“Disiplin; öncelikle eğitimin bir aracı değil, bir sonucudur ve ancak bundan sonradır ki, bir araç halini alır“
(Anton Makarenko)
Kapitalizmin, insanların bilinçaltına beton sağlamlığında döşediği alışkanlıklar, kolayca sökülüp atılamıyor. Hatta, söküldü/aşıldı kanaatine varıldıktan sonra, yeniden ortaya çıkabildiği görülüyor. Bunun en güzel ve kalıcı çözümü, örgütsel yaşamdır. Ve zaten bu nedenle düzen, insanı yalnızlaştırıcı pek çok silahla kuşanmıştır. Kendi geleceğini, örgütlü araçlarla güvenceye almış olan egemenler; karşı-güçlerin örgütlülüğünden rahatsız olur ve bunu dağıtmak için her yolun mubah olduğu bir düzenek oluşturur.
Devrimciler, sistemin etkisine maruz kalmış insanların arasından kazandıkları yeni yol arkadaşları ile çoğalırken, disiplinin kendileri için bir silah, bir güvence olduğunu bir an olsun unutmamalıdır. Yakaladığı en ufak bir açığı, devrimcilerin aşil topuğu olarak değerlendirebilme yeteneğine erişmiş olan bir düzen karşısında devrimciler; disiplini, sahip oldukları üstünlükleri/avantajları gerçekleştirmeye imkan veren bir araç olarak görmeli ve severek/isteyerek uygulamalıdır. Disiplin talebi karşısında “Hani biz özürlük istiyorduk; bizi robotlaştırmaya mı çalışıyorsunuz?” biçimindeki tepkiler, eğer maksatlı değilse; örgütlü yaşamın gereklilik nedenlerinin hiç mi hiç anlaşılmadığının ifadesidir. Kaldı ki bu tür tepkiler, çoğu kez, sapılmak istenen yan yollar için ortaya atılmış kurgusal gerekçeler olarak gündeme gelir.
Yaşamın bütünüyle devrimcileştirilemediği durumlarda; düzenin zehri, akışkan özelliği ile, sızacak pek çok açık bulur kendine. Ve giderek, devrimciliği sadece verilmiş kimi görevlerin yerine getirilmesi zannedenlerin yaşamındaki boşluklara dolmaya başlar. Bunların aynı zamanda “örgütlü insan” olması, bütün bir örgütün risk altına sokulması demektir. Zaten devrimcilerin aşmakta en çok zorlandıkları mesele, çeşitli ortamlardan ve kültür yapılarından kazanılmış pek çok insanı, kurallarda açık vermeyecek bir yapıya kavuşturabilmektir. Bunun da yolu, yaşamın her anını devrimci disiplin dahilinde örgütleyebilmektir. Eğer disiplin bir “cendere” olarak algılanmıyorsa; bunun, bir sıkıntı sebebi olmayacağı bilinir. Hatta, devrimciliğin gereklerine yeterince vakıf bir insan için, disipline uymak değil, uymamak bir “cendere” sebebi oluşturur.
Değerleri sulanan, değersizliğe ve umutsuzluğa doğru sürüklenen toplumun orta yerinde; ufkumuzun elverdiği güzellikteki düşleri, gerçek kılmakta samimiysek; disiplini, üzerinde titrememiz ve “gözümüz gibi” korumamız gereken bir olgu olarak sahiplenmeli ve yaşamımıza içermeliyiz.
Her devrimci özne (kişi), kendi bedensel sağlığından olduğu kadar, ruh sağlığından da sorumlu olma ve değerlerini koruyarak gereklerini yerine getirme yükümlülüğünü her an tüm canlılığıyla hissetmelidir. Merkezi denetim, ne denli oturmuş olursa olsun, kişi eğer “kaçak güreşme” eğilimi taşıyorsa, oluşturulan örgüde mutlaka zayıf halkalar/açıklar oluşur. Ve böylece, tek kişinin sorumsuzluğundan kaynaklanıyor da olsa, bütüne zarar verebilen sonuçlar ortaya çıkar. Elbette ki örgütün güvencesi, bu denli kolay zaafa uğramamalı ve “kişiyi aşan” önlemler de alınmalıdır. Nitekim, örgütün beyninden sinirlerine, kaslarından uzuvlarına kadar uzanan bütünlüğünde, irili ufaklı pek çok koruyucu sigorta vardır. Ancak bu, hiçbir kişiye, kendi sorumluluklarını yerine getirmede keyfiyete yönelebilme hakkı vermemelidir.
