Yoldaş dediğin, yalnızca kardeş, ana veya sevgili değildir. Bütün bu nitelikleri bağrında taşıyan ve bütünleşmenin öznesidir.
Bugün birbirine en yakın olması gereken kişiler/kesimler arasında bile, temenni edilen uyumun yakalanamaması, yaygın biçimde rarstlanan bir sorundur. Eşler, yoldaşlar, aynı hücrede kalan tutsaklar, ilişkinin devamını zora sokacak boyutta tartışmalar/gerginlikler yaşayabiliyor.
Bunun, “kapitalizmin ve dolayısıyla yabancılaşma denen zehrin, ilişkilere sızmasının önlenememesi olarak okunması, abartılı olmaz. Ne var ki bu okuma, çözüm için yeterli değildir. Sorunun varlığının saptanması, neden-sonuç ilişkisi bağlamında bir değerlendirme ve çözüm üretme eşliğinde yapılmalıdır. Yoksa, fotoğraf çekilmiş olmakla kalınır. Yoldaşlık söz konusu olduğunda, çözümde de, gelecek ufkunda da, çok özel açılı bir perspektif çizebilmeli, özgürlük öngörülü bu ilişkilenme biçimi. İlişkide kalite ve zenginliği güvenceye alacak nitelik, kimliğin bizzat kendisinde içkindir. Buna rağmen, kapitalizmin ilişkilere şu veya bu oranda yansıyan negatif etkisi, yoldaşların birbiriyle ilişkisinde bir çeşit “pozitif ayrımcılık” önkabulü ile hareket etmesini gerektiriyor. Bu, aynı zamanda pozitif bir önlemdir; çeşitli nedenlerle gündeme gelebilecek “istenmeyen sonuçlar”ın ortaya çıkışını sınırlar; kişinin her fiilde ruhsal itkilerle değil, kimlik gereklerini anımsayarak hareket etmesine yardımcı olur.
Tüm yoldaşların birbiriyle her temasında, karşılıklı olarak, pozitif ayrımcılık refleksiyle (bir diğerini gözetme önceliğiyle) hareket etmesi, gizli bir enerjiyi açığa çıkaracak; bir sinerji oluşturacaktır. Elbette bunun öncelikli/temel güvencesi, kimlik tanımında içerilmiş olan nitelikler ve ilkeler bütünüdür. Ne var ki, kapitalizmin hemen her iklimde kendini hissettiren ve ilişkilerde “kış etkisi” yaratan niteliklerinin, ruhsal grafik ve dolayısıyla tutum ve davranışlar üzerinde negatif etkiye sebep olmasının önlenmesi, sanıldığından da zordur. Çünkü, insan ilişkilerindeki dışavurum, iç içe geçmiş pek çok nedene dayanmaktadır. Devrimci kimlik, bu kimlikle işlevlenip ilişkilerin bir yerlerinde konum almak, başlı başına bir değer ve saygınlık sebebi ise de, söz konusu nedenleri doğru analiz edip çözüm geliştirmek için mutlak bir yeterlilik değildir.
Yoldaşa karşı pozitif ayrımcılık, taşınan eksikliklerin veya dışsal etkilenmelerin olumsuz sonuçlar doğurması yerine, yoldaşlık ilişkilerinin gönül gönüle değerek ve kişiye imkan vererek doğruya en yakın çözümü üretmesine yardımcı olacaktır. Tabii, “yoldaştan yoldaşa pozitif ayrımcılık” ilkesi de, diğer tüm değer ve ilkeler gibi, taşıdığı önem, buna neden ihtiyaç duyulduğu ve nasıl uygulanacağı bağlamında ayrıntılı biçimde ele alınmalı; ezberlenmesi değil, önemsenerek kavranması sağlanmalıdır.
Bilindiği gibi, kadına uygulanan pozitif ayrımcılık, kimi yerlerde “eş başkan” olması, kotadan yararlandırılması gibi biçimsel sayılabilecek düzenleme ve önlemlerle sınırlı kalmaktadır.
