Biz kez daha toplumun üzerine dezenformasyonla malul verilerin boca edildiği, koşulların olağanüstülüğünün istismar edildiği, zorunlu gerekliliklerle yanıltmaların iç içe sokulduğu bir süreçten geçiyoruz.
Savaş, işgal, yıkım, katliamlar, rejimin düşmesi vb. kavramların olağanüstülüğüne, yeniden inşa, özgürleşme, barış, çözüm kavramlarının olumlu çağrışımı eklendiğinden ötürü işin içinden gündelik akılla çıkabilme, olup biteni anlama olasılığı kalmıyor.
Böyle bir süreçte olup biteni anlamak ve görünür kılmak için yöntemsel fener, yürünecek yolu doğru saptamak için pusula işlevi görecek olan Marksizm, bir süredir yıpratıcı müdahalelere maruz kalıyor da olsa olup biteni anlamanın da ne yapmalının da anahtarıdır.
Ne var ki bunu anlatmak, uygulamak yazıldığı denli kolay görünmüyor. Çünkü gündelik aklı manipüle etmek için olağanüstülük atfedilmiş bir haberin gündeme düşmesi bile yeterli oluyor. Marksizmin gerekleri ise Marksistlerce bile her durumda layıkıyla yerine getirilemeyebiliyor.
Hangi paradigma?
DEM Parti heyetinin İmralı görüşmesi sonrasında gündeme düşen olgulardan biri de Öcalan’ın “Sayın Bahçeli’nin ve Sayın Erdoğan’ın güç verdiği yeni paradigmaya, ben de pozitif anlamda gerekli katkıyı sunacak ehil ve kararlılığa sahibim” sözleri oldu. Bilindiği gibi Öcalan, Marksizmi aşma iddiası eşliğinde yeni bir paradigma geliştirmişti. Bu paradigmanın, postmodern paradigmanın örneklerinden biri olup olmadığı tartışmasını şimdilik geçerek söylersek; Öcalan’ın, tüm dünya halklarının özgürleşmesinin yolu olarak öne çıkarılan sınıf uzlaşmacı paradigmasının yanında Erdoğan ve Bahçeli’nin paradigmasından söz etmesi ne anlama geliyor? Bu paradigma nedir? Öcalan’ın paradigmasıyla bir zıtlık mı uyumluluk mu söz konusu?
Paradigmayı kısaca “değerler dizisi” olarak tanımlarsak; ortada elbette yeni bir paradigma yok, Erdoğan ve Bahçeli’nin yeni bir paradigma geliştirmesi de söz konusu olamaz. Olsa olsa bu, emperyalizmin Ortadoğu’yu yeniden dizaynı ve küresel savaş koşullarında emperyalizm tarafından Türkiye’ye biçilen rolün gereği olarak, durumdan vazife çıkarmak ve bir kez daha Kürt dinamiğini tasfiye ederek sisteme katma denemesi geliştirmektir; yapılan tüm atraksiyonların amacı/özü budur.
Tüm dünyayı kapsayacak potansiyele sahip biçimde, bölge yangın yerine dönmüşken, cihatçı katiller sürüsü elbirliği ile meşrulaştırılmaya çalışılıyorken, kayyumlarla halkın iradesi ve kazanımları gasp ediliyorken, grevler yasaklanıyor ve halka asgari yaşam koşullarını bile fazla görerek ülkeyi üretim üssü olarak yağmaya açma hesapları yapılıyorken; her şeyin önüne, “Bahçeli çözümü”nün çıkarılması birçok açıdan sorunludur; doğru ve gerekli değildir.
Tüm halklar gibi Kürt halkı da özgürlüğü hak ediyor; ödediği bedeller de düşünüldüğünde özgürlük onlara gerçekten çok yakışır. Bizlerin itirazı tam da bu açıdandır. Genelde emperyalizmin özelde ABD’nin tarihinde halklar yararına tek bir kare yoktur. Klasik sömürgecilikten bugüne; yaşanan savaşların, istilaların, yağma ve katliamların güncellenmiş sorumluları ABD’dir/NATO’dur ve işbirlikçileridir. Suriye’ye saplanan cihatçı hançerin bedeli büyüklüğünden fazla olacaktır. Bundan yarar ummak için ya karşı saflarda yer almış olmak ya da temel önemde (paradigma düzeyinde) bir yanılgı içinde olmak gerekiyor.
“Suriye nasıl olsa paylaşılıyor, bu sürecin neresinde durursak halklar lehine artılar oluştururuz” diye soruluyorsa bunun bir tek cevabı vardır; o da emperyalizmin yanında değil karşısında durmaktır.
Süreç, pazarlık ve tekrarlar
Daha önceki “açılım” sürecine dair en çok öne çıkan eleştirilerden biri de şeffaf yürütülmemiş olmasıdır. Yeni sürecin de şeffaf olmadığını, örneğin yapılan görüşmelerin DEM Parti ziyareti ile sınırlı olmadığını bilmek için kâhin olmaya gerek yok. Hatta bu süre içinde hiç söz kurmaması gerekenlerin (Taner Akçam, İbrahim Halil gibi) adının öne çıkması da sürecin sağlığına işaret değildir. Ne var ki şeffaflık da sürece dair önemli duyumlara sahipmiş gibi değerlendirme yapmak da işin ikincil önemdeki boyutudur; Özal’dan bugüne, Öcalan’ın tutsaklığına varan İtalya süreci dahil emperyalizm/iktidar tarafından atılan hiçbir adımın Kürt sorununu çözmeyi amaçlamadığı, ortada bir tarz değişikliği varsa o da sopanın yanına havucun eklenmiş olduğudur.