Karşınızda sürekli olarak “bunların en zayıf noktası neresi?” diye düşünerek plan yapan ve üzerinize bu tür noktalardan yönelen bir düşmanın olduğu düşünülürse; bu açığı veren kişi olmanın, insanın sırtına nasıl bir vebal yükleyeceği daha iyi anlaşılır. Zaten devrimciliğin en iyi kavranması/içselleştirilmesi gereken yanı, bir devrimcinin tek başına bir örgütmüş gibi, düşmanı uğraştırabileceği; ama aynı zamanda yine bir kişinin örgüte çok büyük zararlar verebileceğidir. Bu işte belki de en zararlı olan tutum, keyfiyettir. Bir şeyi az yapmak gibi çok yapmak da zarar verebilir. Nitekim, örgüt olmanın gereğidir bu; her şey, belirli bir düşünsel sistematik ve program dahilinde organize edilir ve bunun gerekleri bu düzenleme çerçevesinde yerine getirilir. Az ışık aydınlatmaz, çok ışık ise kör eder. Demek ki, elimizdeki ışık dahi olsa, onu doğru yerlere ve doğru oranlarda tutacağız. Bu da gösteriyor ki, söz konusu ışığı üretme ve yayma işini üstlenenler -örgütlü olmanın kaçınılmaz gereği olarak- keyfi davranma lüksüne sahip olmayacaktır.
Disiplin, kişilerin/birimlerin insiyatifini gemleyen bir olgu değildir. Aksine, devrimci yaşamın her anı, şu veya bu biçimde bir insiyatifi, bir irade somutlanmasını gerekli kılar. Ne var ki, sınıflar mücadelesinin keskin seyri, örgütlü yaşamın her sorununu zorlu kılmaktadır. Bu nedenle, tercihlerin “kolaya kaçmadan” yapılması; bileşke halinde toplanmış çeşitli birikim ve yeteneğin varlığını gerektirir. Kördüğüm haline gelmiş bir ipin, o bölümünü kesip atmak gibi; karışık bir yumağı, bir tek teline zarar vermeden çözmek de gereklilikler arasında yer alır. Böylesi sorunlarda ölçünün, mümkün olduğunca “kişisel tercihler” tarafından belirlenmemesi, sonucun daha sağlıklı ve hareketin duruşuna daha uyumlu olmasını sağlayacaktır.
Devrimci bir yaşamın geliştirici toprağında her kişinin, verilmekte olan gıdayı alması ve en güzeli mümkün kılmanın uygulayıcı öznesi haline gelmesi, olasılık dahilindedir; zaten, amaçlanan da budur. Daha önceki çeşitli biçimlerde dizilmiş olan kişilik taşları , devrimci zeminde -yeniden dizilmek üzere- yerinden oynar. Ancak, ne bu “oynama” işi, ne de “dizilme” işi -sanıldığı denli- kolay değildir. Kişilik toprağının adeta yedi kat dibine kök salmış olan öyle nitelikler/alışkanlıklar vardır ki, onu oradan sökmek, devrimci emekle de olanaklı olmaz.
Bilindiği gibi “Dilediğini yapmak, yaptırmak da çocukların -hatta geri zekalı çocukların bile- baş derdi” “dir.(Themos Kornaros, Fırtına Çocukları, s:127) Etrafımıza dönüp baktığımızda, hemen her çocukta bu eğilimi görürüz. Ve hatta, çocuğun kişilik özelliklerine yönelik değerlendirme ve müdahaleler genellikle bu eğilim etrafında döner. Gerçekte ise, kişilik taşları dizilirken, belirleyici olan etmenler, bir eğilimin karşılanması veya gemlenmesi ikilemini çokça aşan bir kapsama sahiptir. Toplumun çeşitli kesimlerinden gelen ve farklı kültürel ortamların etkisinde büyümüş olan (yani bu yanıyla hiç de homojen olmayan) pek çok kişiyi, aynı çatı altımda toplayan örgütsel mekanizmada, yukarıda söz ettiğimiz “kişilik” olgusunun üzerinde -doğaldır ki- durulacaktır. Önemli olan, meseleyi her önüne gelenin bir başkası için “kişilik testi” yaptığı bir kaosa sürüklemeden; mücadele ve eğitimi bir arada yürüterek ve “kaybetmeyi” değil, “kazanmayı” amaçlayarak hareket etmektir. Örgütsel yapının kendisi, kapsamındaki kişileri bu şekilde gözetirken; kişiler de hareketi gözetmeli ve kendilerini doğrudan ilgilendiren düzenlemelerde köstekleyici değil, destekleyici olmalıdır.
