktır. Ve o zaman, en bilinçli ailelere bile, ödenen bedelin nedenini/gerekliliğini anlatamaz duruma düşülmeyecektir.
Devrimcilikte “bedel ödemek”, bir amaç değil bir sonuçtur. İnsanlar, bedel ödedikleri için devrimci olmaz, devrimci oldukları için bedel öder. Ancak, meseleyi bu tür soyutlamaların sınırlayıcılığı dışına taşıdığımızda, daha kapsamlı biçimde değerlendirme koşulu doğar.
Devrimcileşmede olgunlaşma sürecini tamamlamış ve devrimci kimliğin gereklerini yaşamına içermiş bir insan, her an bir değerler bütünü dahilinde hareket edeceği için, bedel ödemek gerektiğinde, ayrıca düşünmesi, tereddüt etmesi vs. söz konusu olmaz. Onu değerlendirirken de salt bu yanını büyütecin altına yerleştirmek gibi bir tarza gerek kalmaz. Hatta böyle bir tarz, uygun düşmez.
İş yaşamını, eğitimini, sevincini veya üzüntüsünü; yani bütünüyle yaşamını devrimci gerekliliklerin belirlediği bir insanın, bedel ödemek gerektiğinde kaçınacağını düşünmek ne denli ters ise, bedel ödediğinde bu fiili abartılı tanımlamalarla yansıtmak da terstir. Çünkü devrimciler için bu, saygın bir olay ise de aynı zamanda “doğal”dır. İş yaşamında kişi, mesai saatinin dolmasını çoğu kez sabırsızlıkla bekler. Fazladan çalışması gerektiğinde ya fazla mesai ücreti alır; ya da en azından çok çalıştığına dair yakınmada bulunur. İşte devrimci yaşamı iş yaşamından ayıran en belirgin nitelik budur. Devrimci yaşamda mesai yoktur. Kişi, daha az değil daha çok çalışmaya gayret eder. Koşulları ve enerjisi uygunsa, 24 saat çalışır ve yakınmak yerine bundan mutluluk duyar. Çünkü, yapılan çalışma gönüllüdür ve sonuçları birebir kendisinin de içinde bulunduğu, bildiği, izlediği bir alternatif yaşamın artılarını çoğaltmakta, var olan tuğlalara yenisini eklemektedir.
Devrimciliğin tüm dünya Marksistlerince (veya Marksist kamuoyunca) belirlenmiş genel kabul görmüş, uygulamada farklılıklara sebep olmayan projesi yoktur. Çünkü devrimcilik, aritmetik kesinliklerle tanımlanan projelerden farklı nitelikler taşır. Bu, bir belirsizlik, normsuzluk hali değilse de farklılıkları yok etmek ve projeyi teke indirmek adeta olanaksızdır. Bu nedenle; kötü, yanlış, eksik vb. projelerin neden olduğu tahribat, verdiği zarar; pek çok insanın devrimci zeminden uzaklaşmasına veya o zemine karşı soğukluk duymasına sebep olmaya devam ediyor.
Devrimcilik bir tercih ise de bu, basit anlamda bir taraftarlık olarak görülmemelidir
İnanç olgusunun bilimselliği, insanın eylemine yön veren etmenlerdeki bilinç oranı ile ilintilidir. Doğru kaynaklardan öğrenilen, benimsenen ve bir kimliğin gerekleri olarak bir değer seviyesine taşınan olguların önemini tekrar tekrar anlatmak, gözetilmesi gerektiğinin altını çizmek gerekmez. Eğer bu gerekiyorsa, ya yanlış kaynaklardan bilgi edinilmiş ya da o bilgi/bilme süreci şu veya bu nedenle tamamlanmamış demektir. Böyle olduğu zaman, bedel ödeme ihtimali ürkütücü bir olasılık gibi durur. Ve sonuçta ya o ihtimalden kaçılır; ya da yaşanması sonrasında “gençliği boşa gitmiş, harcanmış insan” psikolojisi ile hareket edilir.
