İsrail emperyalizmin, Filistin halkların/ezilenlerin safında
Özellikle son iki yılda Filistin’e baktığımızda, İsrail’in milis gücü olarak davranan yerleşimcilerin taciz ve saldırıları dahil her yerde ve her alanda kesintisiz bir zulüm ve yok saymanın kapsam büyüterek devam ettiğini, deyim yerindeyse Filistin’in umutlarını bütünüyle söndürmek üzere harekete geçildiğini gördük. 7 Ekim’de gerçekleşen bir çeşit “Yeter” çığlığıydı; biriken öfkenin patlamasıydı. Hatta insanın başka yolu kalmadığında başvurduğu türden, “son seçenek” niteliğinde bir hamleydi. Ancak dönemsel fotoğrafın meşru direnişi çağıran tüm niteliklerine ve operasyonun İsrail’i sarsan başarısına rağmen, bu kez desteklerin yanında alışılmadık düzeyde, sert geçen tartışmalar yaşandı ve İsrail desteğine varan “tarafsız” görünümlü duruşlara çeşitli biçimlerde rastlandı. Öyle görünüyor ki bu saflaşma ve farklılaşmanın yansımalarına, değerlerde yaşanan çözülme oranında, bundan sonra da çeşitli zeminlerde tanık olacağız.
Filistin sorunu konusunda sanki hiçbir ön kabul yokmuş gibi tarihçe dahil hemen her şeyin ve dezenformasyon ürünü olsa da her iddia ve yakıştırmanın tartışma konusu olması, gündemin doğru algılanmasını güçleştirdi. İşte gerek bu konudaki görüş/algı bulanıklığının aşılmasına katkıda bulunmak gerekse de konunun doğru içeriklerde tartışılmasına zemin sunmak açısından soru ve sorunlara değinme ihtiyacı duyduk.
Konuya ve sorulara geçmeden önce peşin olarak söyleme ihtiyacı duyuyoruz ki İsrail’in, arkasına emperyalizmin kötülükte yarışabilecek türden bir geçmişe sahip aktörlerini alarak tarihinin en büyük katliamına, soykırım ve etnik temizliğe hazırlandığı bir anda azımsanmayacak sayıda insanın/kesimin özellikle sosyal medya zemininde “savaş ve direniş eksperi” kesilmesi, akıl sınırlarını zorlayan provokatif sorularla, tali önemdeki tartışmalarla direnişi gölgelemeye çalışması en yumuşak ifadeyle söylersek, sağlıklı bir ruha haline işaret etmiyor.
Bu tablo, başlı başına bir tez konusu; ilgili tüm bilimsel zeminlerden süzülerek, bir ortak disiplin haline gelen Marksizmin yeniden üretimlerle bugüne dek ortaya koyduğu ön kabul ve değerler dahil, geçmişten devralınan birikimlerin hiçleştirilmesine ve bir çeşit hafızasızlaştırma çabasına tanık oluyoruz.
Nereye ve nasıl bakacağız?
