“Bir şeyleri yanlış adlandırmak dünyanın talihsizliğini artırıyor“
Albert Camus
Fransa’da 17 yaşındaki Cezayir asıllı Nahel Merzuk’un polis tarafından katledilmesi sonrasında gelişen protestolar, eylem sayısı ve niteliği açısından özelde Fransa genelde dünya gündemine oturdu.
Fransa, benzerini çokça yaşadığı, banliyölerdeki bu türden olaylara alışkın. Gerçekte, banliyölerin ve kent yoksullarının sorunları ezilenlerin sorunlarıdır. Buradaki her sorun sınıfsal kökenlidir. Bizlerin trenlerden bildiği banliyö kavramı, kent merkezinde çalışan ama kentin çevresinde oturan toplumsal kesimin yaşam alanlarını ifade eder. Fransa’da bu kavramın yaklaşık 50 yıldır “sorun”la özdeş kullanıldığını, söz konusu insanların kötü/zor koşullarda yaşadığını söyleyebiliriz.
Olayların başladığı Nanterre, bir işçi banliyösü olarak bilinir. Ancak süreç içerisinde bir göçmen banliyösüne dönüşmüştür. Ve bugüne dek Fransız polisi ile göçmenler arasında pek çok olay yaşanmıştır. Bu bağlamda Nahel’in katledilmesi, Cezayir bağımsızlık savaşından bugüne yaşananlardan kopuk ele alınamaz.
Olayların nerede duracağı veya nasıl sonuçlanacağı üzerine tahminlerde bulunmaktan çok buraya nasıl gelindiği, bunun ne olduğu ve bugün sönümlense dahi nelere gebe olduğu üzerinde durmak, geleceği öngörmek ve tekil olaydan dünyaya bakmak açısından önemlidir.
Fransa’da bir süredir, dünyadaki ve ülkedeki sağcılaşmanın yanında bizzat polis örgütlenmesi içinde de bir sağcılaşma yaşanıyor. Ve üstelik bu uygulama, görevde hangi cumhurbaşkanı olursa olsun kesintisiz devam etmiş ve bugün artık ırkçı faşist yapıların polis içinde yoğunlukla örgütlü olduğu, polis sendikasının göstericiler için “ezilmesi gereken böcekler” yakıştırması yapabildiği bir noktaya gelmiştir.
Polisin yetkilerinin artırılmasını ve daha kolay silah kullanabilir hale gelmesini sağlayan yasal düzenleme, 2017 yılında Sosyalist François Hollande döneminde yapıldı. Ve o günden sonra bunun sokaktaki sonuçları somut biçimde gözlendi, polisin öldürücü müdahaleleri arttı. Aslında gerek bu türden düzenlemeler gerekse kadrolaşma veya “face control” olarak adlandırılan ve insanların esmer tenine, kıvırcık saçına vb. bakılarak, genelde ötekileştirilmesi özelde kontrole tabi tutulması Türkiye’de bizlerin de yakından tanıdığı uygulamalardır.
Nahel’in katledilmesiyle beraber oluşan ve dünya ölçeğindeki sınıflar mücadelesine dair dönemsel veriler barındıran tablo, Türkiye’de 2023 seçimlerinin yarattığı kafa karışıklıklarını içeren tartışmalı süreç için de ipuçları sunuyor. Bu bağlamda Türkiye’ye izdüşümler yaparak olguyu değerlendirmek, günün sorunlarını çözümlemek ve sorunlara doğru araç ve yöntemlerle müdahale etmek için olmazsa olmaz önemdedir.
Belki kimilerine ilgisiz gibi gelebilir ama bugün Fransa’da, kısa bir süre önce de İran’da gündeme gelen öfke patlamalarının tüm meşruiyetine rağmen, uzun vadeli, programatik ve hedefli bir hareketin parçası olmadan sönümlenmesi ile 2023 seçimlerinin Türkiye solu adına ortaya koyduğu tablo, kafa yorulması gereken sorunların/yetersizliklerin benzerliğine işarettir. Bu, sınıflar mücadelesi diyalektiğidir; Fransa’dan Türkiye’ye, Nanterre’den Gezi’ye, Nahel’den Berkin’e izdüşüm yapmak mümkün.
Sorunu sadeleştirmek ve doğru sorular sormak
Kimi, sınıfsal olarak nerede, kimlerden yana veya kimlere karşı göreceğiz; bu konuda sınıflama veya ölçüm yaparken nereye bakacağız? Bu sorular aynı zamanda “bundan sonra ne yapacağız; muhasebeyi nereden, nasıl başlatacağız; seçim sonuçları, kimlerin yenilgisidir; ne anlamda bir yenilgidir veya yenilgiden kimler ne oranda sorumlu?” gibi sorulara yanıt aranırken konu dışı tutulamayacak içeriktedir.
