Asgari ücretin tartışıldığı, geçim sorununun gündemin birinci maddesi haline geldiği günümüz koşullarında gerek olup biteni anlamak gerekse mücadele hattını doğru çizmek ve barikatını doğru yerde kurabilmek açısından kapitalizme dair temel önemdeki işleyiş ve yasaları anımsamakta yarar vardır.
Kapitalizm, sahte özgürlükler dünyasıdır. Özgürlüklerin adı vardır ama kendisi de zemini de yoktur. Kölelik, “özgür köleliğe” dönüşmüştür; kişinin çalışmama özgürlüğü vardır örneğin; ama çalışsa dahi insani ihtiyaçlarını karşılayamadığı için gerçekte kölece çalışmak fiili bir zorunluluktur.
Kişinin tatil yapma, seyahat etme, istediği lokantada yemek yeme, istediği evi kiralama veya satın alma özgürlüğü vardır; ama bu sadece kağıt üzerindedir; yani yanılsamadan ibarettir; çünkü emeği ile geçinen insanın bunu aldığı ücretle yapma şansı yoktur. Örneğin asgari ücret, altına inilmemesi gereken limiti ifade eder, ortalama ücreti değil. Bugün Türkiye’de resmi veriler ve mevcut gözlemler asgari ücretin ortalama ücrete dönüştüğünü, aynı zamanda bu rakamın altına inmenin çeşitli manevralarla oldukça yaygın hale geldiğini gösteriyor.
Bugün Türkiye’de çalışan nüfus içerisinde asgari ücretlilerinin oranı resmi rakamlara göre yüzde 42 civarındadır; buna sığınmacılar dahil kayıt dışı olanlar, çocuk ve ücretsiz kadın emeği de eklendiğinde rakam çok daha yüksek boyutlara ulaşıyor.
Asgari ücret, ücretlinin hak arayışı yolunda bir aşamadır. Bunun tarihsel olarak ortaya çıkışı, kabul ettirilmesi bir kazanıma tekabül eder. Ancak asgari ücretin yaygınlaştırılması demek; insanların yaşamın en azına mahkum edilmesi, hayatta kalacak kadar beslenmesi dolayısıyla da yaşamın gereklilikleri içerisinde pek çok ihtiyacın karşılanmaması demektir. Yaygınlaştığı ve iktidarlar tarafından keyfi olarak belirlendiği oranda patron için azami kar demek olan asgari ücret, çalışan için açlık sınırının da altında bir yaşama mahkum edilmek demektir. Diğer bir ifadeyle bu ücretlendirme, emek-sermaye ilişkisini/çelişmesini yansıtan, “doymak bilmeyen canavara” dair ipucu veren olgulardan biridir.
Doymak bilmeyen canavar
“Kapitalist toplumda, her türlü yola başvurularak kâr elde etmek hedeflenir. Bu toplumda doymak bilmeyen bir canavar gizlenmektedir.” (Karl Marx, Kapital, Cilt II)
Marks’ın işaret ettiği bu canavarın izini sürdüğümüzde bugün karşılaştığımız her türlü kötülüğün, zulmün, yağmanın, yoksulluk ve açlığın kökenine, gerçek nedenlerine ulaşırız.
Gelinen aşamada artık bu kapitalist felaketin, bu burjuva cinnetin kendiliğinden düzelmesi, duraksaması veya aktörlerinin kendi içinde çözüm üretmesi mümkün değildir. Kaldı ki kapitalizmin işleyiş yasalarını bilenler zaten böyle bir beklenti içinde olmaz.
Yaklaşık 50 yıldır, neoliberalizm adı altında dünyada ve tabii ki ülkemizde olup bitenler anlaşılmadan bugünkü karanlık tablo anlaşılamaz. Üreticinin bizzat kendi eliyle fındık fidelerini sökmesi için teşvik edilmesi, Tütün Yasası’nın, Tohum Yasası’nın çıkarılması, yerli tohumun yasaklanması, şeker kotaları dayatılarak zehir niteliğindeki nişasta bazlı şekerin yaygınlaştırılması, bunun yanında pancar üretiminin öldürülmesi ve fabrikaların kapatılması, bu ülkede seçilmiş iktidarlar eliyle gerçekleşti. Yani mevcut tablonun hiçbir noktası tesadüf veya kaza ile oluşmadı. Planlanarak, bilerek ve isteyerek gerçekleşti. Bugün aynı şey çay üretimi için de yapılmaktadır. İşte bunu planlayarak adım adım gerçekleştiren kesimlerden (ülkenin tüm birikim ve değerlerini tekellere peşkeş çeken parti ve kadrolardan) bu tabloyu düzeltmelerini istemek, kuzuyu kurda teslim etmektir. Dolayısıyla da çözümü yanlış yerde aramak ve en iyi olasılıkla oyalanmaktır.
