Toplumda, özellikle de devlet dahil çeşitli kurum ve kuruluşlarda, öyle çok insan sorumluluk üstlenmiş, kendinde başkalarına müdahale hakkı bulmuş ki, adeta başımızı döndüğümüz her yönde bir yönetici, bir sorumlu veya gönüllü müdahaleci ile karşılaşıyoruz.
Kaldı ki, gerek kendilerine hak ve sorumluluk veren düzenin meşruiyet sorunu, gerekse sahip olunan yöntem ve bakış açısı sebebiyle, söz konusu müdahaleler genellikle insana, bilime ve akla yatkınlık problemi taşıyor.
İşte bu koşullarda devrimciler, diyalektik ve tarihsel materyalizmin ışığında, insana en yaraşır toplumsal projeyi hayata geçirmek üzere yola çıkmış özneler olarak, kendilerinde müdahaleyi hak olarak görmekte bir sakınca duymamalıdır. Yüklenilen sorumlulukların altından kalkabilme konusunda da kendilerine bir başka kesimden daha fazla şans tanımalıdır. Elbette ki elimizde hazır formüller yok. İzlediğimiz yol, doğası gereği formüllere sığmaz cinsten bir yaratıcılık gerektirir. Ama bu, sorumluluk üstlenmek için toplum mühendisi olmayı gerektirmez. Sahip olunan yöntem ve alınan fikri gıda, devrimcileri hemen her konuda bir başka kesimden daha şanslı/avantajlı kılmaktadır.
Bugün artık hemen herkesçe bilinen, başarısı ve bıraktığı miras örnek alınan Makarenko dahi, 1920’nin koşullarında, Sovyetler Birliği’nde Halk Eğitim Bakanlığı Vilayet Müdürlüğü tarafından kendisine, sokak çocuklarının eğitimi görevi verildiğinde tereddütte bulunur ve şu yanıtı alır: Yüzüne gözüne bulaştırırmış! Ne demek istiyorsun yani! Anlamadım mı sanki? Becersen de becermesen de, bulaştırsan da bulaştırmasan da bu iş yapılacak, o kadar! (…) bu işi yapmak sana düşüyor! Hiçbirimiz her şeyi anamızın karnında öğrenmedik; sen de öğrenirsin. Ve Makarenko, ismini tarihe yazdıran bir başarı ile görevini tamamlar. Aynı yerde, devrimden önce de suçlu çocuklar barındırılıyormuş. 1917’de, oradaki herkes, üstelik eğitim gördüğüne dair en ufak bir belirti taşımadan kaçmış. Yapılan araştırmalar, çocukların başında, terfi ettirilmeden emekli edilen subayların durduğunu, eğitim aracı olarak sadece kızılcık sopası kullandıklarını ortaya koymuş. Bu yöntemden başka türlüsü de beklenemezdi. Bir sorunun müsebbipleri, yani çocukları sokağın davetine eğilimli hale getirenler, o sorunu çözmez; aksine büyütür.
Sosyalistlerin de elinde gerçekten bir deneyim veya hazır bir yöntem yoktu. Çocuklar ilkin onlarla da dalga geçti, morallerini bozdu, başaracaklarına olan inancı adeta çalıp götürdü. Hem disipline gelmez hem de tahrikkar idiler. Ama koşulları oluştuğunda bu insanları güzelleştirmenin olanaklı olduğuna inanan Makarenko ve yoldaşları, sonuçta başarılı oldu.
Kazanılan başarı, sosyalizmin kapitalizme karşı da başarısıydı.
Bugün her soluğunu yoldaşlarımızla paylaştığımız örgütsel zeminde de, devrimcilik öncesi yaşam pratiğimizde kaldırmamış olduğumuz boyutlardaki yükleri kaldırma göreviyle karşı karşıya kalabiliriz. Bu, bırakalım ruh halimizi bozmayı, devrimci pratikten tat alma oranını bile düşürmemelidir. Her fiil, her eylem ve görev ile hareketimizin gelişimi ve değerlerimizin bütünlüğü arasında ilinti kurmakta zorlanmayanlar; en zor görevi dahi her zamanki sıcaklık ve sevecenlikle karşılayabilecektir.