Daha önce de var olan ama 2023 seçimleriyle beraber daha da yaygınlaşan bir yanılgı söz konusu. Buna göre “toplumun yarısı” bizimle birlikte. Bu tür fikirler/analizler iyi niyetle hatta pozitif öngörülerle kurulmuş olsa da toplumun diğer yarısını verdikleri oya bakarak karşımızda veya sömürücü azınlıktan yana olarak görmek gibi önemli bir eksikliği/yanılgıyı barındırıyor.
Konuyu derinleştirirken “karmaşıklaştırıyor” gibi görünebiliriz. Ancak sorun zaten hafife alınarak aşılacak türden olmadığı gibi seçimle sınırlı da değil. Bu nedenle bırakalım karmaşıklaştırmayı, öncelikle sadeleştirerek ve doğru sorular sorarak işe başlamak gerekiyor. Çünkü yanlış sorunun doğru, zor sorunun kolay cevabı yoktur.
Sol, eğer dünya ölçeğinde zorlu bir sınavla karşı karşıyaysa; gecikmiş, yanıtlanmadan üzerinden atlanmış veya yanıtlanamamış sorular giderek birikmiş ve bugünün doğru okunup çözüm geliştirilmesini asıl bu durum zorlaştırıyorsa; nereden başlanacağı, nereye bakılacağı ve nasıl bir yol izleneceği büyük önem taşıyor.
Sizler bakmayın kendini başarılı göstermek için başarının tanımını, hedefe kolay ulaşmak veya ulaşmış görünmek için stratejik hedeflerini değiştiren; politiklikten reel politiği, taktikten ölçüsüzlüğü, ittifaktan oy eksenli geçici ve ilkesiz toplamı, örgütlenmekten kendini örgütlemeyi anlayan kişilere, parti ve hareketlere. Dünya, 100 yılda bir rastlanabilecek türden bir alt üst oluş içindeyken gündemi, bütün bunlardan habersizmiş gibi veya bunların önemi yokmuş gibi kendi dar ve gündelik hesapları üzerinden okumak kolay gelebilir, kazandırıyormuş gibi görünebilir; ama sanıldığının aksine sınıf mücadelesi gerçekliğinden uzaklaştırır.
Sınıflar mücadelesinin giderek şiddetleneceği zorlu bir süreçten geçiyoruz. Daha önce bir başka konjonktürde nasıl ki bir arada hem İstanbul hem Lice’ye hem Cizre hem Cerattepe’ye, hem Berkin’in hem de Medeni’nin katline bakmamız gerektiğini söylediysek bugün de elbette, görmek ve göstermek için feneri döviz kuruna da zamlara da seçim sonuçlarına da Fransa’daki isyana da tutacağız. Ama parça-bütün ilişkisi kurmazsak bu olguların her biri bir diğerinin görünürlüğünü baskılayacak, gölgede bırakacaktır. Tam da bu noktada Marksizmin yol gösterici ufkuna, temel teorik tezlerden uzaklaşmayan bir kavrayış ve yeniden üretime ihtiyaç vardır.
Şiddet ve sınıfsal ölçekler
Ancak sınıf gözlüğü ile görülebilecek bağlar, ağlar ve gerçeklikler vardır. Bugün yaşanmakta olan gelişmeler sınıf ilişki ve çelişmeleri bağlamında değerlendirilemediğinde, ihtiyaç duyulan araç ve yöntemlerde de bir isabet oluşmuyor.
Olguları neden-sonuç ilişkisi kurarak okuma, dolayısıyla da saflaşma, sınıfsal ölçeklerle yapılmadığında, Nahel’in katlinde olduğu gibi kırılan can değil kırılan camlar konuşulur, gerçek fail ve kesintisiz saldırganlıklar değil katledilen gencin sahiplenilmesindeki yöntem tartışılır. Bu manipülasyon ve algı yönetimi, daha öncesini yok saysak dahi Paris Komünü’nden beri bilinen ve giderek kapsam büyüterek kurumsallaşan olgulardandır.
Eğer kafalar bu denli karışmamış, ölçüler bu denli bulanmamış, solun yol gösterici niteliği ağırlığını ve işlevselliğini koruyor olsaydı, açıkçası sigortalanmış bir camın hayatları yok sayılmış ve insan yerine konulmayan topluluklar tarafından kırılmasına değinme ihtiyacı bile duymaz, temel önemdeki konularla yetinirdik. Ne var ki birden çok nedenle sorunun bu boyutuna da değinmek durumundayız.
