“Hepimiz soruları duymak istediğimiz cevaplara göre değiştiririz.” (House)
Yukarıdaki söz, bir yanıyla da kişinin gerçekliğinden kaçışına işaret eder. Carl Gustav Jung da benzer biçimde, herkesin inkâr ettiği parçaları olduğunu söyler. Buna göre, istenmeyen parçalar gölgeye dönüşür; en uzun gölgeleri olanlar en mutsuz insanlardır. İşin paradoksal yanı şu ki, insanın gerçekliğinden kaçışı, genellikle mutsuz duruma düşmemek adına başvurulan bir yoldur. Gerçekte ise, kolaycı ve daha iyi sonuçlar doğurmayan; menzilinde mutluluğun, içsel tutarlılığın olmadığı bir yoldur.
Farklı bağlamlarda da olsa Sartre’ın kullandığı “kendinde varlık”, “kendi için varlık” tanımlarına benzeterek söylersek; insanları, “seçen, planlayan ve bilinçli davranan” nitelikleriyle “kendisi için insan” ile egemen yönlendirmenin dışına çıkamayan nitelikleriyle “kendinde insan” olarak tanımlayabiliriz. Tabii bilinçli tercihlerde bulunarak yaşayan kişinin de egemen yönlendirmeye göre hareket etmesi mümkün. Bu, çıkar hesapları ile olduğu kadar, sistemin yaşama içerilmiş mikro hallerinin
tanımlanamaması veya aşılamaması ile de ilintilidir. Alternatif bir duruş ve bakış açısı geliştirilemediği sürece, bilinçli davranan insanlar da bilincini egemenin hizmetine, doğrudan veya dolaylı biçimde sokar.
Devrimciliğin, alternatif düşünme ve yaşamanın okulu yoktur. Örgütlü yaşam ne denli yazılı planlara, program ve tüzüklere sahip ise de, günlük yaşamın örgütlenmesi, teorinin pratiğe, ilkenin taktiğe, normun hayata taşınması bağlamında bir davranışlar paketi yoktur. Yaşayarak, uygulayarak, deneme-yanılma yoluyla oluşan bir ortak davranış tablosu söz konusu olsa da bunun, kişisel dünyaların öznelliğinde eğilip bükülmemesi çok zordur.
“İnsan nasıl yaşarsa öyle düşünür” gerçekliği ile beraber ele alındığında görülecektir ki, insanın düşünce ve davranışları üzerinde okuduğu kitaplardan veya aldığı devrimci eğitimden çok daha fazla etki eden bir olgu vardır. Bu, “rutin” olarak da adlandırabileceğimiz güncel yaşamdır; günün nasıl doldurulduğudur. Mesleklerin kişilikler üzerinde etkili olması, devrimcilik öncesi yapılan veya hala yapılmakta olan işin kişiyi biçimlendirmesi, insanlarla ilişkilerine, sorun çözme yöntemlerine ve üslubuna yansıması, yoldaşlık kimyasının oluşumunu geciktiren veya engelleyen en ağırlıklı nedenlerdendir.
Devrimciliğin okulu yoktur; ama emperyalist kültürün, bireyciliğin, öznelleşme ve liberalizmin okulu vardır. Hatta sistemi bu konuda bir okullar yumağı olarak değerlendirebiliriz. Kurumsal olanından yaşama içerilmiş olanına (gelenek, toplumsal yargı, ahlak, vb) kadar, sistemin insan üzerinde etkili olan, davranışlarına yön veren pek çok aracı vardır. Kişinin (itibar rant dahil) rant peşinde koşması, toplumsal değerleri (“biz” olma amacını) “ben”in öğretilmiş tuzaklarında kırması, egemen davranış kalıplarına göre “normal”dir; bu eğilime, rüzgara direnmek ise “anormal”dir.
Devrimcilerin işi bu nedenle zordur; okula karşı okulsuz koşullarda, “normal”e karşı “anormal” durarak; genelin baskısını, yasanın tehdidini göze alarak bir doğru geliştirmek ve bu doğruda ısrarcı olmak durumundadır. Ahlaktan namusa, yasaktan meşru olana kadar pek çok olguyu yeniden tanımlamak; değer ile değersizlik arasındaki geçirgenliğin egemene yaradığı düşüncesiyle, disiplin, kontrol, vb olguları yoldaşlaşma dokusunu aşındırmadan uygulayabilmek sanıldığından da zordur.