Biz devrimciyiz, bize somurtuk yaşamlar yakışmaz. Yapılması gerekenleri de yapılmaması gerekenleri de bilimsel bir içerikten uzak, öznel verilerle tanımlayanlardan farklı olarak biz, en karmaşık düğümü dahi nedenlerine inebildiğimiz için çözebilme avantajına sahibiz. Biz peygamber değiliz; ama, insan sevgisiyle dolu yüreğimizden yayılan sıcaklık, en kasvetli ortamlarda dahi gerilim düşürücü rol oynar. İnsana en yakışan değerlerle örülü olan dünyamız kavranabildiği oranda, zeminimize ayak basmış her yoldaşımız, o zemindeki soluğu ciğerlerine daha büyük oranlarda doldurmaya gayret edecek; devrimcileşme öncesi yaşamındaki eksik ve boşlukları daha net görebilecektir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi dünyamıza katılım eşiği düşük, barınabilme eşiği ise yüksektir. Bu noktada gönüllülük, katılım gönüllülüğüdür. Bu, barınabilmede hareket serbestisi, keyfiyet anlamına gelmez. Çoğumuzun bildiği bir örnektir. “Tembellik hakkı” hususunda ben tembellik hakkımı kullanmak ve dolayısıyla falanca işi yapmak istemiyorum diyenler oluyor. Gerçekte ise, tembellik hakkının, tembellik yapabilmeyle bir ilgisi yoktur. Vahşi kapitalizm döneminde insanların 16-18 saat çalıştırıldığı ve kendine hiç zaman ayıramadığı koşullarda, kendine boş zaman ayırma hakkı olarak gündeme gelmiştir.
Bugün bizlerin sözünü ettiği gönüllülük de devrimcileşme isteğiyle ilintilidir. Yoksa örgütsel çatı altına gönüllü olarak girildikten sonra, o çatı altındaki sorumluluklardan kaçma gönüllülüğü değildir.
Farklı toplumsal çevrelerde, kuralların bir dayatma, otokontrolün bir sınırlanma olarak algılandığı bilinir. Burada sorun kuralda veya otokontrolün kendisinde değil, ona kazandırılan içeriğin niteliğindedir. Kurallar, özgürlüğü sınırlayıcı bir çeşit otorite unsuru olarak görüldüğü ve hizmet ettiği amaçla barışık olunmadığı sürece, onları aşındırmak da uygulamama fırsatı aramak da mümkün olacaktır. Örneğin bir devrimci, bugün tatil, bari bırakın bugün istediğim gibi davranayım diyorsa; devrimciliği de özgürlüğü de kuralları da kavramada bir sorun var demektir. Çünkü devrimcilik, günlük yaşamın en sıradan kesitinde dahi uygulanabilen bir çeşit davranış normudur. Bunun tatili veya mesaisi, gecesi veya gündüzü, evi veya sokağı olmaz. Eğer devrimcilik, yaşama kalite kazandırıcı bir nitelik olarak benimsenmiş ve kurallar, bu niteliği güçlendirici ögeler olarak kabul edilmişse; yaşamın hiçbir anında bir devrimci gibi hareket etme sorumluluğundan muaf tutulma talebi gündeme gelmez. Bu yaklaşımımızı karikatürize edip, yemek yapmanın veya yemek yemenin devrimci biçimi mi olur? şeklinde refleks gösterenlerin olabileceğini biliyoruz. Gerçekte bu tür tepkiler de en hafif ihtimalle, devrimciliğin kavranmasındaki eksiklikten veya kaytarma ihtiyacından gündeme gelmektedir. Soruya soruyla yanıt vermek gerekirse; yemek yapılması veya yenmesi esnasında insanlar arasında neden sık sık tartışma ve gerginlik yaşanır? Birbirini sevgili olarak addeden iki kişi arasında bile bu fiiller neden sıkça kavga ve kırgınlık zeminine dönüşür? Beraber tatile çıkan ve çok iyi anlaştığını söyleyen arkadaş grupları, birbirlerine tatili neden zehir eder ve neden çoğu kez, bir daha beraber bir yere gitmeme kararı alırlar?