Bizlerin kastettiği ise, devrimci niteliğin yaşamın tüm ayrıntılarına sinmesine yardımcı olacak bir “içsel uyaran”ın diri tutulmasıdır. Yoksa, kimlik gereklerinin, yaşamın tüm ayrıntılarına sinmesi, çok daha kapsamlı neden-sonuç ilişkileri içinde düşünülmelidir. Sonuçta, amaçlanan nitelik içselleştiğinde doğal bir işleyişe/reflekse dönüşecek ve birbirini yıpratma olasılığı, yerini birbirini anlamaya, tamamlama ve sahiplenmeye bırakacaktır. Gerçekte bu, bir nitelik sıçramasıdır.
Böyle bir sıçrama, sadece özel kimi örneklerde yoldaşının yükünü azaltmaya değil, kimileri için henüz ufukta bile görünmeyen sosyalizmi bugünden yaşamaya imkan verir. Büyüyen ufuk ve yaşamda içselleşen devrimci değerlerin ilişkilere kazandırdığı kalite, gönülleri de, gönüllerde yoldaşlara ayrılan yeri de büyütür. Bu, fizikten kimyaya kadar ilişkide öyle bir niteliktir ki, yol ayrımına gidilen yoldaşların bile gönüllerdeki odalarını boşaltmak zor olur; uzun zaman alır.
Ben yoldaşça bütünleşmeyi hep böyle bildim.
Gidende kendim de gittim, eksildim.
İncinende incindim
Bugün yanımızda olmayanları bile,
Bir kalemde silmedim
gönlümdeki odalarını boşaltmadım budur benim sosyalizm anlayışım
bütün bir toplumu kapsayacaksa eğer ufkumuz,
kişiselleşmemeli dağarcığımız.
Ve Hz Eyüp’le anılan sınırları da aştığını göstermeli sabrımız.
YOLDAŞLIK, BÜTÜNE DE PARÇAYA DA AŞKLA KATILIMDIR. BU, HAFİFE ALINARAK ULAŞILABİLECEK BİR NİTELİK DEĞİLDİR
Gerçekten değişmek ve değiştirmek isteyen insanın mücadelesi, öncelikle ve en kesintisiz biçimde kendiyle olmalıdır.
Bugün örgütsel ilişkilerde yaşanan en büyük sorun, kişilerin devrimcilik öncesi nitelik ve alışkanlıklarıyla hareket etmesinin önlenememesidir. Hele bir de yeterli bir politikleşme ve kadrolaşma gerçekleşmemişse; herkes herşeyden anlıyormuş ve sorumluymuş gibi davranmakta, sonuçta da devrimci çalışmanın ihtiyaçları değil, kişilerin işlev ve yorum farkları öne çıkmakta; bir karşı karşıya geliş yaşanmaktadır.
Aşk için yapılan bir tanımdır; tarafları, o güne dek yükselttikleri maddi ve ruhsal duvarları kaldırır ve sevdiğini, engelsiz biçimde içine alır. Bu bütünleşme, karşılıklıdır. Oluşan aritmetik bir toplam değil, bir sentezdir. Ortada iki ayrı “ben” değil, “biz” vardır. “Ben”lerden vazgeçilmemiştir; ama, yeni bileşim, yeni ve daha ileri bir “ben”dir/kişiliktir. İşte yoldaşlık, bu bağlamda birbirine aşkla katılımdır. Böyle bir ilişkide birbirinin yerine yük almak, bir fedakarlık gösterisi değil, ilişkinin doğal seyri içinde gerçekleşen ve tadı da anlamı da bağrında taşıyan bir niteliktir.
Kimi devrimci yapıların, işleyişte samimiyet ve güven yerine, tüzükte ve disiplinde katılaşmaları, genellikle birincisini başaramamaları sebebiyledir. Bu, yaşamı bir bütün halinde paylaşma ve birbirini çoğaltma iddiasıyla bir araya gelen “çift”lerin bulaşık, çamaşır gibi basit işleri bile sıraya sokmasından ve bu konudaki disiplini, tartışma ve gerginliğe taşımasından çok farklı değildir.
