En mavi yerine ulaşmak için göğün yüzünü yırttık
Verimi dışa vursun diye toprağı tırnaklarımızla kazıdık
Biz devrimciyiz
El değmemiş duygularla sevdik işimizi
Rüyalarımıza dahi gölge düşmesin diye yoldaşlarımız yastık başımızda nöbete durdu
Dergimizin 36 sayılık arşivi incelendiğinde görülecektir ki, politik sorunlardan örgütsel sorunlara, güncel meselelerden, bir devrimcinin kafasını meşgul edebilecek herhangi bir soruna kadar hemen her konu işlenmiş, “habercilik”ten çok perspektif oluşturma amacı önde tutulmuştur.
Bunda solun dönemsel de olsa yaşadığı ölçek bulanıklığının yanında, sistemin geliştirdiği ideolojik saldırı araçlarının etkisini bertaraf etme niyeti etkili olmuş; devrimcilik tanımını tekrar tekrar ele almak ihtiyaç olmaktan çıkmamıştır.
Bilinir ki akıldan korkanlar akıldışılığa, bilimden korkanlar bilimdışılığa; hurafe, yalan ve manipülasyona ihtiyaç duyar. Bu nitelik, tekelleşmiş ve insandışılığı sistem olarak örgütlemiş burjuvazinin bugün giderek daha fazla ihtiyaç duyduğu bir durumdur. İşte giderek boyutlanıp çeşitlenen böyle bir saldırının boy hedefi olan devrimciler, gerçekleri açıklama ve kavratma çabası ile alternatif ilişkiler yaratma çabasını bir arada yürütür. Bu çabanın olmazsa olmaz koşulu örgütlülüktür. Yani sorun, salt entelektüel çabalarla veya çeşitli araçlar üzerinden yürütülen çağrılarla aşılamayacak denli zor, köklü ve karmaşıktır. Burada ne devrimciliğin olumsuz örnekleri ne de devrimcilerin tükenmiş örneklerinin ortaya saçtığı yakışıksız görüntüler üzerinde durmak istemiyoruz. ” Meyvesi çamura düşüyor diye ağaca mı lanet edilir? ” diye bir söz var. Aslında çamur sadece içine düşen meyveye değil, sistematik gayretlerle bozulan insan ilişkilerinin hemen her boyutuna sirayet etmiş durumda. Ama sistemin akıl çelmeleyen mekanizmalarının etkisiyle, merceğin altına genellikle devrimci ilişkiler yatırılmakta ve başka ilişkilerde rastlanmayan bir acımasızlıkla eleştirilmekte, ilgili ilgisiz her insana konu olmaktadır. Bu, tabii ki bizlerin daha dikkatli/özenli olmasını gerektiriyor; ama daha da önemlisi, devrimcileri yıpratma kampanyası olarak da işleyen bu öğütme makinesine güç verir konuma düşmemek gerekiyor.
Özellikle devrimci saflara yeni katılmış, henüz kimi araçların hangi oranda ve ne için kullanıldığına yeterince vakıf olamamış genç beyinleri çelmelemenin en bildik yolu, devrimcilerin disiplin anlayışını çarpıtarak öne çıkarmak, ilişkinin gereği olan kimi işleyiş kurallarını “şeflik”, “ayrıcalıklı tabaka”, vb yakıştırmalarla yansıtıp; gerçekte kardeşlikten de öte olan yoldaşça bağı karikatürize etmektir. Doğrudur devrimci saflardan devrimciliğe yakışmayan örnekler çıkmış, bunlar genel ve özel boyutta zarar da vermiştir. Zaten devrimcilikte insanları efsunlayarak kötülüklerden koruma yöntemi yoktur. O zemin özellikle değişme, güzelleşme ve güzelliği bugünden yaşama niyeti olanlar için bir fırsattır ve bu fırsat, kişi ona izin verdiği, imkan tanıdığı oranda devam eder. Yoksa, değişmek istemeyen veya öznel hesaplarını devrimci ilişkilere dayatan, disiplinsiz ve bencilce davranışlarla ilişkileri sulandıran kişiler için devrimcilerin yapabileceği fazla bir şey yoktur.
