Yine deprem, yine acı, yine maddi ve ruhsal yıkım fotoğrafları…
6 Şubat depremi, bir kez daha ve çarpıcı biçimde, asıl enkaz ve felaketin tüm kurumları ile bizzat iktidarın kendisi olduğunu gösterdi.
Halkın üzerine çöken asıl enkaz iktidarın kendisidir; bu iktidar Cumhuriyet tarihinin en büyük siyasal afetidir. Bir kez daha depremi kaderle açıklayan iktidar ve sözcüleri, deprem sonrasında enkaz altında sağ kalan ve kurtarılmayı bekleyen vatandaşlar varken, onlar için sela okutulmasını isteyen Diyanet’le beraber en büyük enkazdır; halkın bir an önce başından atması gereken en büyük beladır. Bu bağlamda “deprem değil bina öldürür” sözünü, “deprem değil iktidar öldürür” biçiminde güncellemek gerekiyor.
Erdoğan, Maraş ve Hatay’daki gezisi sırasında depremi kader olarak gördüğünü söyledikten sonra konuyu inşaata getirmiş ve “Biz bu konularda kendimizi ispatlamış bir hükümetiz. İnşallah Hatay’ımızda da bunu yapacağız. Allah’ın izniyle Kahramanmaraş’ımızda da bunu yapacağız” diyebilmiştir.
Gelişmeler hızla gösterdi ki doğanın felaketi geçici, onlardan kurtulmadığımız sürece, bugün başkanlığını Erdoğan’ın yaptığı sermaye iktidarı kalıcıdır ve asıl felakettir. Nitekim Erdoğan bir kez daha şaşırtmamış ve depremden zarar gören 10 ilde OHAL ilan etmiştir. Normal koşullarda böylesi süreçlerde alınacak tedbirlerin sadece depremle sınırlı olması beklenir. Ancak AKP’nin bugüne kadarki karnesi böyle olmayacağını söylüyor. Özellikle 2016 OHAL’i sırasındaki uygulamalar, bugün neler yapılabileceğinin, anayasa dahil her türlü kural ve yasanın nasıl yok sayılabileceğinin görülmesi açısından önemlidir.
Anımsanacak olursa o süreçte Erdoğan Anayasaya bile uymamış, çok sayıda kararname çıkarmış ve bu kararnameler, süresi içinde TBMM tarafından onaylanmamasına rağmen yürütülmüştür. Bugün de asıl amacın ne olduğunu, OHAL’in deprem gereksinimleri dışında nerede ve nasıl kullanılacağını göreceğiz; hatta görmeye başladık bile.
Enkaz altındakilerin kurtarılmasında, enkaz dışındakilerin barınma ve beslenmesinde dayanışma, dolayısıyla da iletişim en önemli rolü oynarken, sosyal medyayı kısıtlamak, “Hasar tespitiyle her aileye 10 bin lira verilecek” sözü gibi bir AKP/Erdoğan klasiğidir. Birçok noktaya gitmeyen ama gidecek olanları da engelleyen iktidar ve kurumları artık kimseyi şaşırtmıyor. Çünkü onlar bilgiye düşman, gerçeklik karanlıkta kalsın diye ışığa düşman; emeğe, dayanışmaya ve yoldaşlığa düşman… Yönetebilmek için kör ve sağır bir toplum istiyorlar. Erdoğan’ın “Bunlar kader planının içerisinde olan şeyler” sözü tam da bunu doğrulamaktadır.
Yeteneksizlik mi katil soğukkanlılığı mı?
İktidarı güç, icraatı kötülük paydasında toplamış olmak, sermayenin güncellenerek devam eden yüzlerce yıllık tahakkümüdür. Bu tahakkümde, ideoloji de var siyaset de silah da var kültür de sömürü de var rant da. Böyle bir iklimde depremi siyasal ranta da ekonomik ranta da dönüştürmek, sermayenin sınıfsal fıtratında var. Onların normları bu çerçevede biçimleniyor.
’99 depreminden sonra deprem vergisi koymak, o günden bugüne kesintisiz biçimde bu vergiyi toplamak ama biriken paraları keyfi biçimde kullanmak, hatta AFAD’ın bütçesini bile örtülü ödenek kapsamında görmek, kimilerinin sandığı gibi cahilliğin veya şımarıklığın değil, sermaye dünyasına has katil soğukkanlılığının ifadesidir. Onların “kriz yönetimi” dediği budur; gerçekte depremin, selin vb. halk üzerindeki yıkıcı etkisini azaltmak üzere bir düzenlemeden değil; bir olağanüstülük ve afet yönetiminden değil, halkın muhtemel tepkilerinin susturulması ve her gelişmenin ranta, istismara çevrilmesi bağlamında bir yönetimdir. Bu nedenle olup bitene şaşırmamalı ama öfkelenmeli, tepki vermeli ve örgütlenmeli…
Yetersizlik mi tercih mi?