Aslında hepimiz aynı yere bakıyor fakat çok farklı şeyler görüyoruz. Burada mesele nereden ve nasıl bakıldığıdır. Emperyalizmden bahsedilmeden İsrail anlatılmaz ve anlaşılamaz. Bu bağlamda olguları adıyla çağırmak gerekiyor. İsrail yalnızca İsrail değildir; ABD’dir, İngiltere’dir, Fransa vb.dir. O, bir devlet değil bir karakol, vurucu bir güçtür. (sinema diliyle söylersek, kötü adamın devlet kılığına bürünmüş halidir) İsrail’e koşar adım giden Biden, bunu ve fazlasını doğruluyor: “Eğer İsrail olmasaydı, ABD bir İsrail icat etmek zorunda kalırdı. Bölgedeki çıkarlarını korumak için. İsrail Ortadoğu’da ABD’nin sahip olduğu en büyük güçtür. Dünya bu durumdayken İsrail’in olmadığını hayal et. Kaç savaş gemisi olurdu Akdeniz’de (Yani İsrail aynı zamanda bir savaş gemisi de sayılır-bn) Kaç asker konuşlandırılırdı Ortadoğu’ya”
ABD bölgeye savaş gemileri ve uçaklarını yönlendirdi. Biden açıkça mühimmat vb. desteğinden ve Kongre’den büyük bir destek paketinin geçirilmesinden söz ediyor. Bunu söylerken Ukrayna ve Tayvan’ın da adı geçiyor. Bu basit bir olay değil. Bugün artık kürenin ısınan hiçbir noktasında sadece görünen aktörler yok; bir de arka plan var. Netanyahu, verecekleri yanıtın Ortadoğu’yu değiştireceğini söyledi. Son zamanlarda İsrail’in Arabistan’la normalleşme/yakınlaşma girişimleri vardı. Bu arada G 20’de kararlaştırılan Hindistan’dan başlayan koridorun BAE, Suudi Arabistan, Ürdün ve İsrail rotasını izleyerek Avrupa’ya ulaşması planlanıyor. Bunlar, yerinden oynayan taşların henüz dizilmediği, hegemonya ve paylaşım savaşı koşullarında çatışan ve örtüşen çıkarlar eşliğinde gerçekleşecek olan saflaşmanın ilk adımlarıdır.
Mevcut kaygan zeminde hemen her şeyin araçsallaştırıldığına tanık oluyoruz. Sadece Filistin sorunu değil; göçmen sorunu da pandemi de çevre sorunları da araçsallaştırılıyor. Gerçekte bu, insanları yanıltıp yedeklemenin, olguyu bağlamında kopartıp tartıştırmanın yöntemlerinden biridir.
Dönemin yeni enstrümanları caydırıcılık, kuşatma, vekalet savaşı vb.dir. Bu bağlamda Akdeniz’e savaş gemileri yığmanın da işlevi vardır. İsrail’in stratejik konumu, Asya’yı Avrupa’ya bağlayan deniz yolunun güvenliğinde de Ortadoğu’ya yönelik müdahalelerde de işlevini/önemini dönemsel olarak artırıyor. Bu kritik süreçte dahi Suriye’ye füze saldırılarını sürdürmesi, Irak’ta da Azerbaycan’da da rol alması; ABD ile örtüşen çıkar ve saldırı birliğinin genişleyen çapına ve İsrail’in nasıl koşullar ve kurallar üstü bir saldırganlık için donatıldığına, teşvik edildiğine işarettir.
Bugün hala Likud Partisi milletvekili Ariel Kallner, “Şu anda tek hedefimiz var: Nakba! 1948’in Nakba’sını gölgede bırakacak bir Nakba” diyebiliyorsa bu, İsrail’in bugüne kadarki suçlarının hesabı sorulmadığı, aksine teşvik edildiği içindir. Ve bunun karşısında gerçekte bütün insanlık, irili ufaklı sorumluluklarla sınavdan geçiyor.
Filistin direnişi Hamas’la eşitlenebilir mi?
Bu süreçte yaşanan tartışmalarda özellikle Hamas’ın dinci kimliği çok öne çıktı. Ve solcuların Hamas’ı desteklediği değerlendirmeleri yapıldı. Gerçekte ise solcular Hamas’ı değil, 75 senedir derinleşerek devam eden işgal ve adım adım “tüketerek imha” karşısında Filistin halkının haklı mücadelesini destekliyorlar.
İsrail Komünüst Partisi’nin eleştirel yaklaşmadığı, “Yaşananların sorumlusu, Netanyahu hükümetinin canice işgal politikası” dediği bir operasyonu Hamasla örtüştürüp -kimse böyle düşünmezken- Tükiye solunu Hamas’a destek vermekle suçlamak bir bakış ve algı sorununa işarettir.