Kaldı ki örgütsel ilişki, çok daha karmaşık ve zorludur. Aynı anda pek çok veriyi dikkate almayı gerektirir. Örneğin ilişkilerde bir sorun yaşandığında, yapılması gereken, haklılık oranını ölçmek değil (bu kişiselleştirme olur) “bu sonucun doğmaması için başka ne yapabilirdim?” biçiminde kafa yormak ve tekrarını önleyecek biçimde çözmek üzere rol almaktır. Bunun dışında, kişi ne denli haklı olursa olsun, ilişkileri bozucu/soğutucu yönde atılan hemen tüm adımlar özneldir; hareketin değil, kişinin ihtiyacıdır ve genellikle devrimcilik öncesi yaşamdan öğrenilmiştir.
Disiplinin; şirket yaşamından, askerlikten, okul veya aileden öğrenilenin harmanlanmış biçimi olarak gündeme gelmesi ve tüzüğün; bir güvenceden çok bir tehdide dönüşmesi, devrimci yargılamaların bile öznellik kokması, biraz da bu nedenledir.
Yoldaşlar arasında kuşku, öznellik, kişiselleşmiş yakınlık veya mesafeler gibi, öfke de ilişkide bozucu rol oynar. Dikkat edilirse, örneğin bir yoldaşın ilişkiler dışına çıkarılması çoğu kez öfke eşliğinde değil, bir kayıp hissiyle ve üzüntüyle yapılmaktadır.
Sanıldığının aksine, geçmişte öğrenilenle devrimcileşme sürecinin gerekleri, her an ve uygulamada karşı karşıya gelmez; söz konusu süreçler, birbirinden bıçakla keser gibi ayrılmaz. Ama kişi, devrimci saflara katılmış olsa da, kendisiyle mücadelesinin bitmediğini, yaşadığı her sorunda anımsamalı ve öncelikle kendini gözden geçirmelidir. Yoldaşlara karşı pozitif ayrımcılığın gereklerinden biri de budur.
Yanlış yerden birbirine değiyor insanlar
Ve çoğu kez iletişime, negatif elektrik eşliğinde giriyorlar. Yargılamayı, anlamanın bir adım önüne koyuyor,
Birbirini farklar üzerinden tanımlıyorlar.
Kucaklarken de iterken de küçücük sebepler üzerinde Oturuyor ilişkiler.
Gerçekte ne iklimin ne de bilimin gereğidir, Kavgaya ve ayrışmaya bu boyuttaki eğilim Aksine, içselleşmiş kapitalizmin marifetidir, İlişkilere hakim olması gerilimin
Halbuki, gelecek gibi mucizeler de İnsanın ellerindedir.
Ve gerçekte budur önümüzde duran öncelikli devrim
Hemen her insanın bir diğeriyle çatışacak veya uyuşup ısıtacak yanları vardır. Bunlardan hangisi gerçekleşirse, o öne çıkar ve çoğu kez ilişki, söz konusu yansıma üzerinden tanımlanır. Bu türden “kısa devre tanımlar”ın dışına çıkılabilen ilişkilerin olduğu zeminler çok azdır. O zeminleri, subjektivizme teslim olmamış, yöntemli insanların temsil ettiğini söyleyebiliriz.
Toplumun büyük çoğunluğu, kolay yargılayıp kolay mahkum eden bir eğilim içindedir. Sevdasını içten ve tutarlı biçimde yaşayan bir insanı, girdiği hemen her karşı cins ilişkisinde kıskançlık denetimiyle yormak da, bir devrimciyi sahip olduğu normların tam zıddı olan ölçekler içinde bir tartışmaya çekmek de bu kapsamda değerlendirilebilir. Köklü dostluklarda bile, ilk olumsuz sinyalde, yanlış başlayan bir tartışmanın yapay alevine kapılarak sırt dönmek, hem kalıcı dostlukların devamını sakatlıyor, hem de çoğu kez insanları hak etmedikleri bir muhataplık durumuna düşürüyor.