Bir süredir dünya ölçeğinde “savunmaya” zorlanan ve çok parçalı olan solun ve muhalif kesimlerin bütünlüğü adına toplam oluşturabilmek ve duruştaki meşruiyeti kaybetmemek açısından eylem seçiminde özenli davranmak önemlidir; ancak meşruiyeti salt buradan okumak, “şiddet” denilince salt sokaktaki öfkeyi görmek ve saflaşmayı sınıfsal ölçekler yerine buradan kurmak, ezilenler için tam bir tuzaktır. Ve ne yazık ki bu tuzaklar yeni değil, tuzağa düşenlerin ise oranı hiç de az değildir.
Bir örnek olarak anımsanacak olursa Engels’in, Paris Komünü’nün bastırılması konusunda Ulusal Hükümet tarafını tutan annesine yazdıkları bu açıdan hem öğretici hem çarpıcıdır. Engels, annesini “İnsanlar silahlarını bıraktıktan sonra, Versailles ordusu tarafından makineli tüfeklerle katledilen 40.000 erkek, kadın ve çocuğu” unutmakla itham eder. Tabii yanlışa taraf olmak için hükümet yanlısı olmak da gerekmiyor. Bugün Fransa’da “kimin şiddeti, hangi şiddet” sorularını sorarak haklılığı sınıfsal ölçekler üzerine oturtma yönteminden yoksun olan Melenchon da çeşitli sol/sosyalist iddialı yapılar da Nahel’in katli sonrasındaki süreçte yanılgıya düşerek doğru tutum alamamıştır.
Dünya/kapitalizm nereye?
Bir cümleyle ifade etmek gerekirse dünya, İkinci Yeniden Paylaşım Savaşı öncesini anımsatan bir gerilim, çatışma ve saflaşma sürecini yaşıyor. Ancak ikinci paylaşımın yaşandığı dünya nasıl ki birinci paylaşıma giden dünyadan farklılıklar taşıdıysa bugün de dünya, ikinci paylaşım koşullarından önemli oranda farklı.
Uzun süreli bir refah/çatışmasızlık döneminden sonra yeniden krizlerle, çatışma ve gerilimlerle yüzleşen sermaye dünyası, öncesinde bir hazırlık, deneyim vb. yaşanmış olsa da 1980’de milat sayılacak şekilde, içinde bulunduğu sıkışmayı aşma ve önünü küresel boyutta açma hamlesi başlattı. Aynı zamanda askeri darbelerin de daha uygun araçlarla ikame edilmesini, yapısal uyumu vb. içeren bu süreç, 1989’da reel sosyalist zeminde yaşanan çözülmeyle beraber kapsam büyüterek hızlandı. Buna göre, piyasa dışında kalmış ne varsa piyasaya dahil edilecek ve tam da kapitalizmin ruhuna uygun olarak her şey metalaştırılacaktı. Tüm kamu malları, tüm doğal kaynaklar özelleştirilirken, kapitalizmin girmediği tek bir coğrafya ve yaşam kesiti kalmayacak, bir ürün nerede ucuza üretiliyorsa orada üretimi yapılacak ve ihtiyaç duyulan yerlerde pazarlanacaktı.
2000’li yılların başı, sermayenin el yükselttiği, 10-15 yıllık planlamaların yapıldığı, NATO’nun yeniden biçimlendirilip hedef ve kapsam büyüttüğü bir tarihtir. Bunun devamında 2008’de dünya ölçeğinde patlayan kriz, gerçekte sermayenin dünyayı bir “oyun sahası” olarak gören ve emeği yok sayan neoliberal politikalarının kriziydi. Bugün gelinen aşamada Avro bölgesinde görüldüğü gibi resmen resesyondan söz ediliyor. Örneğin. Fransa’da sıfır civarında bir ekonomik büyüme gerçekleşti. Neoliberal politikalar uygulanabilirliğinin sınırına gelirken bölgesel düzeydeki bir Ukrayna savaşının etkileri tüm kürede görülüyor. Enerji krizi, gıda krizi vb. yaşanıyor. Bu koşullarda giderek yoksullaşan halk kesimlerinin tepkileri gerici yasalarla ve polisiye önlemlerle bastırılıyor.
Neoliberal politikaların, acı reçetelerin mağduru halk kesimlerinde ise sol alternatifin yetersizliği koşullarında sağcı partilere bir yönelim gözleniyor. Kısaca göz atacak olursak Yunanistan’da seçimleri sağcı Yeni Demokrasi Partisi’nin kazandığını, 23 Temmuz 2023’te gerçekleşecek İspanya seçimlerini de sağcı Halk Partisi’nin kazanma olasılığının yüksek olduğunu; İtalya, İsveç, Finlandiya gibi ülkelerde göçmen ve mülteci karşıtı sağ partilerin oy artırdığını, Almanya’daki ırkçı AFD’nin yerel seçimlerde başarı kazandığını görürüz. Benzer şekilde, Fransa’da yapılacak ilk seçimde Le Pen’in cumhurbaşkanı seçilmesi, süreci yakından izleyen hemen hiç kimseyi şaşırtmayacaktır.
