Öyle bir tutkaldır ki devrim bilinci,
Yaşam yolculuğunda aynı kanatta birleştirir insanın beyniyle yüreğini.
Bu yolda dostluk kuranlar,
aynı değerleri öpercesine tutarlar birbirinin elini…
Sistem, genellikle dışsal bir olgu olarak görülür; gücü/imkânları, en somut veriler (veya doğrudan güç aygıtları) üzerinden değerlendirilir. Gerçekte ise güç aygıtları bile, sadece kaba güçten, teknolojiden, vb. oluşmaz.
Anımsanacak olursa Lenin, egemenler için, devrim sonrasında (yani yenildiklerinde) bile “bizde n daha güçlü olmayı sürdürür” der. O vurguda geçen, “ilişkileri, paraları, alışkanlıkları vardır” ifadesinin içinde belki de üzerinde en çok durulması gereken “ilişkileri, alışkanlıkları vardır” meselesi veya kültürel boyutlar olmalıdır. Kastettiğimiz, sadece sistemle doğrudan ilişkili kültürel/ideolojik bağlar değil.
Aksine, en normal, en doğal kabul edilen ve her gün tekrar ettiğimiz kimi fiiller vardır ki, biz farkında olmasak da sistemin devamına hizmet eder.
Örneğin ikili ilişkinin törensel bir ağ sonucunda evliliğe uzanan boyutu irdelendiğinde, kimi şekli/sembolik olgular tartışılır. Hâlbuki asıl görülmeyen (ve tartışılması gereken) bu aşamadan sonra sisteme dönüşte sıkça yaşanan sıçramalı geçiştir. Bir yıl içerisinde (kucağında çocukla veya çocuksuz) karşınıza; duruşu, hareketleri, algısı, hassasiyetleri değişmiş bir insan çıkar. Gerçekte ise, bu boyutta bir değişimin, böylesine hızla gerçekleşmesi mümkün değildir . Demek ki başından beri (aktif görünüm kazanmış olmasa da), o insan ağırlıkla “karşı” taraftaydı; sistemi içimizde, pasif bir konumda da olsa yaşatmaktaydı. Tabii ki bu gerçeklik, birbirimize veya kendimize kuşkuyla bakmak veya alınganlık göstermek için değil, bir olguyu görünmeyen boyutlarıyla değerlendirip yerinde ve zamanında mücadele etmek için bilinmelidir. Yoksa, birden bire sistemin, evliliğin, çocuk yapmanın ve mülkiyetin kerametlerini keşfedip sisteme dümen kırmış olanları günah keçisi ilan etmekle (ve gerçekte sorunun üzerinden atlamakla) yetinmiş oluruz.
Hiç kimsenin, ne aşkı, ne de bir insanın mutluluğunu arttırma çabasını hafife alma, küçümseme hakkı yoktur. Ne var ki bu alan, tarihten bugüne, savaşlara da komplolara da, devlet imkânlarının şahsileştirilmesine veya dinin istismarına da sebep olmuş, çok kapsamlı bir konudur. Dikkatle incelendiğinde görülecektir ki, tarihe mal olmuş aşk hikâyeleri, büyük oranda içeriksizdir ve genellikle engellerle, ölümle anılması sebebiyle ilgi çekicidir. Haremlerden cennet tarifine, bir görüşte aşktan güzellik tasvirlerine kadar bu alandaki hemen tüm çabaların özünde, ataerkil bir ufukla kadın tarifi veya kadının erkek için bir fiziki olgu, bir zevk nesnesi olarak görülmesi yatmaktadır . Kadının kimi kültürlerde, konuşmaması için sesi, kimi kültürlerde de zevk almaması için klitorisi (kadın sünneti) kesilmiş. Buradaki zevk olgusu teknik/biyolojik olarak konumuz değil, ama bilinir ki zevk almayan zevk de veremez; geriye tek yanlı, hoyrat, hayvani bir ilişki kalır. Ve kadın giderek evdeki (veya saraydaki) bir süs eşyasıyla veya sadece açken anlamı olan, yenildiği sırada tat alınan, doyulunca da kaldırılıp atılan bir yemekle aynı konuma düşer.