Einstein’in “karşılaştığınız sorunları, o sorunları yarattığınız düşünce düzleminde çözemezsiniz” biçiminde bir saptaması vardır. Bunu, bir aforizma olarak çok kişi alıp kullanmakta, önem vermektedir. Ama, gereğini yerine getirmek, yani, yaşanan her sorunda, haklı da olunsa, zeminin dışına çıkıp bakabilmek (düzlem değiştirmek), sanıldığından da zordur. Ve sözde benimsense de çoğu kez ihmal edilen bir durumdur.
İnsanın ağrı, acı veya özel hazlar dışında vücudunu unutması, hissetmemesi, “güvenli liman”lar dışındaki hemen her ortama mesafeli durması, yaygın bir eğilimdir. Bu tür eğilimleri yenmek/değiştirmek, kişinin kendine iradi müdahalesini gerektirir. İrade ve yaratıcılık ise, kişinin gündemine kendiliğinden giren olgular değildir. Halbuki insan, kesintisiz bir keşfetme haline uygun, ucu açık potansiyeller toplamıdır. Ne var ki, çok az sayıda insanın dışında kalabildiği egemen yönlendirme, hem “gelişim-değişim ve yaratıcılık” kapasitesini sınırlar, hem de bir an gelir, adeta “bu kadar yeter” der gibi “tamamlanma” (!) haline sokar. Bir doktorun, rutin işlerinin esiri haline gelip, tüm öğrenme-araştırma ve yenilenme etkinliklerinden uzaklaşması veya bir öğretmenin, belirli bir heyecan, tad ve gelişim aşamasından sonra, öğrencilere her yıl aynı notları tutturmaya başlaması gibi, hayatın hemen her alanında, belirli bir dirence sahip olan insanların dahi, sistemin mıknatısına (çekim gücüne) yenik düştüğü görülür.
Halbuki yaşama, iç içe geçmiş sayısız zirve içkindir. Zirveler ise, doğası gereği hazıra konulan veya kolay ulaşılan değil, bol yokuşlu yollardan gidilen ufuklardır. Bir yemek bile, harcanan emek ve gösterilen özen oranında tad, kalite ve estetik kazanır. Bir kitap iki ayrı kişi tarafından çok farklı tadlarla okunabilir veya aynı kişi, söz konusu kitabı, iki ayrı ruh halinde, birbirinden farklı üretimlere konu edebilir. Tam da bu bağlamda diyebiliriz ki:
İnsanın alıştığına yapışması;
Mutluluğu, ilk tadın tekrarıyla sınırlaması, Bir çeşit evcilleşmedir.
Halbuki, bilinmeyen kapıları aralamak veya bilineni derinleştirmek, Keşfin ve güzelleşme yolunda mesafe alabilmenin dinamikleridir Bilinçli emek, insanı diğer canlılardan ayıran en temel niteliktir.
Örgütlü yapılar dahil yaşamı anlamlı kılma, gerçekliğe zorlu yollardan da olsa ulaşma amacı taşıyan tüm kişi ve oluşumların ortak özelliği, bir final/zirve tarifi yapmasıdır. Devrimcilerin farkı, o anı ulaşılmaz, mistik bir ışığa, yaşamı da bu ışık için bir bedel sürecine çevirmek yerine; bir nihai amaç tarifi yapsa da o niteliğin bugüne izdüşürülmesini mümkün ve gerekli görmesidir.
Devrimciler, varolan sistemin adeta tersini panzehiriyle birlite alternatifini öngördüğü için; bu planlama, an dahil geleceğin de neden-sonuç ilişkisi içinde irdelenmesini gerektirir. Bu durum devrimcilere, olguların nedenlerini bilmenin verdiği bir sakinlik ve hoşgörü kazandırır. Hatta, bir yanıyla da budur bizim özelliğimiz.
Potansiyelimizde daha fazlası varken biz,
çoğu kez ilişkilerimizi alışkanlıklarımızla öreriz.
Ve daha yüksek olan “çekme” potansiyeline rağmen birbirimizi iteriz.
Sürekli bir imtihan yeri gibi görürüz bulunduğumuz zemini ve ilişkilerimizi.
