İnsanlığın kendi finaline doğru ilerlemesi devam ediyor. Bunun sonunda, özgürlük ipini göğüslemesi, tüm bozucu faktörlere rağmen gerçekleşecek. Bu, tanımı güç çeşit ve miktarda olgunun etkisine açık bir süreç olsa da, önlenemez dinamikler sebebiyle özgürlüğün o muhteşem şelalesinde yıkanmak kaçınılmazdır.
İşte devrimciler bu sürecin, yol göstericisi ve güvencesidir. Devrimciler tanımındaki kapsam genişliği yer yer sorun olsa da, dikkatli bakan, öznel davranmayan ve kendini yanıltma/kandırma gibi yollara başvurmayan özneler için pusulayı doğru seçmek, sanıldığı denli zor/karmaşık değildir. Duygusal davranmayanlar, alışkanlıklarının veya feodal ilişkilerinin esiri olmadan objektif ölçüler dahilinde etrafını gözleyenler, siyasal yapıların yazılı ürünlerini ön yargısız okuyarak tercih yapanlar, birkaç tane Yol’un olmadığını görmekte güçlük çekmeyecektir.
Örgütlülüğün en önemli özelliği, çok sayıda insanın birikim ve iradesini ortaklaştırabilmektir. Bu başarılabildiğinde, her biri çok özel bir güç olan devrimcilerin toplamı, aritmetik değil, bir çeşit logaritmik büyüme olarak sonuç verecektir. Bugüne dek rastlanan zayıflıkların sebebi, bu toplamın gerçek anlamda sağlanamamış olmasıdır. Bir devrimcinin her şeyini; üzüntüsünü, sevincini gelişme ve imkanlarını bütünüyle bir davaya odaklaması, onu dava insanı yapar.
Ancak, “ben dava insanı oldum” demekle dava insanı olunmuyor. Bu konuda ısrar edilen eksiklikler, aşılmayan engeller, bir deredeki su kaçağı gibidir. O dereden istenen verimde su alınmaz. Tüm kaçakları giderilmiş bir derenin ise gürül gürül akacağı ve diğer derelerle beraber sürükleyiciliği önlenemez bir nehre dönüşeceği bilinir.
Bugün bizler, bize “merhaba” diyen insanlarla da ilgilenmek, varsa eğer devrimcileşme potansiyelini açığa çıkarmak ve giderek örgütlü zemini büyütmek durumundayız. Ne var ki, bu alan da bir seçicilik gerektirir. Örneğin, kişinin çok şey bilmesi değil, samimiyeti, katılım ve sahiplenmedeki içtenliği ölçü alınmalıdır. Unutulmamalıdır ki bilgi eksiği giderilebilir ama samimiyet eksiğini gidermek çok daha zordur.
Hareketimiz pratiği ve yaşam ansiklopedisi olarak kabul edebileceğimiz yazılı ürünlerle doğrulara işaret etmeye, yanılgıları gidermeye ve devrimciliğin gerçek tarifini yapmaya devam ediyor. Bu ürünün değerini bilerek, tembelliğe düşmeden, elemeden, sabırlı biçimde inceleyenlerin, sola dair hemen her soru işaretini cevaplayabilme kapasitesine sahip olacağına inanıyoruz. Çünkü, yıldızlaşan yumruk Türkiye’nin marksizmidir. Yok eğer, “ben solun bu hali için karalar bağlayacak, kahrolacak; ama, bana çıkışı gösteren anahtardan da uzak duracağım” deniyorsa; böyle düşünenlere fazladan söyleyecek bir sözümüz yok.
Bir felsefi bütünlüğün, koca bir dağarcığın parçacıklarıyla tanışmak, o felsefi bütünlüğü perspektif edinmiş olmak anlamına gelmiyor. Yani, marksist klasikleri her okuyan, sorunlara marksistçe yaklaşabilme niteliğini kazanmış olmuyor. Bu, uzun zaman alan zorlu bir süreçtir. Ve taşların doğru bir yöntem dahilinde dizilmesini gerektirir. Bu nedenle, genel eğitimin yanında; yaşama dair marksist analiz örnekleri sunan derginin özel bir yeri/önemi olmalıdır. Mümkün olduğunca anlaşılır bir dille hazırlanan yazılar okunduğunda, tanıdık/bildik gibi gelebilir. Önemli olan o birkaç sayfalık yazılarda verilmeye çalışılan yaşam perspektifinin, bakma-görme diyalektiğinin okuyucunun kendisinde bir tarz oluşturacak denli titizlikle üstünde durulmasıdır.