Bir bedel ödeme sonrasında önemli olan bedenin değil ruhun ne denli zarara uğradığıdır. Eğer ruhsal bir tahribat yoksa; eylem öncesindeki değerler eylem sonrasında da savunuluyorsa, bilinç rolünü oynamış; araya mistik, feodal vb. olgular girmemiş demektir. Bu bilinçteki insanlar, eylemde örneğin bacağını mı kaybetti; diğer bacağı ile yaşamını yine aynı değerler dahilinde, daha olgun, kendinden emin bir şekilde sürdürür. Hatta durumu bir çeşit “gazi”lik sayılacağı için; bundan sonraki yaşamında onurlanmada artı sebeplere sahip olacaktır. Tersi durumlarda, dün ile maddi-manevi bağını kesen insanlar; bakımını üstlenen annesi-babası, vb. tarafından bir “sakat” muamelesi görecek, dün çok büyük olan yerden, bugün çok küçük olan bir yere düşecek; yaşamın tüm karelerine bir nedamet hali çökecektir.
Bugün, yaklaşık yirmi iki yıllık bir sürecin bilançosu çıkarıldığında, ortaya çıkan enkaz hali, salt kaçkınlık, ihanet, döneklik vb. ile değerlendirilecek olursa, ne süreç anlaşılmış olacak, ne de alternatif oluşturmak için gerekli olan veriler yakalanmış olacaktır.
1991’de hemen tüm yapıların, önderlik mekanizmalarının ve bir dönemin etken kadrolarının kelepçeleri çözüldüğünde, ortaya akışkanlığı arttıran bir katılım hali değil, bir şaşkınlık hali çıktı. Bugün dünyadaki ve ülkedeki pek çok başka gelişmeler nedeniyle farklı bir süreçten geçiliyor olsa da bir yanıyla da benzer bir süreçten ve şaşkınlık halinden söz edilebilir.
Yenilenme arayışlarına da örgütlenme ve mücadele anlayışına da yansıyan ve ortaya çarpık bir duruş değil, adeta bir duruşsuzluk çıkaran bu şaşkınlığın aşılması, nedenlerinin doğru tanımlanması ile mümkündür. Kendi gerçekliğini kabul etmeyenler, o gerçekliği aşma yöntemini geliştiremezler.
Devrimciler, dört gol yedikten sonra bile “biz iyiydik hakem kötüydü” diyen antrenörler gibi değil; galibiyet sonrasında bile, gerekmesi halinde “galibiyet bizi aldatmasın aslında kötü oynadık” diyebilen antrenörler gibi olmalıdır. Bu örnekler için üzgünüm ama 1970’li yıllardan bugüne devrimci yapılar hâlâ, insan kazanma olgusunu taraftar kazanma olarak algılıyorsa; futboldan örnek vermek uygun düşer hale geliyor. Birbirimizi sevmek için “bir ton” neden varken, yapay ve anlamsız mesafelerle adeta dostluğu bile “bir deri bir kemik” haline getirmişken; sırf farklı takımlardan oldukları için birbirini taşlayan taraftarları ne yazık ki çağrıştırmış oluyoruz.
1970’li yıllarda, devrimci yapılar yeni yeni organize olurken ve en naif duygularla norm/ölçek tanımı yapılırken; şovenizmin çeşitli biçimlerinden söz edilirdi. Bugün hâlâ bölge şovenizmi (hemşehricilik) gibi örgüt şovenizmine de tanık olunmaktadır. “Kuzguna yavrusu şahin görünür” misali, objektif olmaktan uzak yaklaşımlar, doğruyu da yanlışı da görmeyi güçleştirir. Marksist-Leninist gıdayı doğru kaynaklardan ve yeterli biçimde almış olan bir devrimcinin kendine ve durduğu zemine güveninin olması doğru ve gereklidir. Zaten böyle olunca, kendi zeminindeki yanlışlar da oluşturduğu süzgece takılır. Kişi, eğer her olguya, subjektivizmden uzak bir duruştan bakıyorsa; yapay, biçimsel, rekabetçi vb. yaklaşımların kaygan normları yerine, doğruluk testinden geçmiş normları ölçü alır ve vardığı sonucu savunmakta tereddüt etmez. Duruş, böylesine sağlam temeller üzerine bina edilmişse; kimi kişi veya çevrelerden dayatılan normlara uymak gibi bir zorunluluk olmaz. Bugün solda, kendini adeta devrimci normlar eksperi kabul eden ve bir çeşit tekel veya hegemonya oluşturan özneler, eğer hâlâ ağırlıklarını kabul ettiriyorsa; sorun, kabul edenlerin özgüveni ile ilgilidir.