Bu nedenle çok sert ve acımasız ikilemlere sokup kolay yargılayabiliyoruz en yakınımızdakini.
Halbuki tam tersini gerektirir,
İnsanın kimliğine ılık bir iklim gibi yerleşen Devrimciliğin kapasitesi.
KUM TANESİNDE EVRENİ ÇÖZÜMLEYEBİLMEKTİR BİZİM YÖNTEMİMİZ
Biz, “genel”den kopuk değilsek de, aramızdaki farkları ve sahip olduğumuz avantajları anımsayarak güne başlamalıyız. Bu, en umutsuz anlarda bile, kişiyi kendi iç potansiyeliyle barıştırır, görünenden öte güç ve imkanlarla planlama yapmak şansını arttırır. Böyle bir yöntem, kendini oyalama ve telkin olarak görülmemelidir. Aksine, insanın kendi içinde ve imkan hazinesinde bir keşiftir. Bir andan sonra kişiyi, hemen her olguya doğru yerden değdirir. Bu bağlamda, yukarıda tanımını yaptığımız farkımızı ve gözlem açısını, farklı toplumsal özneleri de içine alacak boyutlara taşımak, eksiklerimizi de avantajlarımızı da görmek açısından yararlı olacaktır.
Hayat, herkesin okumaya çalıştığı bir kitaptır Ama insanların büyük çoğunluğu önsözü bitirip, Asıl konuya gelemez.
Ya okumanın ya da anlamanın gereğini yerine getiremez. Böylece kitapta ilerleyemez ve sonuçta okumaktan (gerçekte anlamlı yaşamaktan) vazgeçer
Bu, bir çeşit ölümdür.
İnsanın 20’sinde ölüp 80’inde gömülmesi böyle bir şeydir. Ve işin acı yanı, sanıldığından da öte yaygındır.
Hemen herkesin fikri ve ruhsal dünyasında öznellik, gerekliliğin bir adım önündedir.
Tembellik ise, insanın potansiyel enerjisine ve üretkenliğine Bağlanmış bir taş gibidir
Yerinde saymaya veya aşağı düşmeye sebeptir. Bir andan sonra insan, bencillik eksenli üretir.
Bu, yapılar için bile böyledir.
Yanlış döşemişse temel taşlarını ve ben eksenli kurgulamışsa Bakış açısını;
En kolektif söylemi bile örgütsel ben aynasında kırar. Çünkü onun için tüm yollar kendine çıkar.
Gerçekte insanın ilgileri, hüzünleri, espri ve refleksleri, kültür ve değerlerinden kopuk değildir. Bu, kişi için olduğu gibi yapı için de geçerlidir. Hatta, amaçlanan davranış normları ve değerler içselleştirilemediği oranda, katı bir yasak ve disiplin, kapitalizmin yabancılaştırıcı etkisinden korunma adına, en ağırlıklı nitelik halini alır. Böyle soğuk bir iklim ve işleyiş içinde, insanlığın öngörebildiği en sıcak ilişki biçimi (sosyalizmin gerekleri) verilmeye çalışılır. Tabii, mücadele edilene, deyim yerindeyse “silinmek” istenene karşı uygulanan hoyratlık, “yazılmak” istenende de (amaçlananan da) göze çarpar. Sosyalizmin gülümseyen kültürü, kapitalizmin asık suratlı kabına dökülmüş gibidir. Sonuçta ne o olunur, ne öteki. Ve iç ilişkilerin dokunulmazlığı gereği, bu konuda bir yapı diğerine müdahale etmese de, hemen her konuda parçanın bütünü etkilediği bir gerçektir. Çözüm üretiminin şu veya bu aşamasında sağlanabilecek karşılıklı birikim aktarımı, böyle bir sorunun geriletilmesinde önemli rol oynar.
Bilinir ki, kapitalizmin kuşatması altında devrimciliğin gerekleri, iç içe geçmiş güçlükler içerir. Bu, teşhisi de tedavisi de bir kişinin (ve hatta kimi durumlarda bir yapının) bilgi ve imkanlarıyla aşılamayacak denli kapsamlı bir konudur.