Dikkat edilirse, kahvehaneden eve, okuldan iş yerine, çeşitli sosyal oluşumlardan arkadaş kümelerine kadar hemen her ortamda insanların karşısına, uyulmasında yarar görülen bir takım kurallar çıkarılır. Kimileri özel boyutlar taşısa da bunların pek çoğunun sistemin ortaya attığı fikri düzenden etkilendiğini ve sonuçta onu beslediğini görebilmek gerçekte zor değildir. Yeter ki bakış açısı oluştururken; okur ve öğrenirken doğru kaynaklara başvurulabilsin. Belirli bir okuma programı önermek bile kimilerine, gereksiz bir dayatma gibi gelebilir. Fakat sonuçta, ortaya çıkan fikri enkaz, algı ve kavrayış problemleri , onları değil bizleri doğruluyor.
Yaşamın karşımıza çıkardığı düğümleri çözmek, ayağımızın takılabileceği engebeleri aşmak, salt kitabi bilgilerle, soyut formüllerle olmaz; kitabi bilgi hayatla sentez halinde işlev görmelidir. Günlük yaşantıda olagelen olgulardan, gerçek görüngülerden bir takım sonuçlar çıkarmadan, salt kitabi bilgiyle yol almak olası değildir. Hele bir de kitap diye reklam edilen ve elimize tutuşturulan her çalışmayı ciddiye alıp dağarcığımıza doldurmaya kalkmışsak; bir yöntem oluşturmak, çok daha zor hale gelir. Bir kitabın bestseller olması, onu okumamız, hele de ölçü almamız için yeterli bir sebep değildir. Özellikle, emperyalizmin beyinleri de fethetme gayretinin çeşitlenerek büyüdüğü ve yazın dünyasına salt kendi ihtiyacı olan çalışmalarla giren yazar sayısının çoğaldığı günümüz koşullarında, Ahmet Altan’ın reklam pompasıyla şişirilen kitabının baskı sayısını dikkate almak; en azından o reklama alet olmaktır.
Kim ve hangi nedenle yazmış olursa olsun, kitap; arka kapaktaki reklam metniyle veya ne denli baskı yaptığıyla değil; içeriğiyle değerlendirilmeli; mümkünse, okuma faaliyeti, birbirini bir disiplin altında tamamlayan kaynaklar üzerinden yürütülmelidir. Örneğin Marlo Morgan ‘ın Bir Çift Yürek’i, Aborijinler’in yaşamına ve sorunlarına dair bilgi aktaran yanıyla olumlu bir işlev görmekte; ancak o kitap bile, yaşamsal duruşunu güçlü temeller üzerine oturtamamış kişileri olumsuz olarak etkileyebilmekte; onların kimi ölçüleri, salt doğallığı çağrıştırdığı için, yanlışlığına bakmadan örnek alınabilmektedir. Marlo Morgan’ın Bir Çift Yürek’ten sonraki kitabı Sonsuzluğun Mesajı da pek çok kitapta, kişide veya sosyal kesimlerde rastladığımız gibi akla da insan yararına da uygunluğu tartışmalı olan bir takım maddeleri bilgece verilermiş gibi sunar. Bizlerin, Aborijinler’in yaşamından da öğreneceği şeyler tabii ki vardır. Önemli olan, elimize aldığımız kitabı, kendi fikri dünyamızı aşındırmasına veya bulandırmasına izin vermeden okuyabilmek ve oradan alınması gereken gıdayı doğru seçebilmektir.