Moskova Önlerinde romanını okuyanlar bilir; savaş halinde ve hatanın ölüm demek olduğu koşullarda gerçekleşen bazı olaylar, öğretici bir şekilde sunulmuş ve kavganın, ihtiyaçların, somutun dikkate alınması ile normların diyalektik bir yaklaşımla uygulanması konusunda tam bir ustalık sergilenmiştir. Romanda ilk disiplin suçu ölümle cezalandırılırken, sonraki suçlarda öğreticiliğin ve bağışlamanın (anlayışın) çok özel biçimlerine tanık olunur. Bu örneklerden öğrenmek, kendi sürecini ustalıkla örme şansı verir. Tabii ki öğrenmenin en kötü biçimi, ezberlemektir. Çünkü yaşam bir gün gelir ezberimizi bozar ve geriye yaratıcılık özürlü bir duruş kalır.
Eylem, politikanın fiili halidir. Politikadan bağımsız eylem, amaçtan bağımsız araç demektir. Devrimciliğin bilinmediği, kulaktan dolma kimi bilgi kırıntıları ile hareket edildiği durumlarda, “çocukça” sayılabilecek fiillerin yaşandığına hepimiz tanık olmuşuzdur. İyi bir şey yapıyorum zannederek veya can sıkıntısını gidermek için duvarlara “Tek Yol Devrim – CHP” yazan bir gencin durumu, “çocukça” olduğu için anlaşılabilir. Aynı şekilde büyük bir hararetle devrimcilerin arasına katılıp, o coşkuyla, salt fiil olsun diye işe kalkışan ve canı yandığında geri kaçan insanların da durumu anlaşılabilir. Ancak, ciddi bir gıda alış verişinden/eğitimden sonra ve hatta eğiticinin kendisi tarafından da fiil ile politika arasında diyalektik bağ kurulamıyor ve fiil amaca dönüşüyorsa; bu, sol adına vahim ve yürek yaralayıcı bir durumdur.
Siyasal yapı/öndelik, bir kişi gibidir; orada da zaaflar, yanlış hesaplar, ölçü bozukluğu vb. olabilir. Eğer bir yapı, yukarıda anlattığımız kavrayışı içselleştirememişse; kendi yoldaşlarını sırf “yapma-etme” fiili üzerinden değerlendirir. Onlara; tereddütlerini, zayıflıklarını ifade edip aşma koşulu bırakmaz. Gerçekte ise bir devrimci; korkusunu, tereddüdünü, zaafını en kolay yoldaşlarına, yani hareketine açabilmelidir. O zaman, eksik ve zaaflar bilindiği için, aşılması da doğru yöntem ve araçlarla sağlanacak ve kişi, eylemini; yoldaşlarına “yok” diyemediği için değil, inandığı ve istediği için yapacaktır. Bu tür eylemlerde doğal olarak fire oranı düşük olacaktır. İşte bugün eğer firelere salt suç ve ceza ikilemi içinde bakılır, kaynaklarına inilmezse; gerçek kabahatlinin kabahati gölgelenmiş olacak, yanlış teşhis yanlış tedaviye sebep olacaktır.
Tutsaklık koşullarında ellerine geçirdikleri iğne ile kuyu kazacak kadar sabırlı davranan, taşınan kimlikle barışıklığın ve üretkenliğin eşsiz örneklerini sunan devrimciler; dışarı çıktıklarında, çok daha uygun zeminlerde -bırakalım iğneyi- kazmayla bile kuyu kazamaz hale geliyor, yaşamın basit tuzakları ve az bilinmeyenli denklemleri karşısında bocalıyorsa; sonra da devrimcilikten uzaklaşıyorsa, mutlaka kabahatlidir; ama, galiba kabahatin büyüğü bir başka yerde aranmalıdır.