Bir devrimcinin herşeyden anlaması, bilimsel olarak mümkün değildir. Hatta tersine, çeşitli nedenlerle, muhatap olduğu ilişkilerin ihtiyacı olan pek çok cevaptan habersiz olması mümkündür. Böyle bir olasılık, tercihten öte bir araya gelişlerin yaşandığı hapishanelerde çok daha fazladır. Bu gerçeklik dikkate alınmadığında, değerin değersizlik, inceliğin hoyratlık, bilginin bilgisizlik kucağına (ve de insafına) terkedilmesi hiç de zayıf bir olasılık değildir. Bu tür alanlarda, devrimci kimliğin öncelikli niteliğinin fark koymak değil, çözüm üretmek olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Karşılaşılan hemen her sorun, nihai hedefin büyüklüğünü ve büyüleyiciliğini anımsayan bir ruh halinin sakinleştiriciliği eşliğinde ele alınabilmelidir. Çünkü devrimcilik, her gün biraz daha büyüyen güçlüklerle yüzyüzedir. Ve sınırlı bir biçimde de olsa, devrimcilik, tecrübesizliğin insafına terkedilemeyecek bir niteliktir.
Özellikle toplumun/insanın yeniden biçimlendirilmesi işi, devrimciliğin en zorlu ve kişisel niyetlere bırakılamayacak denli önemli boyutlarından biridir. Yapılan projelerin ve konulan kuralların doğruluğunun tartışmalı olması bir yana, uygulanan yöntem, çoğu kez etkinliği amaçtan uzaklaştırabilmektedir. Algıyı derinleştirmek, psikolojik etki yaratmak, moral-motivasyon grafiğini yukarı çekmek vb. konular; uygulayıcıdan muhataba ve koşullara kadar çeşitli nedenlerle farklı sonuçlar verebilecek konulardır; adeta, her öznenin eline verilmemesi gereken, hassas araçlardır. Bu hassasiyet dikkate alınmadığında, kendine cevap olamayanın, başkasına cevap olmasını beklemek gibi çelişmeli bir duruma düşülebilir. Bu gerçeklik, örgütün gerçekten bir “örgü” olabilmesinin ve toplam birikiminin an’a taşınabilmesinin ne denli önemli olduğuna işarettir. Özetle, tekrarlamak gerekirse, örgütsel işleyiş, günlük akla, iş yaşamından vb. alanlardan edinilmiş, doğruluğu tartışmalı yöntem ve araçlara bırakılmayacak denli önemlidir. Tek başına öznellik bile, kişiyi örgütsel akışkanlığı bozan bir direnç halkasına çevirebilir.
GENİŞ BİR UFUKLULUKTUR KİMLİK MENZİLİMİZ; ÖĞRETMENİN EKSİĞİNİ ÖĞRENCİYE YÜKLEMEYE İHTİYAÇ DUYMAYACAK DENLİ KAPSAYICIDIR YÖNTEMİMİZ
Konuya bir hikaye ile giriş yapalım:
“Dağcı, hedeflediği doruğa öğle vakti varmış. Artık önündeki sınav, günbatımından önce yeniden aşağıya, güvenli bir yere inmekmiş. İnerken güneşin de giderek alçalmakta olduğunu görüyormuş. Adımlarını hızlandırmış, ama saatler birbirini izlerken gün ışığı sürekli zayıflıyormuş. Güneş, ufkun ardında kaybolmaya yaklaşırken, dağcı korkmaya başlamış, içinde bir sürü korku su yüzüne çıkmış. Aşağıya varamazsa yarı yolda kalacağını, çok tehlikeli bir durumda kalacağını düşünmeye başlamış. Hatta belki düşer ölürüm, diyormuş. Sonunda güneş batmış, dağcı kendini zifiri karanlıkta bulmuş. Çaresizlik içinde, tutunacak bir yer aramış, dağın kayalık yamacından uzanan bir dala tutunmuş. Geceyi o dala asılarak geçirmiş. Korkudan donmuş durumdaymış. Elini bıraktığı anda aşağıdaki kayalara düşüp parçalanacağına inanıyormuş. Sabaha kadar bu kabus içinde yaşamış; katıksız korkular içindeymiş. Ama sabahın ilk ışıkları belirdiğinde, dağcı gülmeye başlamış. Gözlerine inanamıyormuş. Korkuları bir hayalden ibaretmiş. Durduğu yerin onbeş santim altında, basabileceği bir kaya çıkıntısı varmış. Karanlıkta onu göremediğini şimdi farkediyormuş. Oysa gece on beş santim daha aşağıya inmiş olsa, sabaha kadar hem daha güvende, hem de çok daha rahat bir gece geçirebilirmiş. Korkuları dayanaksızmış.”