“Sevgi ve cinsellik birbirlerinden tümüyle farklı iki ayrı şeydir. Bir istiridyeyi veya inciri zevkle mideye indirdiğim zaman, onların beni sevmesini beklemem. Sadece onların yumuşak etlerinin tadını almaya bakarım. Aynı şey haremimdeki kadınlar için de geçerli.” (Bkz. Alamuta Dönüş, Sf.261-262)
Bu örnekte de görüldüğü gibi, eşyayla/gıdayla özdeş tutulan kadının her an için alternatifi vardır ve feda edilmesi işten bile değildir.
Bir yiyecek değil, bir yaşam yoldaşıdır kadın.
Bunu fark edemeyenler, hiçbir zaman göremeyecektir, kadındaki etten öte güzelliği.
Hiçbir zaman göremeyecektir, etin içinde olmayan ve paylaşıldıkça çoğalan, ruhsal derinliği.
Onlar, haremleriyle övünüp, sevgiden uzak tutarken kendini; gerçekte bir kaşık suda boğuyordur, yaşamda zenginleşme potansiyelini ve dolayısıyla geleceğini…
Tabii mesele her zaman bu denli net/açık tutum ve davranışlar üzerinden gelişmiyor. Sistemle, en küçük birimi olan “aile” arasında görünmez öyle bağlar var ki, kişi(ler) maddi ve ruhsal yaşamlarında sistemi her gün yeniden üretirken bile, alternatif yaşamdan söz edebiliyor.
Amacımız, olguyu karmaşıklaştırmak, anlaşılırlığını güçleştirmek değildir; aksine, insanın öznelliğe (dolayısıyla yanılma ve yanıltmaya) en açık olduğu bir yaşam alanına dair, kavrayışta derinleşmenin ve kalitede incelmenin ipuçlarına dokunabilmektir.
Çünkü ortalıkta gülümseyerek dolaşan, “çocuk seven”, toplumsal aktivitelere kapalı olmayan insanların da sevgisiz olabileceğini; dolayısıyla daralma, tekleşme ve yalnızlaşma eğilimini bağrında bir risk olarak taşıyabileceğini göremediğimizde veya göz yumduğumuzda; bir eleştiriden çok daha acıtıcı sonuçları davet ederiz. Benzer bir durum/risk, “devrim” gibi kolektivizmin ve toplumsal bağlamlı bedellerin bir bütün halinde içerildiği kavramlarla anılan yapılar için de geçerlidir. Daha açık söylemek gerekirse, bir devrimcinin sevgisizliği gibi bir devrimci yapının da sevgisizliği mümkündür ve hatta bugünkü koşullarda yaygındır.
Hangi sebeple olursa olsun, sınıfsal çelişmelerin gerektirdiği bir önlem/korunma değilse, kişinin aynı değer yargılarındaki bir başka kişiye veya örgütün örgüte karşı kabuk kalınlaştırması, kişisel veya örgütsel “ben”in büyütülmesi, öznelliktir; dönemsel niteliği ile söylersek, içselleşmiş kapitalizmdir.
Hemen her insanın mutluluk eksiğinden yakınması gibi hemen her yapı da moral/motivasyon eksiğinden yeterli verim, coşku ve inancı sağlayamadığından yakınır. Bunun, özneye dönük tekil nedenleri olabileceği gibi, bizlerin görebilme açısının dışında kalan nedenleri de vardır. Ne var ki konu bağlamında vurgulamak istediğimiz mesele, bilinen/görülebilen ve aşılması mümkün olan ayakbağlarından kurtulma gerekliliğidir.