Yoldaşlarımız, vakitlerinin hemen her dakikasını verimli kıldığında, boş oturmaktan rahatsız olduklarında, yorulmak yerine farklı türden bir dinlenme/dinginlik hali kazandıklarını görecek; nitelikte gelişmeye sebep olan her nicel hamle ile yaşamını bir çeşit sıkıntı giderme/zaman doldurma olarak tüketen insan tipi ile aradaki farklılık daha net görülmeye başlayacak; sistem insanı ile mesafe açılırken yoldaşlarla bütünleşme artacak ve kişinin kendine güveni, öz saygısı büyüyecektir.
Meşalemizin artık daha güçlü ve daha parlak yanmaya başlaması, hepimiz için umut vericidir. Ne var ki bu süreçte, düzen tarafından veya vaktiyle girmiş oldukları örgütsel ilişkiler tarafından yıpratılmış ve bu nedenle, verimliliği zaafa uğratma potansiyelini bağrında taşıyan kişi ve çevrelerle kontrollü ilişkiler kurulmalı ve oksijenimizi arttıran, meşalemizin alevine alev katan özneler öne çıkarılmalıdır. Bu noktada, bilinmelidir ki, biçim değil öz, yaş değil nitelik, tecrübe değil üretkenlik ve samimiyet dikkate alınacak; kadrolaşmada üzerine yoğunlaşılan ve önü açılan kişilerde bu türden niteliklerin olması, seçicilikte bir kıstas/ölçü olacaktır.
Kolektif düşünme ve yaşama olgunluğuna erişememiş ve sistemin tanıdığı sınırlı çerçevede soluk alabilen pek çok insanın, küçük bir sorun karşısında nasıl feveran ettiğini, kendi sorununu “en büyük sorun” olarak addedip, çözümünde de bir çeşit bireycileşmeye düştüğünü sıkça görmekteyiz. Yaşama dair repertuarı böyle bir ortamda oluşmuş olan öznelerin, devrimci zemine dahil olma sonrasında da benzer alışkanlıklarla hareket ettiği; örgütsel sorunlara kişisel ölçeklerle yaklaştığı görülür.
Örgütsel uyumun gelişme ve başarı için zorunlu olduğu bilindiği halde, eski alışkanlıklarla hareket etmek, kişiselleştirilmiş sıcaklıklar veya soğukluklar yaşamak; örgütsel bilincin oluşmadığının göstergesidir.
Bilindiği gibi her bireyin kendine ait bir benliği vardır. Hareketle ilişkide bu benlikler budanarak veya asimilasyona uğratılarak değil, devrimci bir kimlik içerilerek, bütünün bir parçası olma özelliği kazandırılır. Sonuçta amaçlanan, örgüt içi rezonanstır. Kişisel farklılıklara rağmen ortak normların taşıyıcısı ve uygulayıcısı olan özneler, rezonansta salınım bozukluğuna sebep olmaz. Sorunlara, kişiselleştirici hesap ve kaygılarla değil, örgütsel sorumluluk ve dolayısıyla yoldaşlık çerçevesinde çözüm aramak, devrimcilik öncesi ilişkilerde rastlanmayan türde bir kapsayıcılığın ve çoğalmanın önünü açar. Hareketlerin grup olmaktan çıkması ve grup içinde grup oluşturma kültürünün aşılması, böyle bir kapsayıcılıkla mümkün olur.
Devrimcilik iddiasının büyüklüğü, küçük hesaplara da küçültücü tutumlara da izin vermez. Çok kolay aşılabilecek problemleri kişisel husumetler oluşturarak veya farklılıkları kaşıyarak büyütmek, devrimciliğin ilkokulunda bile rastlanmaması gereken bir tutumdur. Devrimin, başarı için toplumun büyük bir kısmını kapsamak zorunda olması, uyumun ne denli önemli olduğunu gösterir. Tabii bunlar, devrimci mücadelenin yakınlaştırıcı/birleştirici niteliğinden bağımsız değildir. Yoldaşlaşma, durduk yerde değil, devrimci yaşamın gerekleri yerine getirildiği oranda oluşur.