Böyle anlarda tüm manipülatif çabalara rağmen hayatın gerçekleri ve öğreticiliği öne çıkar. Kısa süreye çok şey sığar. Sistemin pulları dökülür. Bu örnekte görüldüğü gibi gündelik hayatta her an karşılarında binlerce polis ve gerektiğinde asker gören halk, bu kez aynı güç ve imkanları sahada göremedi. Pek çok ülkede asker bulunduran, Suriye’den Irak’a ve Azerbaycan’dan Libya’ya sıcak çatışmalar için asker gönderen, pek çok ülkede asker bulunduran iktidar, enkaz altında kalan insanlara müdahale için asker gönder(e)medi. Geçen sene yanan ormanların seyredilmesi, hatta yardımların önlenmesi gibi bu kez de deprem karşısında aynı tavır takınıldı. Yangınlarda olduğu gibi bu, yetersizlikten çok bir tercihtir. Bu aynı zamanda 20 yıldır devletin kimler için, hangi niteliklerle nasıl biçimlendirilmekte olduğunun ifadesidir.
Kurtarma ve destek dahil bu alanda deneyimli madencilerin hızla bölgeye nakli yerine ısrarla bekletilmesi, benzer şekilde bu alanda en donanımlı güç olan TSK’nin deprem alanına ilk iki gün sokulmaması veya askeri helikopterler dahil mevcut imkanların gereğince ve yeterince kullanılmaması bir acemilik veya yetersizlik değil bir tercihtir.
Korona salgını sürecinde, ilk destek paketini açıklarken bunu temel olarak iş adamları için yaptığını gizlemeyen, halkla IBAN numarası paylaşan, belediyelerin yardım toplamasını engelleyen ve topladıklarına el koyan, 1999 depreminden beri toplanmakta olan vergileri sermayenin kar hanesine yazdıran AKP/Erdoğan, ne yaptığının bilincindedir. Bugüne kadar övündüğü hava alanlarının, karayollarının, viyadüklerin vb. çökmesi karşısında daha büyük yalan ve manipülasyonlara ihtiyaçları vardır. Onlar, tüm kurumları ve kadrolarıyla ne zaman, nerede, kimler için rol alması gerektiğini biliyor ve ona göre hareket ediyor.
Onların sorumluluklarından biri de halkın ihtiyaçlarını karşılamak değil, yağma ve talan düzeni karşısında oluşabilecek bilinçlenmeyi, fiili karşı duruşu, örgütlü çabaları vb. önlemektir. En büyük korkuları budur; yüzlerinin dolayısıyla da sınıfsal gerçeklerin açığa çıkmasıdır. O halde şimdi öncelikli amaç ve görev, bir taraftan halkla her türlü dayanışmayı sürdürürken diğer taraftan depremin ve bu süreçteki fiili tablonun açığa çıkardığı gerçekliği daha da görünür kılmak, yaşanmakta olan bilinç sıçramasını sınıfsal hedeflere yönelecek şekilde örgütlü bir güce dönüştürmektir.
Herkes rolünü oynuyor
17 Ağustos 1999 sonrasında deprem, inşaat sektöründe bir pazarlama aracı olarak kullanıldı. Depreme dayanıklı bina reklamı daha pahalı bina demekti. Oradan çıkarılan dersler hızla sermayenin mutfağında iktidar eşliğinde ranta ve talan projesine dönüştürüldü. Yoksullar kentlerden uzaklaştırıldı, onların yerlerine el konuldu; iş merkezleri, milyonluk daireler vb. yapıldı. Tüm yasa ve kurallar sermaye yağması için kullanıldı; darbe girişimi dahil her sebeple alınan her tedbir sonuçta halkı vurdu ve patronların yağma imkanlarının önünü açtı. Bugün de tüm imkanlar hızla depremin gerçekleştiği bölgelere seferber edileceğine OHAL ilan edildi. OHAL’den ne anladığını bizzat Erdoğan’ın kendisi 2017’de “OHAL’i biz iş dünyamız daha rahat çalışsın diye yapıyoruz. Grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifade ederek anında müdahale ediyoruz” diyerek açıklamıştı.
Yukarıda söylediğimiz gibi OHAL, dün de iktidar adına kuralsızlık, halka yasak demekti; bugün de amacı, karşılığı bu olacaktır. Bunun aynı zamanda devletin sorumluluğunu yerine getirmemesi karşısında her türlü tepkiyi bastırmak, halkı susturmak ve kendi yasalarını dahi tanımamak anlamına geleceğini çok kısa sürede göreceğiz. Depremle ilgili eleştiri yapmak, örneğin Erdoğan’ın AFAD’ın bütçesini ikinci örtülü ödeneği olarak kullanmasını veya 20003’te kalıcı hale getirilerek 20 yıldır toplanmakta olan vergilerin nerede kullanıldığını sormak suç sayılacak; kendi istismar kurumları dışında hiç kimsenin halkla dayanışma içinde olmasına izin vermeyeceklerdir.