Devrimcileri, sosyalistleri, sol düşünce ve değerlere sahip olanları diğer kesimlerden ayıran en önemli nitelik yöntemli olmalarıdır. Bunlar, yöntemsel genel doğrulardır: Emperyalizmden söz edilmeden İsrail konusu anlaşılamaz. İsrail’in işgal, abluka ve apartheid (ırksal ayrımcılık) rejimi olduğu dikkate alınmadan konu konuşulamaz; mutlaka eksik kalır ve yanlış anlamalara zemin oluşur.
Birincisi, bu operasyon bir gece ansızın alınan keyfi bir kararla başlamadı. Son iki senedir Batı Şeria’da Yahudi yerleşimcilerin Filistinlilere yönelik saldırıları devam ediyor. Filistinlilerin arazileri işgal ediliyor, öldürülüyor ve yaralanıyorlar. 244 küçük gettonun ve 560 kontrol noktasının olduğu düşünülürse Batı Şeria’da insanların komşularına dahi giderken hangi sıkıntılardan geçtiği anlaşılır ve belki empati kurulabilir.
Gazze ise dünyanın en büyük açık hava hapishanesidir. 2 milyona yakın insan o duvarlar içerisinde sıkışmış şekilde yaşıyorlar. Elektrik, su, gıda ve hatta ilaç dahil her şey “hapishane müdürü” İsrail’in keyfine kalmış. Aynı zamanda dünyanın en sıkışık yeri olarak bilinen bu yaşam alanı, en modern silahlarla sürekli olarak taranıyor, bombalanıyor.
İşte bu gerçekleri doğrulayarak, ordu tarafından desteklenen yerleşimcilerin Batı Şeria’da pogrom uyguladığını söyleyen İsrail’in tanınmış gazetecilerinden Gideon Levy, Gazze için “17 yıldır bir kafeste yaşayan insanlar direnmek istiyorlar ve imkânları varsa bunu yapıyorlar.” diyerek, Filistin gerçekliğine, direnişin meşruiyetine, tutsaklığın başlı başına bir direnme gerekliliği oluşturduğuna dikkat çekti.
İkincisi Hamas, İsrail’e yönelik operasyonda Gazze’de kurulmuş olan Ortak Operasyon Odası’nda diğer 14 silahlı grup ile birlikte yer aldı. Buradaki ittifak olgusu, haklılık vb. kenara bırakılıp din olgusunun öne çıkarılması, daha da problemli olanı, direnişin Hamas’la eşitlenmesi bizzat İsrail’in istediği bir durumdur ve direnişe dair kafa bulanıklığı yaratmaktan öte bir anlamı yoktur. Yani Filistin direnişinde sadece Hamas olmadığı gibi sadece Müslümanlar da yok.
Aslında bu konu, güvenilir kişi ve kaynaklarca değerlendirildi ve bunlar basına yansıdı. Filistin direnişçilerinin Hamas’la, Filistin direnişinin de sivil ölümleri ile eşitlenmesinin İsrail’in şeytanlaştırma çabalarına hizmet edeceği çeşitli biçimlerde anlatıldı. Gerek dünya gerekse ülke pratiğinde ezilenlerin duruş ve eylemine dair bu türde pek çok tartışmanın yaşandığı, algıya yönelik operasyonların çeşitlenerek yaygınlaştırıldığı düşünülürse; haklı-haksız tartışmasının çok daha ilkeli, doğru yöntem ve kaynaklara dayanarak yapılması gerektiğinin önemi görülür. Bu alanda önemli üretimlerde bulunmuş Frantz Fanon’un, dekolonizasyon için yaptığı, “sihirli bir değnekle, doğal bir felaketle ya da bir centilmenlik anlaşmasıyla gerçekleştirilemeyeceği” tespiti, bilinse de dönemin öznelleşen duruşları arasında gölgede kalıyor veya görülmek istenmiyor.
