Suriye’nin pazarlıkla paylaşımı
13 yıldır direnen Suriye’de 13 günün sonunda, Şam’da hemen hiçbir direnme olmadan deyim yerindeyse iktidara dair bir “devir teslim töreni” yaşandı. Böyle bir gelişme, ancak önceden rollerin belirlendiği, adım adım planlanmış bir sürecin sonunda olabilirdi. Nitekim öyle oldu. Bu, tek başına Türkiye’nin veya Rusya’nın kararlaştırabileceği, planlayabileceği bir olay değildir.
Gazze’de yaşananlar, Lübnan’da yaşananlar, Suriye’de daha önce yaşanmış olanlar, Suriye engelinin kolay aşılamayacağını, Gazze’de olduğu gibi yıkım vb. ile aşılsa dahi amaca ulaşılamayacağını gösterdi. Ve giderek netleşen fotoğraf, Suriye engelinin, silahla değil pazarlıkla, “paylaşımda bir uzlaşma” ile aşıldığını gösteriyor. Bu, paylaşım sürecinde askeri araçların yanında kuşatma, sıkıştırma ve pazarlığın da bir enstrüman olduğunu/olacağını gösteriyor.
Şimdi daha net biçimde görüldüğü gibi 1 Ekim’de Meclis’te yaptığı çağrı ile sürecin bir parçası olan Bahçeli de “biz 2 aydır bütün olacakları biliyorduk” diyen Mazlum Abdi de 27 Kasım’da ateşkesi kabul eden İsrail ve 3 saat sonra Halep’e giren toplama örgüt HTŞ de gelişmelerden haberliydi; tabii ki Esad da ordusu da…
ABD-İsrail-İngiltere ortak yapımı olarak görülebilecek bu tiyatroda Rusya pazarlıkla ikna edildi. Bunun sonuçlarını süreç içerisinde göreceğiz ama en azından Akdeniz’deki varlığı için olmazsa olmaz önemdeki hava ve deniz üssünün varlığının devam edeceğini söyleyebiliriz. Ukrayna vb. için de pazarlıkların boyutu zamanla görünür hale gelecektir. Rusya’nın Gürcistan dahil uğraştığı pek çok sorun var. Ayrıca unutmamak gerekir ki Rusya, Sovyetler Birliği değildir. Suriye ile ilişkisi bir değer ortaklaşması değil çıkar zeminindedir. Pazarlığın içeriği ve ortaya çıkan sonuç bu bağlam içinde değerlendirilmelidir. Diğer bir ifadeyle, ABD ile Rusya arasındaki fark ve çatışma, değer algısı ve farkları üzerine değil çıkarlar üzerine oturmaktadır.
Türkiye de Doha’da toplanan Arap ülkeleri vb. de elbette sürecin şu veya bu noktasında bilgi ve rol sahibiydi. Savunma Bakanı ile Esad hariç tüm bakanların yerinde kalması, Başbakan Celali’nin “geçiş hükümeti için işbirliğine hazırım” demesi, işgalci cihatçı yapının kamu binalarına girmemesi vb. planlamanın boyutunu gösteriyor.
Suriye’nin selefi bir örgüte devrinde ortaklaşma ve rıza
ABD, İngiltere, Fransa vb.nin (ve tabii ki Türkiye’nin) bu türden ilişkilere alışkın olduğu, Ortadoğu’da çeşitli dönemlerde bu türden örgütleri kullandıkları biliniyor. HTŞ, ABD tarafından terörist olarak tanımlanmış ve lideri Colani’nin başına 10 milyon dolar ödül konulmuş olsa da ilişkilerinin devam etmesi kimseyi şaşırtmamıştır. Tam da bu noktada aslında Rusya’nın da emperyalist kapitalist yapısı gereği çıkarlarını öncelediğini bilmek, değerlendirmeyi buradan kurmak gerekiyor. Bu, aynı zamanda halkların, çıkarları açısından egemen güçlere ve devletlerine neden güven duymamaları gerektiğinin, güvenliği ve gelecek tasarımını kendi özgüçlerine dayandırmalarının önemini ortaya koyuyor.
Belki başka bir yazı konusudur ama SDG’nin bu süreçteki rolü, HTŞ’yi Suriye gücü (Suriyeli) olarak görmesi, Demokratik Suriye Güçleri (SDG) Genel Komutanının sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda Şam’ın düşmesini “tarihi bir gün” olarak niteleyerek, “Şam’daki otoriter rejimin çöküşüne tanık olduğumuz Suriye’de tarihi anları yaşıyoruz” demesi ve “Bu değişiklik, tüm Suriyelilerin haklarını garanti altına alan, demokrasi ve adalete dayalı yeni bir Suriye’nin inşası için bir fırsattır.” yorumunu yapması bir çok açıdan sorunludur. Olası gelişmeler düşünüldüğünde, Suriye’de yaşananlardan sonra ABD, İsrail vb. ile girilmiş olan ilişkinin daha da görünür hale geleceğini, bölgeye sarkan farklı gereklerinin olacağını, ayrışma ve saflaşmaların daha hızlı sonuçlar vereceğini söylemek mümkündür.