Yoldaşlarımız, dergide çıkan ve fikri dünyamızı tanımlayan her yazıyı, yazılış nedenleri ve verilmek istenen mesajla beraber okuduğunda, kolektif bir çalışma içinde onu yeniden ürettiğinde; kendini, Türkiye’nin Marksizm’i olmaya aday havuzda daha rahat yüzebilir halde bulacak ve doğru yerden gıdalanmış olmanın avantajını yaşamının her anında fark etmeye başlayacaktır.
Zoru başarmakta ve doğrularda ısrarcı olan hareketimiz, koşulların uygunsuzluğuna, yokluklara, kendisine kastetme ihtimali olan güçlerin büyüklüğüne aldırmadan katettiği yolda Türkiyenin Marksizmi’ne dair önemli bir birikim oluştururken; aynı zamanda, atılacak her adımda temel dayanağın özgüven olması gerektiği fikrini de büyütmüştür. Bu mesajı alan ve “Mevcut zincire ekleyeceğimiz her halka, hareketimizi hem nicel hem nitel olarak büyütecektir” sorumluluğuyla ayağa kalkan yoldaşlarımız, “Ben yapmalıyım” demeli ve harekete geçmelidir. Bu yüreklerin örgütlü gayreti duruşumuzdaki kaliteyi büyütürken; çatımız altındaki her kişi ve birimi de sorumluluk testine zorlamaktadır. Bu testten Devrimci Hareket’e yakışır bir sonuçla çıkmak, kişisel direnç noktaları oluşturmakla değil, örgütsel sorumlulukların gereğini yerine getirmekle mümkündür.
Sorumluluk üstlenmenin ve üstlenilen sorumluluğun doğru yeri besleyebilmesinin en temel kıstaslarından biri, hareketin yön alışını tayin eden iradeyle bir enerji toplamı oluşturabilmesidir. Hareketin çatısı altında bulunmak, kültürel olarak aynı zeminden beslenmek, her yoldaşımıza (gelişen her olay karşısında) hızla doğru tutum geliştirme yeteneğini kazandıramayabiliyor; bu tür bir olgunlaşma, dönemin de etkisiyle uzunca bir zamana yayılabiliyor.
Siyasal pratiğin az sayıda fiilde yansıdığı ve dolayısıyla eylemin öğreticiliğinin de yeterince devrede olmadığı günümüz koşullarında, dünü bugüne taşıyan zincirde yaşanan kopmanın (kuşak kopması) da etkisiyle 24 yıl öncesine oranla daha ileri değil, daha geri tavır alışlar gündeme gelebiliyor; eyleme özünü veren devrimci normlar sulandırılabiliyor. Bu nedenle yoldaşlarımız, hareketimizin kültürünü edinme işini hafife almamalı, bunu bir miktar kitap ve dergi okumuş olmakla sınırlamamalı ve özellikle dikkatlerini taşıyıcılarımıza yöneltmelidir. Unutulmamalıdır ki iş yapma isteği/niyeti tek başına yeterli değildir. Eylem/iş, devamı olduğu politika bağlamında anlamlıdır. Ben nasıl olsa yıllardır inşaat yapıyorum. Zaten bütün inşaatlar da birbirine benzer . diye düşünerek ne mimari ölçekleri ne de statik hesapları dikkate almadan iş yapan bir inşaat kalfası da iş yapıyordur. Ama bu iş, çoğu kez, ya inşaatın yıkılması ya da mimarın/mühendisin amaçladığından çok daha farklı bir yapının ortaya çıkmasıyla sonuçlanır. Bu bağlamda yoldaşlarımız, iş yapma ve sorumluluk üstlenme etkinliğini hareketimizin genel duruşuyla ilişkilendirmeyi önemsemeli ve bunun gereğinin yerine getirilmesinde özenli davranmalıdır.
17 Eylül 2004
DEVRİMCİ HAREKET
Sayı 15 (Kasım ‘2004 – Ocak ‘2005)