Bu tabloyu, dünya ölçeğinde göçmenlerin, sömürgeci emperyalist odaklarca gerek ucuz emek gerekse yabancı düşmanlığının kamçılanarak istismarı, dolayısıyla da sınıf bilincinin gölgelenmesi amacıyla beraber düşündüğümüzde, krize faşizmin eşlik edeceğini ve mevcudun çok daha ötesinde bir derinleşme ve yaygınlaşma yaşanacağını söylemek mümkün.
Sonuç yerine
Fransa’da Nahel’in polis tarafından katledilmesi sonrasında yaşananlar, Fransa’daki toplumsal muhalefetin olduğu kadar banliyölerin de niteliğini anlamayı gerektiriyor. Emekçilerin, göçmenlerin, Kuzey Afrikalılar ve siyahların vb. yerleştiği, eğitim dahil çeşitli olanaklardan yararlandırılmayan banliyölerde yoksulluğun, çaresizlik ve adaletsizliğin biriktirdiği öfke çeşitli nedenlerle patlayabiliyor. Öyle ki İçişleri Bakanı Gerard Darmanin’e göre gözaltına alınan 4 binden fazla gencin 1200’ü reşit değil. Hatta 13 yaşında olanlar bile var.
Yukarıda da söylediğimiz gibi Fransa’da bu ilk değil. Örneğin 2005’te banliyölerde ayaklanmalar yaşanmış, çok sayıda araba, kamu binası ateşe verilmiş ve devamında OHAL ilan edilmişti. O direniş sırasında sol partiler, sendikalar vb. isyancılara destek olmamış araya mesafe koymuştu. Bu kez ise özellikle ilk üç gün Melenchon’un sözcülüğünü yaptığı NUPES koalisyonu dahil çeşitli sol yapılardan destek geldi. Bunun karşısında ırkçı faşist hareketler sokağa çıkmaktan iç savaş kışkırtıcılığı yapmaya ve halkı göstericilere karşı sokağa çağırmaya kadar çeşitli yöntemlere başvurdular. Irkçılığın yaygınlaşarak taraftar bulduğu bu koşullarda, toplumu farklarıyla bir arada tutabilme, enerjilerini bu alana aktarabilme potansiyeline sahip, soruna sınıfsal ölçeklerle bakabilen sol sosyalist yapıların gücüne ve iradesine büyük ihtiyaç vardır.
Macron döneminde yaşanan ve sonradan sönümlenen Sarı Yelekliler deneyimi, emeklilik yaşını artırmayı amaçlayan yasanın çıkarılması sırasında yapılan direniş ve protestolar, iktidar açısından olduğu kadar muhalif kesimler açısından da öğretici boyutlar taşıyor. Ancak buna rağmen, gösterilerin banliyölerde yoğunlaşması, sokağa çıkanların hem çok genç hem de göçmen olması, karşıt duruşa sahip ırkçı faşist kesimlerin sözünün etkili olabilme ihtimalini artırıyor ve gözlendiği gibi ilk üç günden sonra destek düşüyor.
Fransa’nın kendine has bir diğer niteliği de toplumun çoğunluğunun seçimlerin çözüm getireceğine dair umudunun kaybolmuş olmasıdır. Örneğin Fransız Ulusal Meclisi’nde 577 vekilden sadece beşi işçi sınıfı kökenli. Emekçiler meclisin kendilerini temsil etmediğini düşünüyor. Bu durum, toplumsal muhalefetin kendini sokakta ifade etme olasılığını artırırken aynı zamanda sandık ve sokak imkanlarını bir araya getirebilme tecrübesine ve ufkuna sahip, köklü çözüme işaret edebilecek sol sosyalist yapıların önemini ve sorumluluğunu artırıyor.
Bu bağlam içinde (tartışmak için değil) ders çıkarmak için Gezi direnişinin güncellenerek anımsanmasında yarar vardır. 2023 seçimlerinde solun büyük çoğunluğunun Erdoğan karşısında Kılıçdaroğlu’na oy vermiş olmasına rağmen beklenen sonucun elde edilememiş olması, soruna bardağın boş tarafından bakmaya eğilimli kesimlerde moral bozukluğunu ve çaresizlik hisini derinleştirdi. Ancak buna rağmen eğer giderek kocaman bir deli gömleğine dönen düzene razı olunmayacaksa, bir an önce kötümser, karamsar, umut kırıcı ve ideolojik politik olarak bozucu roller bırakılmalı, ders çıkarmak dahil, kolektif çözüm için fikri ve fiili imkanlar yan yana getirilmelidir.
Devrimci Hareket 16.07.2023