Karşıdevrim zemininden veya devrimci safları terk etmiş “eski”lerden en çok yansıyan eleştiri, disipline yönelik olanıdır. İlginçtir; Osmanlı geleneklerini sürdüren, feodalizmin despotça yöntemlerini hala çeşitli ilişkilerinde yoğun biçimde koruyan; okuldan askere ve aile ilişkilerine kadar kışla mantığını her gün yeniden üreten bir toplumda, salt bozulmaya karşı bir önlem olarak kimi kuralları zorunlu gören devrimciler “disiplincilik”le, “müdahalecilik”le eleştirilmekte ve buna “aklı başında insanlar” kanabilmektedir.
Öyle bir toplum düşünün ki ne burjuva ne de feodal olabilmiş, emperyalist üretim ilişkilerinin çarpıklığının tüm yansımalarıyla muhatap edilmiş ve devrimcilerin onyıllarca etkisiz kalmış olması sebebiyle alternatif yolgöstericilikten uzak kalarak, değişim ve çözüm üretme olasılığına da yabancılaşmış, umudunu yitirmiş. İşte bu toplumda hemen hiç kimse istediği gibi bir çocuk büyütememekte; disiplin uygulasa da uygulamasa da istediği sonucu çocuğunda görememekte ve ilişkiye agresif bir ton hakim olmaktadır. 3 kişilik bir arada yaşamı dahi uyumlu kılamayan aileler ya kavgalı ve mutsuz şekilde devam etmekte ya da dağılmaktadır. Sevgililiğe adım atan çiftlerde, o adımdan, yani bir arada iş görme sürecinin başlamasından hemen sonra gerilim ilişkiye damgasını vurmakta, sık sık tartışma ve didişme yaşanmakta; kitaplarda veya filmlerde rastlanan aşklarla hiçbir benzerliği olmayan sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Sadece trafiğe dahi baktığımızda, durmadan korna çalan, birbirini ezme pahasına geçmeye çalışan, kuralları ihlali marifet zanneden sürücüsüyle, toplumun ne denli agresif, bencil ve yıkıcı bir noktada olduğunu gözlemek mümkündür. İşte devrimciler bu toplumsal zeminden kazandıkları insanlara ilişkilerinde yapıcı, verici, sakin ve katılımcı olmayı öğretmekte, tüm öğretme süreçlerinde olduğu gibi belirli kurallara ihtiyaç duymakta ve bunu uygularken öğretmen-öğrenci, yöneten-yönetilen ayrımlarının içerdiği bir çeşit sınıf farkını yeniden üretmek anlamına gelen ayrıcalıklara izin vermemekte, bunun için(yani örgütlü ilişkilerin devamı ve sağlığı için) gerektiğinde sertleşebilmektedir. Tabii ki buradaki sertleşme de birilerinde toplanmış bir hak değil, ortadaki üretimde rolü olan her katılımcı için bir yükümlülüktür. Zaten mevcut ortam, “ben eleştirildim; yoksa burada özgürlük yok mu; beni eleştirenler buranın şefi mi?” biçiminde öznel niyetlerle karikatürize edilmediği sürece özelikle Devrimci Hareket ilişkilerinin nasıl bir özgürlük ve güzellik vaat ettiğini görmek hiç de zor değildir. Örgütsel zemine yeni katılan bireylerin, örgütsel gereklilikleri bilmemesi normaldir; ama, buna rağmen kendini dayatması, okumak ve gelişmeleri kavramak yerine kulaktan dolma bilgilerle veya ayaküstü üretilmiş spekülatif yakıştırmalarla hareketi değerlendirmesi normal değildir.