Devrimciyseniz eğer eşini yitiren kumrunun ilk konacağı yer sizin omzunuz olacaktır Yaprak dalını böcek kozasını size soracak Yara almış yüreklerin acıyan yanına sizin dokunuşlarınız ilaç olacak Devrimciyseniz eğer çiçek tozlarını sizin avuçlarınıza dökecek yıldızlarla konuşmak için geceyi beklemeniz gerekmeyecek
Kendini ve dolayısıyla yöntemini gözden geçirmek, hata kabul etmek ve gerekiyorsa ölçek değişimine gitmek, bir hareketi küçültmez; aksine, asıl bu büyüklüktür. Örneğin uygulanan ölçekler, 19 Aralık’tan başarıyla geçmiş pek çok devrimciyi “hain” durumuna düşürüyorsa; o ölçeklerin gözden geçirilmesi gerekmiyor mu?
Bir devrimcinin örgütünden korkması, utanması ve bu nedenle açık olamaması, devrimciler adına üzücü bir sonuçtur ve kabulü güç bir paradokstur. Gerçekte bir devrimcinin sadece gücünü değil, zayıflığını; sadece sevincini değil, üzüntüsünü; sadece politik meseleleri değil, özel meseleleri paylaşabileceği ilk ve en güvenilir başvuru yeri olması gereken örgütün; korkulan, çekinilen bir olgu haline gelmesi; bir şeylerin ters gittiğinin ifadesidir.
İnsan, severek ve isteyerek girdiği örgütsel ağdan çekinir hale gelmemelidir; aksine sevgi ve bağlılık, sürekli yükselen bir eğri çizmelidir. Kişi; iyi ki örgütlüyüm, ne kadar şanslı bir insanım; benim gerçek ailem budur; şefkat ihtiyacı için bile, ilk başvuracağım yer örgütüm olacaktır; diyorsa, o kişi örgütten ayrılmaz, sahiplenir ve bu kimliğin her türlü gereğini -bedel ödemek dahil- yerine getirmekten kaçınmaz. Gönüllülükten bu anlaşılmalıdır.
Soru soran, düşünen insandan korkanlar; yani eleştirilmekten, sorgulanmaktan rahatsız olanlar, devrim amacıyla bağdaşır örgütlenmeler oluşturamazlar. Oluştursalar bile o örgütlenme, içten içe kendini tüketir. Devrimciler, karşı durdukları ve insandışılaştırıcı olarak kabul ettikleri sistemin, ne ölçülerine ne de yöntemlerine itibar etmemelidir. Örgütlenmenin veya kurumlaşmanın hiçbir biçiminde sisteme öykünmenin izlerine rastlanmamalıdır. Örneğin, Beyaz Ordu’da, düşünceye ne kadar az yer verilirse o kadar çok itaat sağlanır kanaati hakimdir. Devrimci örgütlenmede ise bunun tersi olmalıdır. Devrimciler için, düşünceden korkmak, ölüm demektir. Ve önemli olan, eğer “itaat” aranacaksa; bunun düşünerek, yani bilerek olmasıdır. Kısacası bugün, devrimcilik hafife alınmaz, doğru kavranır ve aslında objektif bakabilenler için yabancı olmayan normlarda ısrarcı olunursa; sırf taraftar kazanayım diye devrimci zeminde yeri olmayacak denli erozyona uğramış olan şahıslara prim verilmezse; kazanılanlara ise, sembollerden ve kahramanlık türkülerinden daha derin şeyler öğretmek bir zahmet olarak görülmezse; bütün sorunlar değil, ama önemli ayakbağları aşılmış olacaktır.
Bugün hemen her yapıyı sarmış olan yenilenme arayışı, yukarıda altını çizdiğimiz sorunlar dikkate alınarak ve yaşamın bizzat içinde, yaşamın sunduğu sorulara yanıt arayarak gerçekleşirse; o çaba hem anlamlı olur hem de sonuç verme olasılığı güçlenir.
Doğru dalı seçmek için kaybettiğin vakit düşmene sebep olabilir diye çürük dala tutunma O zaman peşinen kaybetmiş olursun Çocuklarına özgür bir dünya bırakamıyorsan özgürlüğe giden yolun haritasını bırak Bunu da yapamıyorsan onları yanıltma yeter Onlar kendi yolunu bulur.
**
NOT: Bu yazı ilk olarak Mehmet Yeşiltepe tarafından Uzun Yürüyüş dergisi için yazılmıştır.