Evet dünya ve bölge çok özel bir süreçten geçiyor. Bunun en bilindik adı emperyalist paylaşımdır. Adı üzerinde, emperyalistlerin dünyayı yeniden paylaşımıdır; bu türden süreçlerde taşeronlara neyin düştüğü, işbirliğini layıkıyla yerine getirmelerine bağlı bir durumdur. Örneğin Türkiye’nin Afrika, Ortadoğu vb. alanlarda attığı adımların arkasında ABD’nin hangi oranda desteğinin ve icazetinin olduğunu tek tek irdelemek yazımızın kapsamını aşar. Ama Somali’den Etiyopya’ya ve Libya’ya, Ukrayna’dan Irak ve Suriye’ye kadar Türkiye’nin aktif olarak rol aldığı koşullarda hiçbir coğrafyada bağımsız bir politikadan söz etmek mümkün değildir; bu, olgunun ekonomi politiği gereği böyledir.
Dış politikanın ülke içine izdüşümü elbette vardır; kaldı ki seçimler dahil ülke içi politik adımların da emperyalist politikalardan ne denli bağımsız olduğu tartışmalıdır.
Suriye’nin bugünkü tablosu daha çok savaş, çatışma ve ayrışma kaldırır. Artık Ukrayna gibi her cephe emperyalist paylaşımın lokal cephesidir. Akdeniz’de etkili olmak da Süveyş kanalını kontrol etmek de bu kapsamdadır.
Sürecin bir niteliği/özgünlüğü de sahada “vekillere” yer verilmesidir. ABD’nin taşeronları/vekilleri önemsemesi ve çeşitlendirmesi, bizzat kendi askeri yerine onları konumlandırma hesap ve isteği sebebiyledir. Şii ağırlığının olduğu coğrafyanın orta yerine HTŞ gibi bir yapılanmayı tercih etmesi de bu bağlam içinde düşünülmelidir.
Türkiye oligarşisinin “Nasıl olsa ortalık bir cangıla dönüşmüş, ben de bir şey kaparım” hesapları yapmasının nasıl Türkiye halklarına çeşitli açılardan zararları olacaksa Kürt sorununu benzer bir mantık içinde çözeceğini sanmak ve taşları ona göre dizmek de Kürt halkına çeşitli açılardan zararlı olacak, kazançla değil kayıplarla sonuçlanacaktır.
Sonuç yerine
Ortada temel önemde bir sorun var. Örneğin Mehmet Uçum’un, sosyal medyada yer verdiği ve “Tek Devlet ve Tek Millet Türkiye’nin tek gerçeğidir” demeyi ihmal etmediği “Pazar yazısı”nda çok zorlanarak aranırsa farklı milletler için de olumlu cümle bağlamında bir “parmak bal” bulunabilir. Zaten sorunun özü tam da buradadır. Neden halklar, iktidar ve sözcülerinin konuşmaları içinde olumlu olma ihtimali atfettikleri “kırıntılara” odaklansın? Kürt halkının onlarca yıllık mücadelesi; dünya halklarının bu içerikteki pratiği ve birikimi bugün artık bunu mu gerektiriyor?
Daha önceki açılımların (Alevi açılımı dahil) hangi hesaplara dayandığı, gerçekte anlaşılmayı güçleştiren bir kapalılık taşımıyor; görmek isteyen için her şey açıkça ifade ediliyor. Nitekim Bahçeli de “gelin özgürleşin” demiyor. “Teröristbaşı” diye başlayan bir çağrıyla teslimiyet ve tasfiye dayatıyor.
Özetle, yeni bir yıla girilirken bizler, yaratılan dehşet tablosunu değiştiremeyiz; bugünden yarına sonuç getirebilecek sihirli çözümler de öneremeyiz. Ama mevcut gidişata ülkemizden başlayarak nasıl dur denilebileceğine dair önemli, sonuç alıcı adımlar atabiliriz. Bunun için geç kalınmış değil; Gezi’de ortaya çıkan enerji, 2015’te AKP’ye sandıkta kaybettiren birleşik duruş, nasıl yapmak gerektiğine dair önemli/öğretici bir mirastır.
Evet halklar için kardeşlik en güzel, en yakışan niteliklerden biridir; bunun kardeşlik sömürüsüyle/istismarıyla karıştırılmaması için, Bahçeli’ye, Erdoğan’a, Trump’a veya Netanyahu’ya değil Polonez‘den, Kazdağları‘ndan yükselen sese kulak verilmeli; Berkin ve Medeni’nin bıraktığı mirasa bakılmalıdır. Bugün dağılmış da olsa Sovyetler Birliği’nde Kürtlerin yaşadığı özgürleştirici ve öğretici pratik incelenmeli; Kürt halkının kaderini tayininin neden Uçum’un dediği gibi “Kürtlerin devletleriyle daha fazla bütünleşmesinde” değil, özerklikten ayrılmaya veya devrimci demokratik birlikteliğe kadar tüm tercihler için öncelikle mevcut devlete karşı bir mücadelenin gerektiği akıldan çıkarılmamalıdır; taktikler dahil tüm adımlar, Leninist ufkun yol göstericiliğinde atılmalıdır.
Devrimci Hareket
30 Aralık 2024