Bugün artık işgal de ekonominin çökertilmesi de stratejik ürün, yapı ve kurumların tasfiyesi de “dış güçler”e ihtiyaç bırakmayacak şekilde bizzat ülke içinde işbirliği/taşeronluk zemininde gerçekleşmektedir. Şekere yüzde 67 zam geldiyse, genetiği değiştirilmiş ürünler yaygınlaşmış ve onlara dahi zamlanan fiyatları nedeniyle ulaşamaz durumdaysak bu, en az 40-50 yıldır, ülkenin bizzat içeriden Truva atları ile teslim alınmasından ve Marks’ın bahsettiği o canavar karşısında savunmasız bırakılmış olmasındandır.
Ortamı boş; halkı çaresiz, solu güçsüz bulan sermayenin azami kar hırsı; insanı, emeği ve geleceğiyle; doğayı, her şeyiyle talan etme noktasına gelmiş durumda. Sadece buzullar erimiyor, sadece iklim krizi yaşanmıyor, doğadaki bütün canlılar ve hatta gezegenin devamlılık varlığı tehdit altında. Teknoloji geliştikçe insanlığın refahı artacağına, talan ve sömürü imkanları/oranları artıyor.
Bunun kaynağında her şeyi tekeline almış olan uluslararası sermaye güçleri vardır. Bir süredir, kuvvetler ayrılığının, devletin görece özerkliğinin frenleyici etkisini aşmış ve bütünüyle/doğrudan müdahale eder, sonuç alır hale gelmiştir. Geçmişte cüret edemediği şeyleri bugün rahatlıkla ve pervasızca yapmaktadır. Artık dünya onlar için yağmalanacak bir “küre”; insan, karın tokluğuna çalıştırılıp sömürülecek, hiçbir hakkı olmayan bir araç (vaktinde Taylor’un söylediği gibi “bir yük hayvanından farksız, ‘öküz cinsinden bir insan’ ”) durumundadır.
Kendileri dünya ölçeğinde engelsiz biçimde cirit atar ve istediği yerde istediği üretimi en ucuza olacak şekilde planlarken; işsizlerin, yoksulların, dezavantajlı grupların yer değiştirme çabalarını en sert biçimde engellemekte, denizin ortasında teknelerini batırarak veya kurşuna dizerek yanıt vermektedir.
Onlarca yıldır, çözülen eski Sovyet cumhuriyetlerini de sisteme katarak imkanlarını tüm dünyada kullanmaya başlayan tekeller, ülkemizde kendi üretimlerine veya hakimiyetlerine rakip olarak gördükleri her alanı/üretimi ya ele geçirmiş ya da tasfiye etmiştir.
Ekonomik çürüme ve siyasal gericilik
Tekelleşmenin ekonomik alt yapıda çürüme, siyasal üst yapıda gericilik demek olduğu, gerek teorik gerekse pratik biçimde deneyimlenmiştir. Dünyanın bugünkü tablosunda belirleyici olan faktör, tekelci sermayenin, işçi sınıfının örgütlülükleri dahil her alana el atmış olmasıdır. İşçi sınıfı, mevcut ideolojik-politik bombardıman karşısında gerilerken aynı zamanda işyerlerinde nicelik olarak da daralıyor. Örneğin 5000 kişinin çalışmış olduğu fabrikada teknolojinin yenilenmesiyle 750 kişiyle veya 1000 kişiyle aynı üretim yapılabiliyor. İşçi sınıfının üretim kapasitesi içerisindeki sayısal varlığı ve rolü giderek azalıyor. Daha önce İstanbul, Kocaeli, Bursa, İstanbul gibi belirli kentlerde Türkiye üretiminin büyük çoğunluğu gerçekleştirilirken, bugün artık emeğin en ucuz, işsizliğin en yaygın olduğu yerlerde sanayi tesisi kuruluyor. Toplam resimde objektif olarak işçi sınıfının bilinç oluşumunun koşulları giderek azalıyor veya ortadan kalkıyor. Bunda, işçi sınıfına dışarıdan bilinç taşıyacak olan örgütlü yapıların kendi durumlarının/etkisizliğinin de önemli payı vardır.
Bilinir ki kapitalizmin gücünü tüfekten ibaret zannedenler “ideolojik mermilerle” daha kolay vurulur. Gerçekte sadece ülkemizde değil dünya genelinde böyle bir noktaya doğru gidiliyor; işçi sınıfının bilinçli/nitelikli, işlevsel ve sonuç alıcı örgütlenmelerini yaratmak, bunu siyasal mücadelenin odağına koymak giderek zorlaşıyor.