Martin Luther King’in “insanın gerçek ölçüsü, güven anlarında değil, zorlu ve sorunlu anlarda nerede durduğudur” biçimindeki sözü, yukarıdaki hikayenin özeti gibidir. Buradaki, “zorlu ve sorunlu” vurgusunu geniş bir bağlam içinde ele almak gerekiyor. Sadece yokluk, acı vb. değil; sinirlilik, sıkıntı gibi haller de durulan yeri, gerçek kimliği veya en azından aşılamamış nitelikleri ele verir. Bu, spor dahil, sonradan öğrenilen hemen her nitelik, davranış vb. için geçerlidir; eğer içselleşmemişse, tüm olağanüstülüklerde yerini, eskisine bırakır. Ve sanıldığının aksine, sinirlenince üslubun bozulmasından çok daha öte bir kapsamı vardır. Kişinin harekete, kendi öznelliğini dayatarak direnmesi de hareketin taktik manevraları kendi ilkeleriyle çelişecek boyutlarda eğip bükmesi de bu kapsamda değerlendirilebilecek sorunlardır. Örneğin, sorgu süreçlerinde, tutsaklıkta, F tipi vb. sınırlanmış yaşam ortamlarında ortaya çıkan sorunlar, yeni kazanılan değil, var olan ama bir şekilde örtük kalan niteliklerle ilintilidir. Gerçi hapishaneler, başlı başına bir özgünlük taşır, yine de mümkün olduğu koşullarda, herkesin her sınavdan geçirildiği toptancı uygulamalar tercih edilmemelidir. Ancak, bu tür sınavlara girdikten sonra elde edilen sonuçlar, yok sayılmak yerine, irdelenmek durumundadır. Bu tür veriler sistemin kişi üzerindeki etkisinin, günlük ilişkilerde görünmeyen yanlarıyla yüzleşmek açısından önemli sonuçlar ortaya koyabilir.
Kaldı ki, toplumda, egemen ellerce gerçekleştirilen körleştirme ve köreltme operasyonlarından, hemen herkes nasibini almaktadır. Yetenekler ve üretim kapasitesi gibi “görebilme” kabiliyetinin de sınırlanması anlamına gelen bu operasyonlar, insan (kişilik) imal etmeyi önüne amaç olarak koyan sistemler için adeta bir sektör (bir uzmanlık alanı) haline gelmiştir. Toplumun büyük çoğunluğu, böyle bir sınırlanmışlığa tabi olduğunun ayırdında olmadan yaşar. Onlara, “yaşam (ve de senin potansiyellerin) görünenden çok daha fazla bir şeydir” demenin, tek başına çokça bir rolü/anlamı yoktur. Çünkü “körleşme” gerçekleşmiş, görebilme kabiliyeti sınırlanmış birine; adeta “uzağa ve daha açılı bak” demiş gibi olunuyor.