Devrimci kültür, yoldaşlık kimyası ve gereklilikler konusu, tarih boyunca benzer kaygılarla yaşam sürmüş hemen herkesin bıraktığı miras toplamından besleniyor olsa da, bu gıda, anda yeniden üretimi gerektirdiği için, her duruma uygun ortak kabul gören zamanlar ve olgular üstü normlar oluşturmak olası değildir. Bu nedenle değerlerde incelme yönünde bir gidişatın, tutarlılıkta devamlılığın güvencesi, yaşa yan bir tüzüğün oluşturulabilmesi ve bunun içselleştirilmesidir.
Ahlak, eğer uyulması gereken değerler bütünüyse, tüm zamanlara uyan bir ahlak şablonu olmayacağı gibi farklı sınıflara özgü tek ahlak da olmaz. Kapitalizm, işleyiş yasaları gereği ahlakı öldürür. Her an çıkarın gözetilmesi, hırs ve rekabet üzerine kurulu ilişkiler, bireyin kabuğunu kalınlaştırırken, toplumsal olan her şeyi ikincilleştirip zayıf düşürür. Moral değerler adına öğretilen davranışlar çoğu kez sembolik kalır. Ve aslında onlar da rekabete, çıkar hesaplarına kurban edilir.
İktidarın, değerler alanından inanç ve moral alanına kadar insanların ruhsal dünyasının hemen her dokusunda bu denli varlık gösterebilmesi, adeta cirit atabilmesi; egemen sınıflara insanları biçimlendirme ve yanıltarak yönlendirme şansı verir. Dinin siyasallaşması, bu amaca hizmet eden olgulardan biridir. Kürdün iş vaadi, vb yöntemlerle, Alevi dedenin parayla satın alınabileceğine inanılması ise, iktidar eliyle insanların fikri ve ruhsal dünyası üzerinde kurulabilen söz konusu hegemonya sebebiyledir.
Sömürüye, baskı ve zora dayalı sistemlerde ahlak, egemenin elinde, istediği zaman istediği yerde kullanabileceği bir sopaya dönüşür ve gerçekte ölür. Her şeyin alınıp satıldığı bir sistemde, ihtiyaç duyan, itibar gibi ahlakı da satın alır. Bu mülkiyet, çıkar ve rant kabusunun etkisine girmeden; hemen her şeyi biçimlendiren, Marks’ın deyimiyle “iyiyi kötü, kötüyü iyi; çirkini güzel, güzeli çirkin; haklıyı haksız, haksızı haklı yapan ” paranın esiri olmadan yaşayabilmek başlı başına bir dirençtir. Bu direnç, gündelik yaşamın bir bütün halinde devrimcileştirilmesini, bunun gereklerini bir kimlik edinmeyi, yani örgütlü bir duruşu gerektirir.
Gündelik yaşam, davranış normlarından alışkanlıklara, soyun yeniden üretilmesinden ihtiyaçların karşılanmasına kadar geniş bir alanı kapsar. Bu alan, devrimcileştirilemediği oranda yabancılaşmanın etkisine açık hale gelir.
Yabancılaşma, gündelik yaşamı daraltır ve giderek amaçsız hale getirir. Yabancılaşan, değerleri sahiplenip büyüteceğine yağmalar; üretmeden tüketir. Bu zehrin yaygınlaşması oranında şeylerin kullanım değeri düşer, değişim değeri yükselir; meta olarak önem, yani fiyat öne çıkar. Her şeyin bir fiyatının olması paraya özel bir anlam yüklenmesini beraberinde getirir. Mülkiyet, var olma kıstası ve moral aracı haline gelir. Bu, aynı zamanda bir tuzaktır; yaşamın doyuruculuğunun ve zenginliğinin parasal ölçekle değerlendirilmesi, insanın ufkunun rutine tutsak düşmesidir.
Marx, “Bireylerin yaşamlarını ortaya koyuş tarzı, onların ne olduklarını çok kesin olarak yansıtır ” der. İnsanın, yaşamının eksenine neyi koyduğu, nelere daha çok vakit ayırdığı, neyle sevinip üzüldüğü, durulan yerin ve taşınan kimliğin niteliklerini ele verir. Paranın değiştirici gücüne özel bir dikkat çeken Marks, bireylerin insan olarak yapamadıklarını para aracılığıyla yaptıklarını, dolayısıyla paranın insanal nitelikleri tersine çeviren, onları kendi karşıtları durumuna sokan dışsal bir güç olduğunu söyler.