Emekçilerin örgütsüzlüğü ve örgütsel yapıların durumu, sermaye güçlerini daha cüretkar hale getiriyor. Tüm “küre” artık onlar için bir “oyun sahasıdır.” Planlama yapılırken küresel düzeyde yapılıyor; Çin’den sonra ucuz işgücü bağlamında tekellerin Bangladeş’e yönelmesi bu nedenledir. Bir dönem “dünyanın atölyesi” rolünü üstlenmiş ve belli oranlarda bunu sürdüren Çin için Afrika’nın “bir atölye” (Çin’in Çin’i) haline gelmesi benzer bir sürecin devamıdır.
Türkiye’de de artık sermayedarlar Bangladeş’ten ucuz işgücü getirtme hesabı yapabilmekte, şimdilik bunu göçmen emeği ile ikame etmektedir.
Dünyadaki faşist hareketlerin oy potansiyelini artırmasını da gelişmiş kapitalist ülkelerin “denizde boğmaya” varan göçmen politikasını da bu dönemin parametreleri içinde okuyabiliriz. Süreci özetleyen fotoğrafın bir yanını Fas-İspanya sınırında kurşuna dizilip sonra da çöp gibi üst üste yığılan göçmenler oluştururken diğer yanını Erzincan İliç’teki siyanürlü doğa katliamı oluşturuyor.
Dönem dönem yaptığımız; Germinal’e, Budala’ya, Sefiller’e konu olan 1800”lü yıllar benzetmesi hafife alınmamalıdır. Vahşi kapitalizm daha gelişmiş araç ve imkanlarla tüm sınırları zorluyor. Neoliberalizm bir yanıyla da budur; kapitalizmi mümkün olan azami sınırlarda gerçekleştirmektir.
Yeni sömürgecilik ve sınıflar mücadelesi
Son 40-50 yılın Türkiye’sinde gözlediğimiz tablo, yeni sömürgeciliğin ülkeyi, insanlarından coğrafyasına kadar nasıl talan etmek anlamına geldiğini gösteriyor. Adım adım gerçekleşen işgal, dirençler kırıldığı ölçüde kapsam büyütürken, bugün artık Türkiye, emperyalist tekellerin işgalinde bir serbest bölge haline gelmiştir.
Şeker konusunda Cargill’in, tütünde Philip Morris, British American Tobacco gibi şirketlerin, fındıkta Ferrero’nun cirit atar hale gelmesi, çay üretiminde benzer bir sürecin işlemeye başlaması, en temel olanından en sıradan olana kadar her ihtiyacın ithal edilmesi, dönemin iktidarları eliyle bizzat tekeller tarafından gerçekleştirilen operasyonların sonucudur.
Ülke insanının eğitime, sağlığa ve hatta gıdaya erişimi giderek güçleşirken, egemen sınıflar kapitalizme dair bildiğimiz her şeyi daha da derinleştirip boyutlandırmakta ve yeniden güncellemektedir. Kapitalizmin/sermayenin azgınca saldırılarının sınırı yoktur. Bugün artık çok daha can yakıcı ve yok edici boyutlara varan kapitalist distopyayla mücadele, insanlığın en acil ve öncelikli sorunudur. Böyle bir mücadele aynı zamanda nasıl bir ütopyaya doğru yol alınması gerektiğinin basamaklarını döşeyecektir.
Bu yol, belki uzun ve zorludur. Ancak azami kozlarını kullanmakta olan sermaye güçlerinin kendilerini rakipsiz hissettiği ve saldırganlaştığı oranda çatlakları artmakta içsel problemleri ve zaafları görünür hale gelmektedir. Onlar, gücünü haklılıktan değil, halkların dağınıklığından, organize olamayışından almaktadır. Halkların, muhalif dinamiklerin aralarındaki yapay farkları bir tarafa bırakarak kenetlenmesi halinde ortaya nasıl bir güç çıktığı, biriken öfkenin nasıl bir enerjiye dönüştüğü, defalarca pek çok coğrafyada kanıtlanmıştır. Unutmamak gerekir ki onlar bir avuç biz milyonlarız. Onlar haksız, biz haklıyız. Onlar kölecilerin, feodal beylerin, kralların, padişahların, diktatörlük ve zorbalık ikliminin ve kadrolarının mirasçısı, emperyalistlerin uşağı, faşistlerin yoldaşıdır.
Biz ise gücünü haklılığından alan, bir avuç asalak dışındaki tüm halkların kardeşi ve bu yolda özgürlük ufkuyla mücadele edenlerin yoldaşıyız. Sınıflar mücadelesinde ezilenler adına üretilmiş tüm değerler, birikim ve pratikler yürüdüğümüz yolun pusulası ve basamaklarıdır. Bu, sınıfsal farktır ve sınıflar mücadelesinin yasaları/gerekleri doğru kavranılıp uygulandığında, özgürlük sanılandan da yakındır…