Türkiye gibi yeni sömürge ülkelerin emperyalizmle entegrasyon süreci tek bir hamleden ibaret değildir. Bu içerikteki eşikler veya hamleler toplamı, sermayenin bugünkü tam ve kesin hakimiyetini ortaya çıkardı. Bu süreçte 12 Eylül, en önemli eşiklerden biridir. Tüm darbeler veya programı itibariyle bir darbeye özdeş süreçler incelendiğinde, temelinde bir iktisadi programın yer aldığını görürüz. Aynı zamanda bu programlara, gerekli olan rıza, uyuşturma ve susturmayı sağlamak üzere, dincilik de eşlik eder ve yaygınlaştırılır. 12 Eylül’e eşlik eden Türk-İslam sentezi bu bağlam içinde değerlendirilmelidir.
Suriye’de, 27 Kasım İsrail-Lübnan ateşkesi sonrasında yaşananlar, bugünkü emperyalist sistemi ve sermaye düzenini anlamak açısından bir laboratuvardır; bir dersler toplamıdır.
Suriye’den ilk dersler
Birincisi; emperyalizm ve işbirlikçileri için demokrasi, insan hakları, hak-hukuk vb. olgular, sermaye için gerektiğinde sömürülerek istismar edilecek bir araç olmaktan öte bir anlam ifade etmiyor. Bir tarihsel kesitte “çok tehlikeli, terörist vb.” ilan edilen kişi ve yapılar, bir başka kesitte, ihtiyaca bağlı olarak kucaklaşılan ve beraber yürünen bir dosta dönüşebiliyor.
İkincisi; kapitalizmin bugünkü aşamasında artık burjuva siyasal düzenin en bilindik işleyiş yasaları bile ayak bağı olabilmekte, küresel paylaşım ve hegemonya savaşı koşullarında burjuva iktidarların kendi koydukları yasa ve normların bile yok sayıldığı bir süreç yaşanmaktadır. Burada, dönemsel yürütme görevini üstlenen hükümetlerden çok, doğrudan sermayenin inisiyatif aldığını, hatta devletin görece özerkliğinin dahi yitirildiğini daha net biçimde görebiliriz.
Üçüncüsü; Suriye, emperyalizmin İran’a ve Çin’e dek uzanacak olan daha büyük hamleleri için yıkılmış olsa da önemli bir eşiktir. Özellikle Ortadoğu’nun ABD eliyle yeniden dizaynında önemli bir engel kaldırılmış, bir aşama kat edilmiştir.
Dördüncüsü; dönemin niteliği gereği Türkiye gibi taşeronlar da sahada hemen her düzeyde rol alırken aynı kuralsızlık işleyecek; tek yasa, sermayenin/emperyalizmin hesap ve çıkarları olacaktır.
Beşincisi; artık emperyalist güçler hemen hiçbir işgalde kendi askerlerini doğrudan kullanmak istemediği için HTŞ gibi kuklaların yanına Türkiye gibi işlevli, aktif taşeronlar eklenmektedir. Bu bağlamda Suriye’nin yeniden inşa edilerek biçimlendirilmesinde Türkiye’nin askeri olandan iktisadi ve siyasal olana kadar çeşitli biçimlerde rol alması beklenmelidir.
Altıncısı: Suriye’de neoliberalizmin gereği olarak eksik ne varsa (sermayenin yağmasına açılmamış, şu veya bu oranda da olsa varlığını koruyan kamucu işleyiş, sermayenin serbest dolaşımını güçleştiren yasal engeller vb.) giderilirken, yeniden biçimlendirmenin pek çok noktasında göreceğimiz Türkiye de payını, taşeronluğunun ödülünü alacaktır.
Suriye’den Türkiye’ye Alevi düşmanlığı ve iç siyaset
Suriye’de olup bitenin iç siyasete yansımaları, önümüzdeki süreçte daha da görünür biçimde yaşanacaktır. Emevi Camisi’nde namaz kılma gösterilerinden fetih edebiyatına kadar pek çok olgu istismar edilerek iç siyasette iktidarın tekçi/milliyetçi söylemini güçlendirirken, aynı zamanda grev yasaklarından hak gasplarına, düşük ücretlere kadar pek çok alanda yansımaları olacaktır. Bu süreçte, Erdoğan’ın bir kez daha seçilmek, iktidarda kalmak vb. hesaplar yaptığı da doğrudur; ancak sürecin başından beri Türkiye’nin Suriye’de aldığı rolü salt parti veya başkanın öznel hesaplarından ibaret görmek, konuyu daraltıp kişiselleştirir ve resmin bütününü görmeyi güçleştirir.