Lenin, Plehanov’a güvensizlik duyduğu ve artık üzerinde düşünmekten vazgeçilmesini rica ettiği bir dönemden kısa bir süre sonra; Rusya’da bir günlük gazete çıkarma olanağının ortaya çıktığı haberini alınca, ona çok içten bir mektup yazarak, gazetede çalışması teklifinde bulunur: “Taktik görüş ayrılıklarını ama bizzat devrimimiz, şaşılacak bir hızla ortadan kaldırmaktadır… Bütün bunlar, geçmişin çabucak unutulup, canlı çalışma içinde birliğin sağlanacağı yeni bir zemin yaratacaktır ” (Krupskaya, Lenin’den Anılar, s:129)
Yoldaşlarımız, kendi aralarında yaşadıkları ve çok daha küçük olan problemleri, Lenin’in bu pratiği ile kıyaslayabilirlerse, “sorun çözme” konusunda düştükleri yanılgıyı daha somut olarak göreceklerdir.
Zorlu süreçler, niyetleri açığa çıkarma ve geçici yol arkadaşlarını samimi yol arkadaşlarından ayırma konusunda doğru testlerin yapılabildiği ve isabetli sonuçların alınabildiği süreçlerdir. İyi gün dostları, kolay süreçlerin taşıyıcıları, tatlı su balıkları gibi, sertleşen ortam karşısında yaşam şansı bulamaz ve herkes gerçekte hak ettiği ve yakışık düştüğü yeri bulur. Bu açıdan, zor günlerin sınavları daha gerçekçidir.
“Zor”un bir diğer niteliği, devrimcilik oyunu ile devrimciliğin kendisini ayırmasıdır. Kişi, süreci doğru kavrayıp, ayakları yere erdikçe, kendisi ile sıradan insanlar arasındaki farkı daha net görmeye; bencilliği, tutarsızlığı, ölçek bulanıklığını aşmanın, ne büyük bir kazanım olduğunun ayırdına bizzat yaşamın içinde varmaya başlar. Böyle bir bütünleşmenin sebep olacağı sahiplenme de tabii ki farklı olacaktır.
Hareketi sahiplenmek, sorunlarını kendi sorunları olarak görmek; kişisel olanla genel olanı iç içe sokar. Öyle ki sevinçler veya üzüntüler, işlerin yürümesine bağlı bir hal alır. Lenin, pek çok sorunu omuzlamış ve ülke ile yazışırken, bu konudaki aksama ve gecikmeler onu ruhen çok yorardı. Öyle ki, mektuplarındaki ricalar, yalvarma düzeyine varırdı: “Bize sık ve ayrıntılı yazmanız, özellikle mektubu aldığınız gün, hiç olmazsa birkaç satırla elinize geçtiğini bildirmeniz için ciddi olarak ve ısrarla rica ediyor, yalvarıyoruz…” (Krupskaya, Lenin’den Anılar, s:86) Bunun sonucunda gece boyu uykusuzluk, göğüs ve sırt bölgelerindeki sinir uçlarında iltihaplanma gibi sıkıntılar yaşayan Lenin; davayı sahiplenmenin eşsiz bir örneği olarak yaşam sürmüştü.
Bağrında taşıdığı potansiyel imkanları aynı noktaya toplayabilme özelliği; bir örgüte, başka alanda rastlama olasılığı olmayan bir güç kazandırır. Ancak uyum, nasıl ki bu gücün koşulu ise, uyumsuzluk da güçsüzlüğün koşuludur. Özneler toplamı olan harekette herkes her şeyden sorumludur. Bu nedenle, birebir muhatabı olmadığımız uyumsuzluk sebeplerinden de kendimizi sorumlu hissetmek; en küçük bir soğukluk, moral bozucu etken veya yanlış izlenimlere sebep olabilecek bir görüntü karşısında harekete geçmeyi ve kendimize yakışan tarzda çözümler üretmeyi alışkanlık haline getirmeliyiz.
Kulaç boylarımız, nefesimiz veya kilomuz farklı olabilir; ama biz aynı suyun dalgıçlarıyız yoldaşlar; vurgun da yakamoz da hepimiz içindir. Bu nedenle, farklılıkları zenginlik haline getiren bir uyum ve sahiplenmeyle suyumuzu güzelleştirmek ve okyanuslaşmayı uzak bir hedef olmaktan çıkarmak durumundayız.