Kişi eğer nasıl bir ortama geldiğini (Devrimci Hareket’in sahip olduğu güzellik ve avantajları) ısrarla görmek istemez, öğrenmeye ve araştırmaya karşı direnir ve adeta kendisi hareketi örgütlüyormuş gibi sokaktan öğrendiklerini harekete dayatırsa; bir anlamda değişime karşı da direnmiş olacak ve sonuçta temenni edilmese de ilişkilerin dışına düşecektir.
Yoldaşlar, sahip olduğu güzellikleri korumak için sertleşmeyen bir insan ve hatta canlı var mıdır? Veya tersten söylemek gerekirse, sahip olduğu güzellikleri korumakta kararlı davranmayan kişi, o güzellikleri ya önemsemiyor ya da tüm duyarlılık ve cesaretini yitirmiş demektir. Yine tersten okumaya devam edersek; yoldaşlarına hoyrat davranan, aldığı işi savsaklayan veya yarım bırakan, randevusuna gelmeyen bir kişiyi eleştirmemek (düzelmesi için üstüne gitmemek) hareketin bütünlüğü ve geleceği açısından daha doğru sonuçlar mı yaratacaktır? Bilinmek durumundadır ki bir yoldaşımızın hatalarını şahsi nedenlerle görmezden gelip onu eleştirmediğimizde, ona yarar değil zarar vermiş oluyor, yarın şahsi ilişkilerinde de dışavurabilecek bir hastalıkta ısrar edebilmesi için onu cesaretlendirmiş oluyoruz.
Hareket bir aile gibi görüldüğünde ve mevcut kazanımlar hepimizin kazanımları olarak kabul edildiğinde, hareketin içinde şahsi ilişkiler oluşturmaya, bir sorunu hareketle değil de daha yakın hissedilen bir arkadaşla konuşmaya gerek kalmayacak, yoldaşlardan yoldaş beğenme alışkanlığı aşılacak ve negatif kurguların yerini pozitif kurgular alacaktır.
Yoldaşlar, Troçkizmin veya Anarşizmin yönlendirmesiyle devrimci saflarda “örgüt içi demokrasi” veya “bürokratikleşme” konulu tartışmalar açmak, bu konuda kafa karıştırmak ve bunu özellikle ya safları terkeden ya da terk etme eğilimi taşıyan unsurlar üzerinden yapmak yeni bir tarz değildir. Nikolay Ostrovski’nin Ve Çelik Böyle Sertleşti romanında Pankratov’un, Troçkist muhalefete kaştı konuşurken söyledikleri, kimlerin ne zaman hangi eleştirileri öne çıkardıklarına dair öğretici içeriktedir.
“Partimizin en çetin vartaları atlatmış, en mükemmel birliğini, şanlı şerefli eski Bolşevik muhafız alayını, RKP’yi demir dövercesine meydana getiren, kuran biz Bolşevikleri, çarlık despotizmi zamanında hapishanede çürütülen, Lenin yoldaşımızın yanıbaşında, Menşeviklerle, Troçkiyle amansız bir savaşa atılan bizleri, parti bürokratizminin temsilcisi olmakla suçluyorlar. Böyle sözleri düşmandan başka kim söyleyebilir? Parti ve parti aygıtı bir bütün değil midir? Genç kızılordu erlerini durmadan ve üstelik de bölük bölük düşmanlarla çevriliyken kendi komutanlarına, komiserlerine, karargahına karşı kışkırtanlara nasıl bir ad verebilirsiniz?