Buraya kadar ortaya koyduğumuz tablo gösteriyor ki bugün, hiç olmadığı denli, mevcut gelişmeleri sınıfsal ölçeklerle görmeye ihtiyacımız var. Halk ve iktidar, emek ve sermaye ayrımı, parti veya oy tercihi üzerinden değil bugün nerede nasıl durulduğu; yüreğin, aklın tercihlerinin nereden yana olduğu üzerinden gerçekleşiyor. Her şey sınıfsal ölçülerle gerçekleşiyor, sınıfsal bakıldığı oranda da net görünüyor. Mesele OHAL veya afet bölgesi ilanı değil. Duruşun, tercihin ve imkân/güç kullanımının sınıfsal mantığıdır. Yani Marksizmin söylediği gibi “kim için, ne için” sorusu kilit roldedir.
Eğer mesele enkaz altındaki halkı kurtarmak, kurtarılanları barındırmak, tedavi etmek, o bölgeye imkân taşımak vb. ise bunun önünde zaten bir yasal engel vb. yoktu. Zaten her şeyi tekeline almış olan iktidar için salt deprem bağlamlı kararlarda OHAL veya afet bölgesi ilanı da bir ihtiyaç değildir. Burada asıl amaç, örneğin sosyal medya sınırlaması gibi halkı susturmak, gerçekleri çarpıtmak, depremi hızla ranta çevirmek ve halkın muhtemel tepkilerini gerekirse OHAL yasakları ve imkanları ile bastırmak vb.dir. Yoksa 2016’da ilan edilen OHAL’in kaldırılması sürecinde zaten o yetkiler mevcut yasalara dahil edildi. Ve bugün grev yasakları dahil, her türlü yetkiyi Erdoğan zaten kullanıyor.
Tam da bu nedenle, önümüzdeki süreçte iktidarın mevcut yetkilerine rağmen daha ne yapmaya çalıştığına bakmalı ve mümkünse olası adımlarını öngörerek bugünden hazırlıklı olunmalıdır. Tekrar söylemek gerekirse, mesele irade ve imkanların doğru kullanımı olsaydı ilk andan yapılacak çok şey vardı. Tartışma, devletin/iktidarın sınıfsal niteliği üzerinden yürütülmeli ve yaşanan bilinç sıçramasının, gelişen dayanışma bilincinin ve ağlarının devamı için yeni bir “doğa uyarısı” beklemeden ne gerekiyorsa yapılmalı, ihtiyaca uygun örgütlülükler yaygınlaştırılmalıdır.
Gidilmeye değer yerlerin kestirmesi yoktur – Paulo Coelho
Zorlu ve uzun erimli bir sürece girilmiş durumda. Mevcut hareketlilik sakinlediği, tırnak içinde de olsa “normale” dönüldüğü oranda sıcaklık yerini soğukluğa bırakacak, yalnızlaşma ve çaresizlik hissi öne çıkacaktır. Buna izin vermemek, kişisel olanı toplumsal olandan koparmamak için, bisiklet üzerindeymiş gibi “pedal çevirmeye” devam etmek, kesintisiz bir mücadele ve dayanışma içinde olmak gerekiyor. Bunun da bilinen tek yolu örgütlülüktür. Bu süreçte birbirine değen, dokunan, diyalog kuran herkese çağrımızdır; bu temasları kalıcılaştıralım, seçim olsa da olmasa da hayatın her kesitinde asıl ihtiyacımız budur.
Fiziki enkazlar sonrasında yüreklerde, bilinçlerde yaşanacaklar daha hafif olmayacaktır. Bu alan, sanıldığından da derin ve karmaşıktır. Pandemiden kalan ve henüz baş edilememiş olanla birleştiğinde daha derin sarsıntılara sebep olacaktır. Böyle bir süreçten çıkışın ipuçları belirmiş durumda. Atılan çığlıkların, çekilen acıların, tutulacak el arama gayretinin milyonlarca insanla buluşabilmesi, sınıflı toplumun tüm yabancılaştırıcı etkisine rağmen insanda yok edilemeyen direncin ifadesidir. Takip edilecek YOL budur.
Bu YOL, dünden bugüne uzanan örgütlü deneyimlerin, halk adına üretilmiş somut çözümlerin toplamıdır. Egemen sınıfların en çok korktuğu ve engellemeye çalıştığı şey örgütlü halktır. Bunun özeti akıl ve yürek yoldaşlaşmasıdır. Toplumsal kardeşleşmedir. İmkân ve güç birliğidir. Deneyimler göstermiştir; parlamentolar, egemen sınıflar için yasa çıkarır, mesai yapar; halk meclisleri ise halkın öz örgütlülüğüdür, kendini ifade etme ve çözüm üretme zeminleridir.
Sorun ister deprem ister açlık-yoksulluk vb. olsun; halk kendi örgütlülüğünü yarattığı oranda kalıcı gerçek çözümler geliştirilebilir. Bunun bölgelere ve ihtiyaca göre somut ifadesi farklı olsa da özü herkesin sorunları üzerinden hemen bugünden siyasal yaşama katılmasıdır. Mahalle Meclisleri, Deprem Komiteleri vb. geliştirmektir. Bilinir ki örgütlü halkı hiçbir güç yenemez…
11 Şubat 2023
Devrimci Hareket