Bertolt Brecht, “Tüm sanatlar, sanatların en büyüğü olan yaşam sanatına katkıda bulunur.” der. Ve amacın, herkesin bildiğini değil, herkesin bilmesi gerekeni dile getirmek olduğuna işaret eder.
Yaşam sanatı, aynı zamanda yaşamın yaratıcı etkinliklerle geliştirilmesi, birikimin yerinde sayıp tekrarlarla yetinmesi yerine, incelme (kalite) yönünde mesafe alınmasıdır.
Brecht’in dikkat çektiği “bilinen ile bilinmesi gereken” arasındaki açı, konumuz bağlamında sevginin sözü ile pratiği arasında ki açı olarak okunabilir. Bunda “sevgi”yi insanın en “özel”i kabul etmesinin ve gerçekliğini görebilmeye en zor yanaştığı alan olmasının büyük payı vardır.
Deyim yerindeyse “mutsuzluk” insanın yaşama yenilmesidir. Ama nedenini en zor kabul ettiği yenilgidir.
MUTSUZLUK İNSANIN YENİLGİSİDİR
Gerçekler, öyle kapsamlı bir göz gerektiriyor ki Röntgeni çekilebilmeli inceleme nesnesinin.
Tanımak istediğinde bir insanı, kökenine de iliğine de değmeli bilincin. Kimine göre “aslan-kaplan” olmak,
hem bir onur, hem bir güç ve heybettir. Halbuki kurt dahil hepsi leş yiyicidir.
Ya hasta, ya zayıf hayvanlardır hedefleri. Hiç görülmemiştir güçlüyle cebelleştikleri. Hayatta birçok olgu böyledir.
Arı, önden görünüşte bal,
arkadan görünüşte dışkı veya iğnedir. Diyalektik dediğimiz, böyle bir şeydir. Kökene de iner, geleceğe de değer. Sonucu, nedenle beraber irdeler.
Mutsuzluk örneğin,
yaşam karşısında insanın yenilgisidir. Bu, devlet ve hatta bazen örgüt için de geçerlidir.
Amaçta başarısız oldukça sertleşir. Araç, belirleyici hale gelir.
Böylesi için sevgili bile mutsuzluk sebebidir. Dili, hep eksikleri gösterir.
Halbuki ne müthiş bir potansiyeldir insanın bizzat kendisi.
Yeter ki çelmelemesin, kendi eliyle geleceğini Ulaştığı zirveler, göğe değene dek
takip edebilir birbirini…
“Ütopya ülkesini göstermeyen bir dünya haritasına göz atmaya bile değmez, çünkü orası insanlığın hep dönüp dolaşıp geldiği yerdir. Ve insanlık oraya indiğinde, ileriye ufka doğru bakar ve daha iyi bir ülke görerek, oraya doğru yelken açar. Gelişme ütopyaların gerçek olmasıdır.” der Oscar Wilde.
Ütopyasız insan, ufuksuz ve öngörüsüzdür; kendisine dayatılanın esiridir. Kapitalizm koşullarında bu esaretin devamının en büyük güvencesi, mülkiyet ilişkilerinin her gün, yaşamın hemen her alanında yeniden üretilmesidir. Özel mülkiyet, kişiyi sadece sosyal olarak değil, duygu dünyasında ve yaşam ufkunda da daraltır. Çevresine karşı yabancılaştırır ve giderek yalnızlaştırır . Bir yerden sonra kişi, “yoklukla” mücadele etmek yerine, sistemin içinde kendine sınırlıda olsa “varlık” oluşturmayı tercih etme noktasına gelebilir. Bu eğilimden, devrimci zeminlerde muaf değildir. Çünkü sistemin panzehiri olan ilişkiler; moral, coşku ve tatlar, “ha!” deyince oluşmuyor. Ve bir yerden sonrada kişinin yorulan beklentililerine sistem, (kötünün iyisi bağlamında da olsa) çareymiş gibi görünmeye başlıyor. Kişi, bütünüyle zemini terk etmese de, sistemin içinde kendine alan açmayı “gönlünde yatan ikinci aslan” haline getirebiliyor.
