28 Mayıs 2009’da KESK ve Eğitim Sen Genel Merkezleri’ne baskınlar düzenlenmiş ve 34 sendikacı gözaltına alınmıştır. Baskınlar ve gözaltılar iki boyutuyla dikkat çekicidir ve değerlendirme yapmayı ihtiyaç haline getirmektedir. Birincisi, darbe koşullarında bile sendika genel merkezlerinin baskına uğraması ve kayıtlarına el konulması kolay yapılan bir baskı türü değildir. İkincisi ise, gözaltına alınan sendikacıların politik kimlikleriyle ilgilidir.
Emperyalist-kapitalist sistem derin bir kriz sürecinden geçmektedir. Emperyalist tekeller krize çözüm ararken aynı zamanda sosyal patlamaları da önleyici (manüpülasyona dayalı) önlemler almayı ihmal etmemekte, emekçilerin muhalefet edebilme yeteneklerini köreltip sisteme yedekleyici yöntemlere başvurmaktadır. Eskiden olduğu gibi açık saldırıları son çare olarak düşünüp öncesinde algı yönlendirmeyi temel taktik olarak kullanmaktadır. Bu çerçevede “Eğitim Sen’i Kapatma Davası” anımsanabilir. Bilindiği gibi Eğitim Sen, tüzüğünde yer alan “anadilde eğitim hakkını savunur” ilkesinden kaynaklı kapatma davası ile karşı karşıya kalmıştı. Tam bu noktada Eğitim Sen bileşenleri ikileme düşmüş ve saldırının arka planını ıskalamıştı. Bir grup “tüzükten bu maddeyi çıkartalım ve örgütü kurtaralım”, diğer bir grup da “taviz verilmemeli ve ilkelerimizde ısrarcı olmalıyız”, demişti. O süreçte biz şu görüşleri dile getirmiştik: “Haftada bir saatle sınırlı da olsa Kürtçe ve diğer dillerde TRT’den yayın yapıldığı, Kürtçe özel kursların açılıp Milli Eğitim Müdürlükleri’nce sertifika verildiği, Kürtçe gazete ve dergi yayınlarının basıldığı bir dönemde bir cümlenin egemen sınıfları tehdit ettiğini düşünmek saflıktır. Asıl amaç, yıkım yasalarının arifesinde toplumsal muhalefetin en dinamik örgütünü yıpratarak güçten düşürmektir. En hassas noktaya atış yapılıyor ve Eğitim Sen bölünmeye çalışılıyor. Üyeler ekonomik yıkım yasalarına karşı bilinçlendirilmeli, saldırının tüzükteki maddeye yönelik olmadığı asıl amacın gücümüzü zayıflatmak olduğu yüksek sesle dillendirilmelidir.”
Bugün Eğitim Sen ve KESK Genel Merkezleri’nin basılarak aranması ve PKK operasyonuyla birlikte anılmasının özel bir anlamı vardır. Yeni Personel Rejimi Yasası hazırlıklarının yapıldığı ve kamu çalışanlarına yeni saldırıların dayatılacağı şu günlerde KESK’in PKK ile yan yana anılarak yıpratılma çabası devletin ön hazırlığı olarak okunmalıdır. Bu operasyonda sendikalar yıpratılmak istenmeseydi, gözaltılar ev aramalarıyla sınırlı kalabilirdi.
Bu saldırının diğer bir boyutu da siyasal bir muhtevaya sahip olmasıdır. Bugün, Kürt sorununun çözümünü devrim perspektifinden uzak, sistem sınırları içerisinde aramanın sonuçlarıyla karşı karşıya kalınmıştır. ABD’nin Irak’tan çekilme girişiminin arkasında Türkiye’ye Irak’ta (özellikle Kuzey Irak’ta) yeni görevlerin verilme anlayışı yatmaktadır. ABD, özellikle Kuzey Irak ile Türkiye arasında ekonomik ve siyasi ilişkilerin geliştirilerek güvenliği de Türkiye’ye havale etmeyi hesaplamaktadır. Bu çerçevede Türkiye’deki Kürt sorununda gelinen aşama, ABD’nin istediği çerçevede kırıntılarla çözümü beraberinde getirmiştir. Bu çözümün temel hedefi PKK’nin silahsızlandırılmasıdır. Bunun yanında demokratik alandaki ilerici kürt dinamiklerin tasfiyesi istenmektedir. Bir taraftan af da dahil çözüm (!) tartışılırken diğer yandan DTP’ye ve sendikacılara yapılan operasyonlar çelişki değil, planlanan çözümün parçalarıdır. Emperyalizm bölge stratejilerini oluştururken karşısına çıkma potansiyeli taşıyan tüm dinamikleri yok etmeyi temel almaktadır. Kısacası yapılan operasyonlarla gelecekteki bölgesel yapılanmanın ön temizliği (!) yürütülmektedir. Bu noktada kürt sorununda çözümü eşitlik ve özgürlük temelinde ele almak yerine, hak kırıntılarına razı olup, mevcut sistemle barış imzalamaya indirgeyenler bu tür sonuçlarla daha sık karşılaşacaktır.
Eğitim Sen ve KESK’e düzenlenen baskınların ardından yapılan açıklamalarda dikkat çekici iki vurgu var ki bunlar kavrayıştaki darlığa örnek gösterilecek niteliktedir. KESK Genel Başkan’ından EMEP genel Başkanına kadar “faşizan baskı” biçiminde yapılan değerlendirmeler kurum temsilcilerinin devrimci duruştan ne denli uzaklaştıklarının göstergesidir. “Faşist baskı” ve “faşizm” kavramlarını kullanmaktan özellikle kaçınılması, faşizmi daha uysal hale getirmeyecektir. Ancak bu dili kullananların uysallaştığını göstermesi bakımından öğreticidir.
Diğer bir sıkıntılı algılayış ise, saldırının kadın kimliğine yapıldığı biçimindeki açıklamalardır. İki genel merkez yöneticisinin kadın olmasından yola çıkılarak, kadınlar üzerinden durumu açıklamaya çalışmak her şeyden önce bu arkadaşların politik duruşlarına bir haksızlıktır. Saldırı onların kadın kimliğine değil politik ve sendikal kimliğine yöneliktir. Kaldı ki gözaltına alınanların büyük bölümü kadın değil erkektir. Saldırının özü değil ikincil yanları öne çıkartılıyorsa bu niyetten bağımsız olarak devletin değirmenine su taşımak anlamına gelir.
Türkiye’de faşizmin bir devlet biçimi olduğu gerçeği unutularak yapılan çözüm önerileri her seferinde ağır bedeller doğuran bir tekrara dönüşecektir. Önümüzdeki süreç, faşizmin biriktirdiği tüm deneyimlerle kapsamlı bir saldırıya geçeceğini haber vermektedir. Emekçi halk kitleleri sistemin sonuçlarına karşı değil, bizzat sistemin kendisine karşı örgütlenebildiği oranda, kalıcı çözümlerin kapılarını aralayacaktır.
31 Mayıs 2009
DEVRİMCİ HAREKET