“RUTİN” DENEN ZİNCİR…
Sistem, insanların uyanışını bir de günlük zorunlulukların oluşturduğu “rutin” ile önler. Aslında sistemin devamının en büyük güvencesi budur; sessiz çoğunluk, “rutin” denen zincirle tutsak alınır. Onlar, “paket program” biçimindeki dünyalarının zorunlu gereklerini her sabah yeniden, binbir eziyetle yerine getirirken, aynı zamanda sistemin adeta bakımını yapmakta; eskime, paslanma ve giderek dökülme olasılığının önüne geçmektedir. Tabii tüm bu olumsuz koşullara ek olarak, bilinmek durumundadır ki kimse, “bak” demekle görmeye başlamıyor, “uyan” demekle ayağa kalkmıyor. Bu nedenle, diyebiliriz ki “toplumsal uyandırma”yı kendine bir görev edinmiş olanların en büyük sorunu; var olanla amaçlanan arasındaki boşluğu, çoğu kez ya yok sayması ya da yanlış doldurmasıdır. Bazen bu sorun, bu alanda kurumsallaşmış irade tarafından doğru tanımlansa da, uygulayıcı öznelerin (bırakalım işin kadrosu olmasını) sorunun bir parçası/taşıyıcısı olmaları sebebiyle, mesafe alınamamakta; alandaki eksiklerin fotoğrafını çekip durumun ne denli vahim olduğu yönünde bir yakınma dili geliştirmekten öteye gidilememektedir.
Hemen her yapıda rastlanan bir durumdur; hareket, sorunu doğru tanımlamış olsa dahi, uygulayıcı özne, kendi eksikliği oranında, o sahip olunan önermeleri, uygulama alanına eksik aktarıyor; başarılı olamayınca da bir süre sonra, görevin esiri olma bağlamında bir yabancılaşma yaşamaya başlıyor. Tekrarların ortaya koyduğu başarısızlıkları, meşruiyet zemini yaparak, kendi yöntemini geliştiriyor ve genellikle bu tür süreçler, kimlik tanımıyla pek de bağdaşmayan (disiplin adı altında) kimi sınırlama ve önlemlerle sonuçlanıyor. Elbette mesele, “disiplin” değildir. Hemen her işin bir disiplini vardır/olmalıdır. Bizlerin kastettiği, bu olgunun hafife alınamayacak denli kapsamlı olduğu ve bir olgunlaşma süreci gerektirdiğidir. Bu gerçeklik yok sayılarak, ortamımıza dahil olan her kişiden peşinen çok şey beklemek, karşılık alamayınca da hızla yaptırımlara sarılmak, öğretmenin eksiğini öğrenciye yüklemektir. Halbuki inanç gibi güven ve bağlılığın da öğretilebilir olduğu ve bir gelişme/olgunlaşma süreci gerektirdiği bilinerek hareket edildiğinde, sonuçlardan yola çıkıp sorunlara günahkar aramak yerine, nedenlere inerek “günah”ları önlemek mümkün hale gelir.
Devrimci hareketler, ne bir spor kulübü ne de bir sınav merkezidir. Devrimci mücadele zemini ise bir yarış pisti, hiç değildir. Kapitalizm koşullarında yabancılaşmanın hemen her ortama sızdığının bilincinde olarak söylüyoruz; disiplin, bir korunma aracı ve hatta, kimliğin nitelik kazanması için gerekli olan içsel sağlamlaştırma olgusudur. Ne var ki yapının veya yolgösterici kadronun, kendi eksiğini yaptırım ve disiplin gerekleri ile telafi etme olasılığı da zayıf değildir. Bu nedenle disiplin/yaptırım gibi olgular da devrimci bir kavrayış içinde ele alınmalı; bir öğretme ve kişilik oluşturma yöntemi olarak görülmemelidir. Mesele, kimlik gereklerinin ve yapılacak işlerin gerektirdiği disiplin ise; bu, zaten kimliğe içerilmiş olması gereken bir niteliktir.
Ve işlerin bir sevgi içinde yürütülmesine engel değildir.
Yapay değilse kardeşlik ve değerlerimiz,
Birbirimizi görmesek de aynı kökleri öper,
Aynı besinlerle yaşama gülümser meyvelerimiz.
Biz yaşamı emeğiyle var eden
Ve birbirine en terli yerinden dokunan kuşağın
Dönem kardeşleriyiz.
Ne çıkara, ne gönül okşamalarına ne de ben açlığına
Feda edilemeyecek denli önemlidir ortak niteliklerimiz.