Gerçekte bu sorun, sanıldığından da boyutludur ve devrimci kişiliğin oluşumu sürecinde, her an yeniden, farklı biçimlerde nüksetme olasılığı bulunan, çözülmesi en zor problemlerden birisidir. Örneğin aşk, nasıl sistemin anti teziyse, aynı zamanda kişiyi sisteme doğru mıknatıs gibi çeken bir ilişkiye dönüşmesi de ihtimal dahilindedir. Veya “çoğalmak ve çoğaltmak” iddiasıyla girilen pek çok ikili ilişkiden insanların daralarak/yalnızlaşarak çıkıyor olması, tek tek ilişkilerin özgünlüğü veya kişisel sebeplerle geçiştirilemeyecek denli önemlidir; dikkatle üzerinde durulması gereken bir olgudur.
Newton, “aşk köprü kurmaktır. İnsanlar köprü kuracakları yerde, duvar ördükleri için yalnız kalırlar.” der. Sonra da yalnız kaldıkları için, o çok önemseyip güvenceye aldıklarını sandıkları ilişkiyi tüketirler. Bu konunun üzerinde ciddiyetle durulmak isteniyorsa, dikkate alınması gereken olgulardan biri de, psikolojik öğelerin değerleri baskılamasıdır.
İnsanlık tarihi, doğru bir gözle incelendiğinde görülecektir ki yoldaşlık, yaşamın tüm olası kesitlerinde rastlanabilecek en büyük aşktır. Hammaddesi sevgidir. Bu büyük tanım, büyük bir kavrayış, hazırlık ve öğrenme sürecini gerektirir. Bu, “anneyi, babayı, akrabaları sevmek” gibi objektifliği tartışmalı, öğretilmiş bir toplumsal doğru veya eşlerin birbirine “sevgilim” diye seslenmesi anındaki ağız alışkanlığı değildir. Bir içeriktir, bir özdür; temeli döşenebildiği ölçüde gerçekleşen bir olgudur.
Yoldaşlaşma, doğası gereği uzun bir tamamlanma sürecini gerektirir. Ne denli istekli, samimi ve iyi niyetli olursa olsun, hemen her insanda, ilişki kurarken psikolojik öğeler ağırlıklı bir yer tutar. Bunun gizlendiği, ikincil plana düştüğü hallerde bile, her hangi bir tetiklenme, aslında kontrol altına alınmadığını, hala ilişkileri tayin eder boyutta olduğunu ortaya çıkarır. Bu bağlamda bugün, hiç bir kişi ve yapıyı dışta tutmaksızın diyebiliriz ki, psikolojik faktörlerin değerleri baskılayarak öne çıkması biçimindeki sorun, devrimcilerin en öncelikli sorunlarındandır. Ve ilişkilerdeki pürüzlerde en büyük ayakbağıdır.
“Kendi geçeceği yolu kendisi açan makinelere benzeriz biz”
demişti Hasan Hüseyin.
Bugün bu söz, hem ihtiyaçtır hem turnusol.
Kimilerinin yolunu neden değiştirdiğini de
ortaya koyuyor.
Dikkat edilirse, tüm kavşaklar
birden çok seçenek içeriyor.
Zorlanan, kolay yolu seçiyor.
Ne zaman ciddi bir darbe yer veya kendi emeğinden vazgeçerse insan,
daha zor ve büyük gelemeye başlıyor
yürüdüğü yol.
“Hayat, ne büyüleyici bir müzik” demekle,
hayat müziğe dönüşmüyor.
Bunu için, nota bilmek de yetmiyor.
Hayatın notalarını bulup birbirine değdiren
Bir besteci ustalığı gerektiriyor.