Operasyonun 22. gününde Filistin’de 5 direniş örgütünden (FHKC, FDKC, FHKC-GK, Hamas ve İslami Cihat) yapılan ortak açıklamada, ulusal birliğe bağlı kalmanın ve düşmanın halkı bölme veya onun herhangi bir bölümünü tekeline alma girişimlerini reddetmenin, bu kader savaşında birleştirici çabaların ve safları sıklaştırmanın önemi vurgulanıyor. Süreçten ABD sorumlu tutuluyor ve verilmekte olan mücadelenin amacı şöyle özetleniyor:
“Toprağımızı, halkımızı ve kutsallarımızı savunmak için bu mücadeleyi verirken, halkımızın direnme hakkına bağlılığımızı, kurtuluş, geri dönüş, kendi kaderini tayin hakkı ve başkenti Kudüs olan bir Filistin devletinin kurulması için halkımızın bu savaşta zafer kazanacağına olan güvenimizi teyit ediyoruz.”
Bu açıklamadan sonra direnişi Hamas’la eşitlemeye devam etmenin, komplo teorilerine prim vermenin, direnişi gereksizmiş gibi gösterip hiçleştirmenin ne anlama geldiğini, bunun nasıl sorunlu bir duruş olduğunu okurlarımızın kanaatine bırakıyoruz.
Müttefiklik nedir; ittifaklar kimdir; neya göre belirlenir?
Tartışmaların sağlıklı biçimde yürütülmesini güçleştiren, dolayısıyla da tartışma zeminlerini manipülasyona açık hale getiren olgulardan biri de askeri stratejiden taktiğe, ittifak konusundan ulusal kurtuluş gereklerine kadar hemen her şeyin sosyal medya dahil her zeminde ilgili ilgisiz, bilgili bilgisiz herkes tarafından tartışılır olmasıdır.
Bu, paradoksal bir durumdur; insanların duygusal ve psikolojik de olsa düşüncelerini söylemeleri, bu çerçeve içinde tepki vermeleri en doğal olgulardan biridir; haklarıdır. Spesifik bir konunun uzmanlarca yazılması veya ifade edilmesinden farklı olarak, toplumsal olaylar insanların gündemine gündelik hayat içinde gelir ve insani refleks biçiminde de olsa herkes fikrini söyler, duruş geliştirir. Ne var ki konu aynı zamanda ulusal kurtuluş mücadelesinin nasıl ve hangi ölçülerle yürütülebileceği, başarının neyi gerektirdiği, desteğin kimlere ve nasıl verilmesinin daha doğru olacağı gibi zorlu soruların yanıtını gerektiriyor.
İşte “kişisel” olan ile “bilimsel/stratejik” olan biçiminde özetleyebileceğimiz bu iki durum iç içe geçtiği oranda kafalar karışmakta; muhalif kesimler içinde bile net bir duruş geliştirmek güçleşmektedir. Bu bağlamda ittifak olgusuna dair genel doğruları bir kez daha anımsatmanın yararlı olacağını düşünüyoruz.
Genelde sınıflar mücadelesi, özelde ulusal kurtuluş mücadeleleri stratejik hedefe bağlı olarak ittifak politikaları geliştirir. Her koşul, her süreç kendi müttefiklerini yaratır. Dolayısıyla da ittifaklar değişkendir; ihtiyaca göre farklılık gösterir. Elbette ilkeli, tanımlı ve amaçlıdır. Ancak aynı düşünmeyi, aynı programa sahip olmayı gerektirmediği gibi tüm dönemlere özgü kalıcı, değişmeyen bir ortaklaşma da değildir.
Doğrudan Gazze’deki fiili ortaklaşmayı da anımsayarak söylersek; her güç birliği, fikir birliği değildir; ideolojik birlik hiç değildir. Her koşulda, yan yana geleni ideolojik olarak eşitlemek, bilgi eksikliğinin veya yanılsamanın ürünüdür.