Yabancılaşmanın tanımlandığı tüm alt başlıklar, son tahlilde kapitalizm üst başlığında toplanabilir. Bugün için bu konuda bir soyutlama yapılacaksa, yabacılaşma emperyalist kültürle doğrudan ilişkilendirilebilir. Günümüzde küreselleşen, emperyalist tekellerin sadece iktisadi yaşama dair sömürü ve talan projeleri değil, bilimden kültüre, inançtan morale dek hemen her alanın tek elden (tekellerce) biçimlendirilmesidir. Yeni sömürge ülkelerin taşeronlukla malul sınırlarının bu alanda engelleyici hemen hiçbir fonksiyonu kalmamış, ülke coğrafyasında olduğu gibi insanların manevi dünyalarında da cirit atılır hale gelinmiştir.
Yabancılaşmada değerin yerini değersizlik, amacın yerini amaçsızlık, anlamlı yaşamın yerini boşluk alır; ânı yaşamak planlı geleceği, tüketim birikimi baskılar. Yaygın biçimde söz konusu olan, ânın yaşanması da değil, tersine tüketilmesidir. Öyle ki kapitalizmin tüketim kalıpları, reklam edilen yaşam ve ona özgü normlar, alternatif yaşam konusunda en iddialı alanlarda ve kişilerde bile ilgi görmekte, açık veya gizli biçimlerde karşılık bulmaktadır.
Yoldaşımız Hıdır Aslan, idamından hemen önce yazdığı vasiyet notunda, “Acılara yenilmeyin” der. Bugün bırakalım acıları, insanlar rutine yeniliyor. Bunda elbette yaşamın hemen her kesitine sinmiş olan, meta ve mülkiyet ilişkilerinin büyük rolü vardır. Kapital’de meta fetişizmine değinen Marks, kapitalizmde metaların amuda kalktığını söyler.
Buna göre, fetişleştirilen meta, bir kişilik kazanır ve kendinde bir amaca dönüşür. Öğretilmiş ilişkilerin rutin halde yürüyen günlük biçimlerinde insan, kişilik kazanmış olan metanın esiri olduğu oranda kendi kişiliğini kaybeder; ruhuyla, kalbiyle ve beyniyle bir bütün halinde metalaşır. O andan itibaren her şeyin bir fiyatı vardır ve hiçbir değer, yaşamda hiçbir durak kalıcı değildir; zemin kayganlaşır, her an her yöne savrulmak olası hale gelir. Lenin, “ Kapital iktidarda kaldıkça; değil yalnız toprak, değil yalnız insan emeği, değil yalnız insan kişiliği, değil yalnız vicdan, değil yalnız aşk, değil yalnız bilim, her şey, her şey alınıp satılacaktır .” der.
Genelde kapitalizmin özelde meta ve mülkiyet ilişkilerinin bir özelliği de kişiliği parçalamasıdır. İnanılmayan şeyler savunulur veya savunulanlar kolay terk edilir. Hiçbir değer yürekte ve bilinçte tam karşılık bulmadığı için, her an bir başka değerle yer değiştirebilir. Bu, Hareket için de sevgili için de, yaşamda önem ve anlam sıralaması için de geçerlidir.
Devrimcilik, sınıflı toplumla anılan tüm sorunlara alternatif bir yaşamın bugünden örülmesidir; anda ve kendinde devrimdir; aynı zamanda akıntıya karşı yüzmek, yaygın olana karşı direnmektir; yani, hem zor hem güzeldir; bedellerle kazanımları iç içe sokan bir kimliktir. Devrimcilik, tutarlı ve sürekli olarak gereği yerine getirilebildiği oranda anlamına ve tadına varılan bir yaşam biçimidir; çifte standardı, ölçülerin eğilip bükülmesini reddeder.
Tutarlılık, yeterlilik ve kalıcılık oluştuktan sonra, bir devrimcinin sisteme öykünmesini, ondan öğrenmeyi gerektirecek hiçbir alanı; yoldaşlarının ve paylaşılan ortak mekanların dışında çözüm aramasını gerektiren hiçbir meselesi kalmaz. Bu konuda bir doyuruculuk problemi yaşanıyorsa, ya hareket eksiktir ya da birey. Bunun da çözümü, hareket birey ilişkisinin diyalektiğinde, yoldaşlık zeminin sıcaklığında gizlidir.