Söylesinler bakalım, cevap versinler: Ben bugün tornacıysam, yarın da komite sekreterliğine seçilirsem, Troçkistlerin düşünce ve inançlarına göre, bunla hemen “bürokrat”mı, yüksek mevki peşinde koşan bir rütbe meraklısı mı olurum? Hem de şu antikalığa bakın, sevgili arkadaşlar, bürokratizme karşı gelen, bürokrasiyle çarpışan muhalif kişiler arasında kimler karşımıza çıkıyor? Alın size Tufta’yı, az zaman önce koyu bürokratizmi yüzünden işinden kovuldu. Alın size Tsvetayev’i, onun da ünlü sözümona ‘demokrasisini’ Solomenka’lı arkadaşlar arasında bilmeyen yok. Peki, Afanesyev’e ne buyurulur? İl komitesi, Podolsk bölgesinde sert yöneticilik taslaması ve karşısındakilere despotça davranması yüzünden onu tam üç kez işinden almamış mıydı? Ama şu işe bak, partiye savaş açanlar, partinin cezalandırdığı kişilerin ta kendileridir.”(S: 207-208, abç) (…)
“Elbette ki ihtiyarlarımızın yerine gün gelecek, daha genç olanlar geçecek, ama bunlar tüm güçlükler karşısında kudurarak partimizin çizgisine saldıranlardan olmayacak.”(S: 209)
Yoldaşlar, mutluluk da temenni ettiğimiz türde bir örgütlenme de kendi ellerimizdedir; ama bunlar öncelikle emek ve bedel ister; tembellikle ise hiç mi hiç bağdaşmaz. Emeksiz kazanılabilecek; sürgit sahip olunabilecek mutluluklar yoktur. Böyle olduğu varsayılan ışıltılar yanıltıcı ve geçicidir. Etrafımızdaki ilişki enkazları bunun en somut göstergesidir. Bu nedenle anlık parıltılara değil gerçek ışığa yönelmek, durağan (ve dolayısıyla tükenen) değil hareketli bir mutluluğun sahibi olmak öncelikle devrimcilere yakışır.
İstenen türde bir yaşam sürebilmek ve mutluluk ölçüsünü yukarı çeken sonuçlar elde etmek, belirli oranlarda koşullara bağlı ise de, belirleyici olan faktör, öznenin bizatihi kendisidir. Ruh halindeki dinginlik ve yürek atışlarındaki huzur, kişinin kendi etkinliğinden duyduğu memnuniyet ile ilintilidir. Sahip olunan potansiyel enerjinin, mevcut koşullara meydan okurcasına, en verimli biçimde kullanılabilmesi; insanın gönlünden geçen ve her zaman için ulaşmayı temenni ettiği bir seviyedir. Sosyalist bir coğrafyada bile, üstelik kör ve yatalak haldeyken kendini “savaşçı” olarak adlandıran Ostrovski, öznenin koşullara rağmen başarısını ve tayin ediciliğini anlatan güzel bir örnektir.
Üzerinize aldığınız ağır yükler veya yapmak üzere soyunduğunuz ilişkilerdeki ağırlık, yaşamı ciddiye alış ölçütünüzdür. Bu, aynı zamanda özel tanımlı bir kimliktir. Böyle bir tanımdan sonra hayat; tembelliği, ucuzluğu ve dar ufuklu amaçlar peşinde koşmayı affetmez ve faturasını ağır keser. Aynı şekilde; kibir, kendini beğenmişlik, öznellik ve hata kabul etmemek devrimci kimliğe yakışık düşmeyen niteliklerdir. Kaynağında bireycilik olan bu özellikler, kapitalizmin anti-insan yanı ile beslenir. Kapitalizmin içinde, kapitalizme rağmen oluşturulan kolektif/örgütlü yaşam; kişiye, onur verici bir sıfat kazandırır. Ancak bu, kazanıldı mı bir daha yitirilmeyen bir nitelik değildir. Kişi, kolektifin gereklerini yerine getirmediğinde veya kolektifin dışına düştüğünde söz konusu nitelikler, hızlı bir başkalaşım geçirir.
İnsanın beynini ve ruhunu teslim almayı amaçlayan egemen sınıflar, koşulları da buna uygun bir düzenlemeden geçirmiştir. Bu nedenle, teslimiyet koşullarına uyulmadığı sürece, yaşamın kendisi başlı başına bir direnme halini almaktadır.
Sayı 23 (Kasım 2006 – Ocak 2007)