Ülkenin sosyoekonomik yapısına bağlı olarak geliştirilen devrim anlayışının bir alt başlığı olarak antiemperyalistlerle, anti kapitalistlerle ve demokrasi sorunu olan en geniş kesimlerle ittifakı gerektirir. Bu genel tanımlar, sürecin bütünü için geçerlidir. Aynı zamanda dönemsel gelişmelere bağlı olarak, kısa süreli, kısa hedefli ittifaklar da olur. Örneğin 16 Nisan 2017 referandumunda aynı sandığa atılan oylar, kısa erimli fiili bir ittifaktır. Bir işgal durumunda işgale karşı en geniş zeminde yapılan ittifaklar, işgalci kovulduktan sonra işlevini tamamlar ve yerini sürecin gerektirdiği başka ittifaklara bırakır. Bu süreçte örneğin Saadet partisi ile aynı sandığa oy atmak kimseyi “Saadetçi” yapmıyor. Benzer şekilde 2003’te Irak işgaline karşı durmak kimseyi “Saddamcı” vb. yapmadı. Benzer şekilde, Gezi’de fiili olarak biçimlenen birleşik mücadele zemini, ittifaktan ne anlaşılması gerektiğine dair önemli dersler bıraktı.
Konuyu programatik bağlamlarla biraz daha açmak gerekirse örneğin, demokratik devrimini tamamlamamış bizimki gibi ülkelerde ittifaklar, önüne sosyalist devrim hedefini koymuş olan ilkelerden çok daha geniş ve çeşitlidir. Farklı sınıf ve katmanlar arasındaki katılımı tanımladığı için sol içi birliklerden daha farklıdır; daha esnek ve yatay ilişkilere uzanır.
Bu veriler ışığında genelde Filistin’de özelde Gazze’de gerçekleşen ittifaklar, sürecin niteliğine/ihtiyaçlarına uygun olarak biçimlenmiştir. Buradan hareket edip, katılımcıları veya verilen desteği “Hamasçılık” olarak tanımlamak, bilerek veya bilmeyerek İsrail’in oyununa gelmek, onun darlaştırıcı ve şeytanlaştırıcı propagandalarına alet olmaktır.
Kayıp-kazanç ölçümleri ve taraf olma ölçüleri
7 Ekim operasyonu sonrasında “Bu eylem neden yapıldı; Filistin’e ne kazandırdı?” sorularını soranlar, bu nedenle büyük kayıplar vereceklerini söyleyenler oldu. “Bu eylem ne kazandırdı” sorusu, “eylem öncesi nasıl bir süreç yaşanıyordu” sorusuyla beraber düşünülmelidir.
Kısaca anımsayalım: İsrail’in en ırkçı, en saldıran, en faşist hükümetlerinden biri iktidara geldi. Ve saldırılar her düzeyde artırıldı. Örneğin sadece yerleşimler çoğaltılmadı, bir milis gibi kullanılan yerleşimcilerin açıktan saldırıları da yoğunlaştı. İsrailli Gazeteci Gideon Levy, bunu “pogrom” olarak niteledi. Zaten Kudüs İsrail’in başkenti ilan edilmişti. Buna saldırı, aşağılama ve yok etme de eklendi. Her köşe başında kontrol noktaları var. Oradan geçmek tam bir zulüm. Son olarak Mescidi aksa da basıldı. Oraya silahları, köpekleri vb. ile girip kendi dualarını okudular. Ve peşinden Netanyahu “evet Mescidi aksa da bizimdir biz burayı alacağız yani Yahudileştireceğiz” dedi. Bu, bardağı taşıran son damla oldu. Mahmut Abbas ise uzlaşmacı ve hatta işbirlikçi sayılabilecek konumdaydı. Ondan sadece İslamcı veya sol yapılar değil El Fetih içindekiler bile bir şey beklemez hale gelmişti. Aç kaldılar, evsiz kaldılar, evlatsız kaldılar.