Bilinir ki, bir kişi “günlük olaylara göğüs germek için gerekli davranışlardan yoksun” (a.g.e, s:128) ise, kavga içinde de göğüs gerilmesi gereken yerde kendisinden beklenen davranışı göstermez. Bunlar, birbirinden hiç de kopuk olmayan alanlardır. Hele ki savaşın, yaşamın her alanında sürdüğünü kabul ediyor ve devrimciliği, yaşamın bizatihi kendisi olarak örgütlüyorsak; bu yaklaşım, bize yabancı gelmemelidir.
Devrimcilerin hemen hepsi, Gonçarov‘un Oblomov‘undan şu veya bu biçimde haberdardır. Başladığı her işi yarım bırakan ve bunu mutlaka önemli bahanelerle gerekçeleyen Oblomov, yaşama ve topluma dair pek çok şey bilir; ama tembelliği yüzünden hiçbir adım atmaz.
Devrimciliğin, bırakalım tembelliği, fizyolojik yapının elverdiği sınırları zorlayan bir kapasite ile çalışmayı gerektirdiği ve hiçbir zorluğa pabuç bırakmayacak bir kararlılığa ihtiyaç duyulduğu günümüz koşullarında; görev, “imkansız”ı istemektir.
Üstelik bu, “söz” değil, gerçeklik boyutunda algılanmalıdır. Kavganın alışılmadık dönemeçlerinin, sürpriz yapan karakteri ile başka türlü başetmek olanaklı değildir.
“Halkımız, ulusumuz onu bağışlayabilir, ama ben asla! Hım, neyim ben, diyorum, neyim ben? İğreticilik, kolayına kaçma! Halkımız onun benim yanıbaşımda savaşmasına izin vermiş, dövüşmesine omuz omuza bir savaşçı olarak. Bense, yaman külhanbeyi, Halk’ın ve Zaman’ın üstünde bir yargıç, budala bir savaşçı, bu haktan onu yoksun bırakacağım, tek başına bırakacağım onu! Nefret edeceğim ondan! Neden? Çünkü tüm insanların doğuştan kusursuz olması, dünyaya sevgi ve iyilik yüklü, bilgi yüklü gelmesi gerektiği kanısındayım da ondan!
Yoksa ben, yaman eğitmen, kusursuz devrimci, görmek, incelemek, izlemek, inanmak, yön yöntem değiştirmek, karar vermek haklarından yoksun kılarım onu! “(a.g.e, s:140-141)
Geçmişte kendisine işkence yapmış olan bir polisi bu kez, bir kurtuluş savaşçısı olarak, üstelik bir başka işkencehanede, karşısında bulan “Stavro Amca”, düştüğü çelişkili durumu, yukarıdaki sözcüklerle ifade ediyor. Aslında mesele, bir roman kurgusu içinde geçiyor; ama, taşıdığı müthiş öğreticilik, satır satır incelenmeyi gerektiriyor. Öncelikle bilinmelidir ki bir devrimci örgütün çatısı altında düşmana karşı beraber mücadele edenlerin; o çatı altındaki “yoldaşlar” içinden kimilerini, kendi kişisel terazisinde yargılama ve “tanımama” lüksü yoktur. “Örgüt kabul ediyor olabilir; ama ben etmiyorum” biçimindeki yaklaşımlar, örgüt bilincinin oluşumunda bir arızaya işarettir. Bu tür arızaların, mücadele içinde sebep olacağı zararlar ise, sanıldığından çok daha büyük ve vahimdir. Aynı şekilde, kişilerin değişebilirliğine, şahsi kanaatler nedeniyle kapanmak ve bu konuda, örgütte karşı bir direnç noktası oluşturmak bazen “devrimci ortamın değişime en uygun atmosferi sunduğu” gerçeğini de yadsıyacak boyutlara ulaşır. Yukarıdaki örnek, bu açıdan da öğreticidir. Bu konuda yaşanacak tereddütler bile bir zaman kaybına ve giderek başka kayıplara sebep olur. Hele ki örgütsel yapı ile araya mesafe konmuşsa, büyümeye çok müsait bir olumsu zluk tohumu ekilmiş demektir. Çünkü mücadele zemini, sürekli bir hareket halini tanımlar.
Bu öyle bir harekettir ki, mücadele ırmağı, hiç beklemesizin akar ve bekleme haline geçmiş olanı hızla geride bırakır.
Ve üzerinden atlayıp geçilmeye müsait olan engebe, dağ gibi büyüdüğünde, iş işten geçmiş olur.
“Saniyeler uçuşuyordu. Gidiyorduk. Zaman beklemez insanı, akıp gider. Ona yetişebilmek bir saniye sorunu. Yoksa atlayacağın dere genişleyecek, daha da bulanık olacak, coşup köpürecek, daha da beter olacak. O zaman da bu büyük atlamanın gerektirdiği inancı bulabilmek için sonsuz süreler, çabalar gerekecek …”(a.g.e, s:141)