Son günlerde öne çıkan tehditlerden biri de özel gayretlerle büyütülüp güncelleştirilen Alevi düşmanlığıdır. Emperyalizmin çok geniş bir coğrafyada uzun süredir kullandığı araçlardan biri olan cihatçı selefiliğin gerek Suriye’de gerekse ülkemizde Şiiliği, Aleviliği düşman olarak gören, hedef haline getiren duruşu, iktidar tarafından da kullanışlı bir araç olarak öne çıkarılmış durumda. İran’dan bölgedeki pek çok noktaya uzanan (Şii Hilali, direniş ekseni vb. olarak tanımlanan) Şii bağının koparılması açısından, bu bağın tam da orta yerinde yer alan Suriye’ye HTŞ’nin yerleştirilmesi bu bağlamda, bir tesadüf değil bir tercihtir.
Baas’la ifade edilen Suriye’deki rejimin yansıtıldığı gibi Alevi azınlık rejimi olmadığı, anayasada sanıldığının aksine Aleviliğe değil Hanefiliğe vurgu yapıldığı bilindiği halde, bu düşmanlaştırma, Suriye’de Alevi halka karşı planlı bir saldırıya dönüşmüş durumda. HTŞ, henüz bir hükümete dahi dönüşmediği halde ve ülkedeki etnik-dini yapılarla uyumlu olunacağına dair verilen mesajlara rağmen ülkenin pek çok noktasından (özellikle de Alevilerin yaşadığı bölgelerden) saldırı ve katliam haberleri gelmektedir. “Hıristiyanlar Lübnan’a, Aleviler mezara” sloganı HTŞ’nin duruşunu özetler niteliktedir; bunun, Suriye’de üstleneceği rolün de yapısal kodlarının da gereği olarak değişmesi beklenmemelidir.
Türkiye’ye gelince; bir yanıyla Türkiye İslamcılığının Nakşi kökleri, diğer yanıyla sık sık Alevi düşmanlığının bizzat iktidarlar tarafından kaşınması nedeniyle Alevi halka saldırı potansiyeli hep sıcak tutulmuştur. Bu, bir mezhep çatışmasından çok, mevcut fay hatlarının iktidar tarafından döneme ve ihtiyaca göre kullanılması olarak görülmelidir. 1978’de Maraş’ta, 1980’de Çorum’da, 1993’te Sivas’ta yaşananlar, kendiliğinden olmadığı gibi bir mezhep çatışmasından çok, söz konusu farkın, bizzat iktidar tarafından kışkırtılarak bir planlama dahilinde politik mecrada kullanılmasıdır.
Erdoğan’ın Suriye’deki yıkım ve işgali, grup toplantısında kürsüden Fetih Suresi’ni okuyarak kutlaması ise sermaye aklına bağlı olarak sürecin nasıl işlediğini özetleyen bir karedir. Bu bağlamda son günlerde basına düşen Alevi halka dönük tehditler ve riskler elbette ciddiye alınmalı, bir avuç sermayedar ve işbirlikçileri dışında kalan tüm halk kesimleri bir bütün halinde yakın ve orta vadeli tüm tuzaklara, tüm tehdit ve risklere karşı güç ve imkanlarını ortaklaştırmalıdır.
2025’in ilk günlerinde bölgeden ve dünyadan yansıyan tablo; savaşların, gerilim ve çatışmaların çap büyüterek yoğunlaşacağını gösteriyor. Bunun ülkeye izdüşümünün yokluktan yoksulluğa, işsizlikten hak gasplarına kadar her alanda görüleceğini söylemek mümkün. Tam da bu nedenle, Kürt sorunu dahil hiçbir alanda bırakalım demokratikleşmeyi, soluk aldırıcı adımların bile atılması beklenmemeli; sözler de eylemler de bu sınıfsal gerçekliğe göre geliştirilmelidir. Nitekim Bahçeli‘nin 1 Ekim’de Meclis’te yaptığı çağrının, Kürt halkı için yeni bir çözüm olmadığını bizzat kendisi, “Ortada yeni bir çözüm veya açılım diye bir süreç hiç yoktur” sözleriyle ifade ederken ve lafı dolandırmadan teslimiyet dayatırken; 2025 yılında, bu 3. sınıf senaryoları yırtıp atan, Suriye dahil bölge halklarıyla dayanışma içinde olan ve gerçek çözümün, daima emekçi halkların faşizme karşı birleşik devrimci savaşından geçeceği bilinciyle hareket eden ortaklaşmış bir güce, örgütlü bir iradeye ihtiyaç vardır.
Devrimci Hareket
3 Ocak 2025