İşte tüm bu nedenlerle yeni ve farklı bir örgütlenmeye gittiler. Kamplar, halk içinde hücreler, direniş noktaları oluşturdular. Bu şekilde hem kendilerine saldıranlara karşılık verdiler hem de saldırgan yerleşimcilere ve hatta kontrol noktalarına saldırdılar. Bu hazırlık yaklaşık 1,5 yıldır var. Bunun böyle olduğunu FHKC yöneticilerinden Marwan Abdel Al bizzat kendisi anlatıyor. Eğer kayıp-kazanç tartışması yapılacaksa bu veriler üzerinden yapılmalıdır. Filistinliler adım adım yok oluşa doğru gidiyordu ve bu bir anlamda dünya ölçeğinde kanıksanmıştı. Kanıksanan bir diğer olgu da emperyalizmin Ortadoğu’da gayrımeşru işlerinden sorumlu olan, BM kararları dahil hiçbir kurala uyma zorunluluğu hissetmeyen vurucu gücü İsrail’in durdurulamaz olduğudur.
Daha önce yaptığımız bir açıklamada, “Siyonizme gerçek karakterini veren, tasarının uygulama sürecidir. Bu süreç, başından sonuna kadar; soykırım, işkence, işgal ve zorbalığın mümkün olan tüm biçimleri eşliğinde yürümüştür. Siyonizmin gerçek anlamı budur. Bugün İsrail egemenleri, halen işgalci konumlarına rağmen, zorla benimsettikleri duruşları ile yetinmeyip, her Filistinliyi kurşunlamayı ve tüm Filistin’i ele geçirmeyi amaçlayabilmekte ve İsrail siyonizminin, İsrail faşizmi ile aynı anlama geldiğini göstermektedir.” demiştik. Bu tanımı doğrulayan mevcut gelişmeler, İsrail’in kimliğini de onunla nasıl mücadele edilmesi gerektiğini de ortaya koyuyor.
Eylemler beraber; İsrail’in vurulabileceği, demir kubbenin onu koruyamadığı, milyarlarca dolara mal olan Gazze’yi hapishaneye çeviren duvarların yıkılabildiği/aşılabildiği görüldü. Filistin’i haritada gösteremeyecek insanlara dahi böyle bir sorunun olduğu gösterildi. Tüm psikolojik savaş araçlarına ve algı yönetimine rağmen, dünyada milyonların ayağa kalkmasına ve İsrail’in sorgulanmasına sebep oldu.
Kara operasyonunun başlamaması ve giderek sınırlı boyutlarda olma ihtimalinin dillendirilmesi, Gazze halkının/direnişinin iradesinin ve dünya ölçeğinde vicdanlı insanların sesinin, kamuoyu gücünün ne denli etkili olduğunu gösterdi.
Marwan Abdel Al’in operasyona dair düşüncesi de bu konuda bir verdir: “Genel olarak Siyonist liderlik, yaşadığı psikolojik şoku henüz atlatamadı ve ilk aldığı karar, bu başarısızlığın nedenini bulmak için bir soruşturma komitesi kurmak oldu. İsrail’in modern casusluk araçlarına ve en güçlü istihbarat aygıtlarına sahip olduğunu iddia ettiğini biliyoruz, ancak bu aygıtların, direnişin pençesi altında çöktüğünü ve direniş savaşçılarının ayakkabıları tarafından çiğnendiğini gördük.”
Özetle, kazanım tartışması günlük akılla değil, Filistin gerçekliğini dikkate alan politik ölçülerle yapıldığında şu ana kadarki tablonun Filistin’in politik kazanımını gösterdiğini söyleyebiliriz.