YOLDAŞLIK, SOLUKLARIN DA TERİN DE KESİŞME NOKTASIDIR
Yoldaşlar, sanıldığı veya kimilerince yanlış öğretildiği gibi, mecbur oldukları için değil, aynı değerleri öptüğü için nefesleri, aynı emekte buluştukları için terleri birbirine değer ve sonuçta birbirini sever. Tam da bu nedenle, “hareketi seviyorum, ama filanca kişiyle çalışmam” veya “Devrimcileri seviyorum, ama filanca yapıyı dost olarak görmüyorum.” biçimindeki dışavurumlarda yansıyan sevgisizlik halleri, gerçekte özle biçimi, teoriyle pratiği, değerle onun kişide vücut bulmuş haline doğru ilişkilendirememe problemine işarettir.
Bugün devrimci yapıların sıkça, Mahirler’in Denizler’i sahiplenmesini hatırlatma ihtiyacı duyması veya “eski devrimciler, devrimci değerlere daha bağlıydı.” biçimindeki vurgular, hep aynı eksiğin/sorunun varlığına işarettir.
Devrimci yapılar, karşılaştıkları sıkıntıları, bugüne dek duydukları, bildikleri yöntemlerle aşmaya çalışır; birikime, repertuara bakarak yöntem geliştirir. Ne var ki problem aşılamadığı oranda (bir hastalıkta olduğu gibi) uygulanan doz arttırılır; yanına başka uygulamalar eklenir ve bir aşamadan sonra, önceden tasarlanmayan (temenni edilmeyen) sonuçlar ortaya çıkabilir. Bu konu, belki de hemen her örnek özgülünde bir değerlendirme gerektirse de ve kimi örgütlerde yapısal problemlerle ilişkili olsa da, sevginin her kişiye özel sorumluluklar yüklediğini, devrimcilerin her an, sevgisizliğe karşı bir otokontrol gerektirdiğini söyleyebiliriz. Kişi, haklı olduğu durumlarda bile, içinde öfke, nefret vb. duyguların belirdiğini hissetmesi halinde, öncelikle kendini sorgulamayı, bu duygunun nedenine inmeyi ihmal etmemeli ve tekrarını önlemek üzere bir öz disiplin geliştirmelidir.
Hiç kimse, devrimci niteliklerle doğmamıştır. Bireycilik, yarış, hırs, yalan ve sevgisizlik pompalayan bir sistem içinde, steril bir yaşam sürmek olası değildir. Bu nedenle, alternatif yaşam ve gerektirdiği değerler, neden gerektiğine dair kişinin kendisi tarafından öğrenilmeli, benimsenmeli ve salt bir görev edasıyla değil, mutluluğun/güzelleşmenin bir gereği olarak uygulanmalıdır. Bu, devrimci kimliğin öyle hassas ve zorunlu bir ölçüsüdür/gereğidir ki, başkası hak ediyor diye değil, bir devrimci sevgisiz davranmayı hak etmiyor (ve tabii ki kendisine yakışmıyor)diye, söz ve fiilde sevgi, bir adım önde olmalıdır.
O zaman görülecektir ki kimlik, bir değerler bütünüdür, bir bayraktır; yere, zamana, kişiye göre değil, her an yukarıda tutulmalıdır. Bir yoldaş sevilirken, gerçekte sevilen onun kaşından/gözünden önce ortaklaşılan değerlerdir; o kişinin şahsında harekettir. Bu kavrayış oturduğunda, her yoldaş, bırakalım ortaya çıkan mesafeyi koruyup büyütmeyi; bir an önce aşmayı bir görev olarak algılar ve hatta kendine heyecan sebebi bile yapar.
Yol uzun ve zorlu olunca
Yolcuların birbiriyle uyumsuzlaştığı anlar
olabiliyor.
Bıkmadan usanmadan anlatmak, göstermek
Silip silip yeniden yazmak gerekiyor.
Sayı 34 (Ekim – Aralık 2011)