Seçim tarihi yaklaştıkça söylem ve çalışmalar, partiler hangi ad ve iddiaya sahip olursa olsun, giderek popülizme kaydı ve aday belirleme konusu her şeyin önüne geçti; adeta bir iç mücadele konusu haline geldi. Daha önce yaptığımız değerlendirmelerde, bu seçimin önemine de abartılı yorum ve duruşlara da değindik. Ancak öyle görünüyor ki son güne dek tartışmalar da (bir oranda zayıflasa dahi) kafa karışıklıkları da devam edecek.
İç içe geçmiş çelişmeli bir tabloyla, yani bir paradoksla karşı karşıyayız. Süreç pek çok açıdan değerlendirme yapmayı, neden-sonuç ilişkisi kurmayı, daha da önemlisi (bugün adeta unutulmuş da olsa) dünya-ülke konjonktürü üzerinden analiz yapmayı gerektiriyor.
Teknolojik gelişmeler, bilgi ve kavrama imkanları artmışken, doğal felaketlerden toplumsal sorun ve krizlere kadar her şeye daha gerçekçi, sonuç alıcı ve nitelikli çözümler üretebilmek mümkünken, Marks’ın “doymak bilmeyen canavara” benzettiği kapitalizm ve sermayenin giderek kapsam büyüten saldırganlığı tam tersi sonuçlar yaratmaya devam ediyor; deyim yerindeyse insan, kendi yanılgısını kendisi üretiyor.
Kapitalizmin kronik krizlerine savaş, pandemi, ekolojik krizler vb. eşlik ettiği bu koşullarda genelde toplumsal muhalefet dinamiklerine özelde sola düşen sorumluluklar, giderek özgünleşip büyürken, bu koşullarda 14 Mayıs seçimlerine giriyoruz.
Bilindiği gibi partilerin aday listeleri açıklandı. Bu süreçte, muhalefetin ve hatta ittifakların kendi içinde bile yarış ve rekabetin kızışması, gözle görünmez iradelerin ve çıkar hesaplarının öne çıkması ve aday tercihindeki savrulma, hangi isim ve iddia ile olursa olsun, bu alanda burjuva siyaset tarzının ölçülerinin ağır bastığını gösteriyor.
Solun, devrimcilerin bu zemini bir “kürsü” olarak kullanması yeni bir olgu değil ancak gelinen aşama bunu çokça aştı. Kürt örgütlülüğünün bilinen özgünlükleri nedeniyle bu zemini bir kürsü olmanın ötesinde kullanması ile başlayan süreç, bugün artık kabulü zor tablo ve pratikleri ortaya çıkarmıştır.
Adayların belirlenmesi sürecinde yaşanan gelişmeler; bu seçimlerin önemine, özgünlüğüne, atılacak oyun kişiden çok bir “stratejik öneme” bağlı atılması gerekliliğine rağmen haklı olarak kafaları karıştırdı. “Bu kadar değil” dedirtecek gelişmeler yaşandı. Bu sözümüz, aday belirleme sürecinde yaşanan “hegemonik irade” sebebiyle (ayıntılara ve yıpratıcı yorumlara girmeksizin söylüyoruz) gelinen aşamada HDP için de geçerli. Stratejik önem söz konusu olmadığında “oy vermemek gerektiğini” söylemek için ne yazık ki bugün artık ciddi nedenlerimiz var.
Daha önce yaptığımız değerlendirmede oy kullanırken “HDP’nin Mağduriyetini gören bir yerden” bakarak tercih yapmak gerektiğini söylemiştik. Ancak gelinen aşamada, içinde tek tek sosyalist dostlarımız olsa da partinin bu hassasiyetle tercih sebebi olma niteliğini büyük oranda yitirdiğini; bu türden hassasiyetler taşıyan dostlarına karşı kendisinin benzer hassasiyetler taşımadığını, kim ne derse desin, tekleşmiş ve değişmez bir irade eşliğinde bildiğini okuduğunu (ve bu konuda söz bizden çok “Emek ve Özgürlük” bileşenlerine düşse de) bir kez daha oturduğu masalarda eşit davranmadığını gördük.
Elbette her partinin dinamikleri, sınıfsal bağlamları vb. farklıdır. CHP ile kıyaslayacak veya eşitlik kuracak değiliz. Eğer meseleyi adayların tek tek niteliği üzerinden tartışacak olursak ne CHP’ye ne de HDP/YSP’ye oy vermemek gerektiği açıktır. Halklarımız ve bizler, hangi listede yer alırsa alsın Akşener’in, Davutoğlu’nun veya Babacan’ın yaptıklarını nasıl unutmadıysak, Cengiz Çandar’ın, Hasan Cemal vb.nin de yaptıklarını/niteliğini unutmadık. Bu nedenle halkımız, dostlarımız ve yoldaşlarımız; mücadelenin sürekliliğini unutmadan ve bu seçimin temel önemdeki hemen hiçbir sorunu çözmeyeceğini, sürece daha örgütlü ve bilinçli girmek gerektiğini bilerek sandığa gitmeli; Cumhurbaşkanlığı seçiminde AKP/Erdoğan iktidarının 20 küsur yıllık kesintisizliğine son vermek için, Milletvekili seçimlerinde ise bulunulan il ve bölgeye göre Meclis aritmetiği dikkate alınarak, dolayısıyla da bu seçimlerin “stratejik” önemine bağlı kalınarak oy kullanmalıdır.
Süreç de mücadele de devam ediyor. “Ya hep ya hiç” duruşu, bizler gibi önüne “devrime kadar kesintisiz mücadele”yi koymuş olanların duruşu olamaz. 14 Mayıs’ta sandıktan hangi sonuç çıkarsa çıksın, bizleri zorlu bir mücadelenin beklediğinin bilincindeyiz. Pragmatizmin ve liberalizmin sol/devrimcilik iddialı yapıları büyük oranda etkisi altına almış olması, bu süreçteki olası sorumluluklarımızı daha da büyütüyor. Yoldaşlarımız, estirilen sol liberal rüzgarın içi boş tartışmalarına aldırmadan, dünden bugüne uzanan birikim ve değerlerimizin ışığında geleceğin taşlarını dizmek için hem donanımını hem de örgütlülüğünü büyütmelidir.