Taraf olma ölçülerine gelince; bu konuda en büyük yanılgı ve hatta tuzak, “Ne İsrail ne Filistin” diyerek, bilerek veya bilmeyerek Filistin’i işgalcisiyle eşitlemektir. Gerçekte bu, niyet ne olursa olsun son tahlilde İsrail’den yana olmaktır. Bu eşitlemenin “Ne İsrail ne Hamas” biçiminde yapılması, daha da sorunlu bir duruşa işarettir. Çünkü böylece önce Filistin direnişi Hamas’la eşitlenmiş oluyor sonra da Hamas’ın olumsuz imajı üzerinden İsrail’le eşitleme yapılarak destek yerine uzak durma veya seyretme tavrı gerekçeleniyor. Ve son tahlilde Filistin İsrail’in insafına bırakılmış oluyor.
Halbuki işgal durumunda meşruiyetin hangi ölçüler üzerinden kurulması gerektiği, Marksizmin tartışma götürmez ölçülerindendir. Bu, Nazi Almanyasının Fransa’yı işgali için de İngiltere ve ABD’nin Irak’ı İşgali için de geçerlidir. İşgalle beraber ortaya çıkan çelişme, diğer tüm çelişmelerin önüne geçer. Mücadele, işgalci ve işgal karşıtları arasında yürür. Bunun gerektirdiği ittifaklar da farklıdır. İşgalden sonra ise tekrar sınıflar mücadelesinin bilinen saflaşmasına, sınıf mücadelesinin gerektirdiği ittifaklara dönülür.
Bunlar gerçekte bilinmez olgular değildir. Ancak bir süredir pragmatizm eksenli duruşların yaygınlaştığını, mücadele içinde oluşmuş ortak normların ve genel kabullerin reddine varan bir çeşit “zehirlenme” yaşandığını görüyoruz. Filistin meselesinde 7 Ekim sonrasında dışa vuran kafa karışıklığının bir nedeninin de bu “fikri zehirlenme” olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır.
Yaşanan toplam tartışmalara ve kafa karışıklığına baktığımızda, ulusal kurtuluş mücadelelerine dair Marksist perspektifin kavranmasının ve kavratılmasının ne denli önemli olduğunu görüyoruz. Gündelik akılla bakıldığında, mücadele sahasındaki sosyal ve ekonomik koşulları, meselenin bir strateji meselesi olduğunu; eylemin niteliğinden amacına, katılımcıların çeşitliliğine kadar değerlendirmelerin bu bağlam içinde yapılması gerektiğini kavramak ne yazık ki kolay olmuyor.
Yazının sınırlarını zorlamamak açısından şimdilik, yukarıda değindiğimiz ölçüsüzlük ve kafa karışıklığı ile dünyada hiçbir ulusal kurtuluş mücadelesinin savunulamayacağına dikkat çekmekle yetiniyoruz.
Son söz yerine
İsrail; çoluk çocuk, hastane, ambulans, mülteci kampı, okul, ev vb. demeden Gazze’yi yakıp yıkıyor. Emperyalist dünya ve işbirlikçileri onun arkasına dizilmiş, her türlü desteği veriyor. Mc Donalds, Carrefour, Walt Disney, Burger King destek yağdırıyor. Bu koşullarda biz (iç tartışmalarını çoktan bitirmiş ve şu an “Filistin için başka ne yapabiliriz?” sorusu dışında tüm soruları tüketmiş olması gereken geniş anlamdaki biz) hala, tam da İsrail’in/ABD’nin istediği gibi adeta hipnoz olmuşçasına ve yapacak başka bir şey yokmuş gibi ısrarla Hamas tartışıyoruz/tartıştırıyoruz. Halbuki yapacak çok şey var; yeter ki aklımızı, üretme ve yapma imkanlarımızı serbest bırakalım; yeter ki doğruluğu kanıtlanmış önermelerimize dönüp gereklerini yerine getirelim.
Devrimci Hareket
16 Aralık 2023