Gelişmelerin ve muhtemel sürecin anlaşılabilmesi, öngörülebilmesi ve doğru yerde saf tutabilmek açısından mevcut paylaşımın niteliği, güç ve hegemonya ilişkileri mutlaka sınıfsal bir bakışla kavranmalıdır.
Yeni (Üçüncü) paylaşım savaşının karakteri
Küresel aktörler çeşitlendirilmiş ve geliştirilmiş enstrümanlarla bizzat savaşın içindeler. Sanki onlar savaşmıyormuş gibi görünmesi, böyle görüntü verilmesi olgunun özünü değiştirmiyor. Nasıl ki Ukrayna’da savaşan gerçekte ABD, İngiltere, Fransa, Almanya vb. ise Suriye’de de savaşan ABD, Fransa, İngiltere, İsrail, aktif taşeron Türkiye vb.dir. Lübnan’da ateşkese karar veren de yaklaşık olarak aynı güçlerdir, devamında neler olacağını planlayanlar da.
Ordularını doğrudan sahaya sürmek yerine uzmanlarıyla, uçak gemileriyle, üsleriyle, füzeleriyle, istihbarat ve uzmanlarıyla savaşa katılmak, çeşitli açılardan daha avantajlı, kaybı daha az olan ve dönemin ihtiyaçlarına uyan bir tarz olarak tercih edilmektedir. Kayıpları büyük oranda vekalet savaşını yürütenler vermekte, dünyaya sanki 3. savaş başlamamış gibi gösterilmekte ve daha da önemlisi halklarına hesap verme, meşruiyet sorunu yaşama vb. durumları asgariye indirilmiş olmaktadır.
Sadece Suriye’de farklı ülkelere ait 830 askeri nokta vardı. Herkes orada ama yokmuş gibi, herkes savaşıyor ama savaşa karşıymış gibi yaparken, gerçekte 3. paylaşım savaşının gerekleri çok daha geniş bir coğrafyada adım adım yerine getirlmektedir. Gerçekte ne Asya ne Afrika bu sürecin dışında değildir. ABD, hegemonyasını yeniden tesis için askeri saldırı imkanlarını azami boyutta kullanmaktadır. Sadece Somali ile 5 üs için anlaşma yapması, Afrika’ya dönük hesaplara dair ipucudur.
Tayvan’a zaten uzun süredir askeri yığınak yapılmaktadır. NATO’nun aldığı kararlar artık ABD eksenli emperyalist blokun küresel boyuttaki vurucu gücü olarak rol alacağının açık ilanıdır.
ABD el yükseltmiş durumdadır. Bu, BOP kapsamını/tanımını aşan yeni bir süreçtir. Ancak bunu, kimi yorumcuların söylediği gibi “20. yüzyılın ideolojileri, partileri, devlet yapıları tasfiye ediliyor” biçiminde anlamak. Böyle ifade etmek, olgunun özünü ıskalamak olduğu kadar, verilmek istenen imajın etkisinde kalmaktır.
Öyle görünür ki önümüzdeki süreçte de bir taraftan paylaşım çatışmaları yaşanırken diğer taraftan Doha’daki gibi uzlaşma masaları da kurulacaktır.
Mevcut gelişmelere bağlı olarak “Yeni dünya” tanımı yapmak; emperyalizmin, İsrail’in (İbrahim Anlaşmaları gibi) Türkiyeli sermaye iktidarının “normalleşme” adımlarını abartmak, sanki sınıfsal açıdan başka bir dünya tasarlanıyor imajı oluşturmak, emperyalizmin ve işbirlikçi iktidarların vahşi/gerçek yüzünü gizlemeye hizmet eden bir yanılgı olacaktır.
Genel anlamda emperyalizm, özelde sermaye güçleri elbette ayaklarına dolanan, kârlarını, pazarlarını sınırlayan kimi mesafeleri, sorunları aşmak isteyecektir. Ne varki bu, yenilenme veya “yeni dünya” değil emperyalizmin çıkarları gereği biçimsel bir düzenlemedir.
Unutmamak gerekir ki emperyalizm ve işbirlikçisi rejimler, daha çok sömürü, daha çok yağma, yıkım ve ölümdür; gündelik hayatımızda gördüğümüz gibi faşizmdir, kayyumdur, açlık ve yoksulluğun normalleştirilmesidir. Mücadele, halkların kendi özgücü, kendi değerleri ve örgütlenmeleri üzerinden yürümediği sürece; yanılmak, kullanılmak ve hatta kendi karşıtına dönüşmek de mümkündür. Bu nedenle, gelişmelerin giderek daha da karmaşıklaşacağı önümüzdeki süreçte Marksizmin bir pusula niteliği taşıyan önermeleri rehber alınırken, saflar/ittifaklar sınıfsal ölçülerle belirlenmelidir.
Devrimci Hareket
8 Aralık 2024