Sevgi Bulut
Burjuvazi, egemen olduğu yerde insanlar arası ilişkileri çökertip, metalaşmasını hızlandırır. Birbirine yabancılaştırarak bireyci düşünmeye yöneltir; hep “ben” duygusunu doğurur. Bunun sonucu olarak toplumdan soyutlanan kişiler aile içinde de bireyci düşünmeye yöneltilir, artık kendisi için yaşar.
Ezen/ezilen kavramı onlar için artık değişmez bir olgudur. Haklarını aramaktansa, verilenle yetinmeyi tercih eder; aynı zamanda sistemin onlara aktardığı bütün kirlilikleri uygulamaya hazırdır. İnsana dair bakışları da robotlaşır. Kadının emeğini ortadan kaldırmak veya sınırlı bir çerçevede tutmayı istemek, kadını sürekli ekonomik bağımlılığa, toplumda köle olmaya ve aşağılanmaya itmektir. Bir başka boyutu ise evlilik içi ve dışı fuhuşa mahkum etmektir. Bunlar robotlaşmanın sonuçlarıdır. Kadının bu şekilde toplumsal olarak ikincil konumunun başlangıcı, fetihçi savaşçının kaçırdığı kadını özel mülkiyetine geçirdiği, kendisi için en iyi iş aracına ve üretim aletine dönüştürdüğü zamanlarda başlamıştır. Artık “Dünya erkeğin evi, ev kadının dünyası olmalı.” (Klara Zetkin) önyargısı hakim olmaya başlamıştır.
Kadın, erkeğin koruması ve sorumluluğu altında aciz bir yaratık konumuna getirilip aile içi faaliyet alanında çalışmaya zorlandı. İlkel işbölümünde üretim tarzı ve biçimi kadını eve zincirlemiştir. Bu üretim şekliyle kadının faaliyetlerini genişletme ve zincirini koparma şansı kalmamıştır.
Töreler ve dinler kadının zincirlerini daha da kopmaz konuma getirmiştir. Kadına, “Havva’nın suçu sonucu günahkar, erkeği kandırıp cennetten koparan şeytan” misyonu biçilmiştir. Bu bakışla kadına; değersiz, erkeğine itaatkar ve boyun eğen bir suçlu pozisyonu oluşturulmuştur. Sistem, “kadın, doğduğu andan itibaren suçlu doğar” sözünü değişmez kural olarak dayatmıştır. Yüzyıllar boyu kadının zayıflığı, aklının kısalığı toplumda bir doğma, değişmeyecek bir dünya görüşü olarak benimsetilerek, kadına bedenen ve ruhen her türlü baskı reva görülmüştür. Kadınlarımızın bu cendereden kurtulması zorlu ve çetin bir mücadele gerektirir.
Kapitalizmin oluşturduğu kişilikler; köle ruhluluk, kul psikolojisi, kadercilik insanların beyinlerine örümcek ağı gibi örülmüştür. Egemen ilişkilerin kurduğu örümcek ağları yaşamda sonuç veriyor. Bu çerçevede biçimlenen kişilikler, bağımlı bir yaşam sürmeye rıza gösterir; eğer söz konusu olan kadınsa, bağımlılık daha da boyutlanır. Kendi özgürlüğünü bir hak olarak bilmez; daha kötüsü de bunu kendine yakışık görmez. Böyle bir tutsaklık kuşaklar boyu sürdüğünde köleliğe koşullanarak, özgürlüğe ihtiyaç duymaz. Kaderci ve her şeye sabırla karşılık veren bir duruma gelir. Onun için değişim bir ütopyadır. Hayatta çoğu şeyi eksik yaşar, bazen de güzelliklerin varlığından bile habersizdir.
Kişi, “Aman başıma bir şey gelmesin”, “Kazalar ve belalar benden uzak olsun” baskılanmasıyla hareket ediyor ve kabuğunu kırmaya çabalamıyorsa, verilenle yetinen, edilgen bir konumda kalır.Bu, aynı zamanda küçük mutluluklara rıza gösteren, günü kurtarmakla yetinen, dolayısıyla geleceği olmayan kanaatkar bir duruştur.
Kadınlarımızın dört duvar arasından kurtulmalarının yolu; amaçsızca, sokaklarda “özgürce” dolaşmalarından değil, yaşamda zorlu ve güzel bir tırmanışı tercih etmekten geçer. Beynimizi kapitalizmin layık gördüğü kölelikten kurtarmanın yolu, sisteme karşı örgütlü bir şekilde alternatifler üretmek ve uygulamaktan geçer.
Kadın olarak eğer sistemin rarlılığın her an büyümesidir. Kadın hakları karşısında verdiğimiz mücadele yaşamın her durağında karşılaşılan zorlukları yenecek ve galip gelecektir. Eğer hayatımıza kattığımız renkleri canlandırmak yerine yaşamla kendimiz arasına bir mesafe koyuyorsak, (“bana ne, ben bir eksik eteğim, ne bilirim ki” veya “bu işlerden yoruldum, ne yapsam hep aynı sonuç”, “insanlar düzelmez” gibi düşünceleri taşıyorsak) o an renklerimizi bir bir karartıyor; yaşam alevimizi harlamak yerine küllendirerek, alevi söndürüyoruz demektir.karşısında güçlüysek; bu, sisteme karşı alternatif bir düşüncenin ve pratiğin gücüdür. Evinin tozunu süpüren kadınlarımız, örgütlü yaşam içinde sistemin insanlar üzerinde bıraktığı tortuyu da süpürmesini bilir. Burada asıl önemli olan haklarımızı kazanmak için verilen mücadelenin inanç ve kararlılığın her an büyümesidir. Kadın hakları karşısında verdiğimiz mücadele yaşamın her durağında karşılaşılan zorlukları yenecek ve galip gelecektir. Eğer hayatımıza kattığımız renkleri canlandırmak yerine yaşamla kendimiz arasına bir mesafe koyuyorsak, (“bana ne, ben bir eksik eteğim, ne bilirim ki” veya “bu işlerden yoruldum, ne yapsam hep aynı sonuç”, “insanlar düzelmez” gibi düşünceleri taşıyorsak) o an renklerimizi bir bir karartıyor; yaşam alevimizi harlamak yerine küllendirerek, alevi söndürüyoruz demektir.
Kadınlarımızın mücadele toprağı kurak değil, sulaktır. O toprağı kurutmak da, tohumlar ekip bol ve verimli ürünler elde etmek de ellerimizdedir. Toprağı ekerken sevgilimizi sever gibi narin, içten, verici olmak yine biz kadınların elindedir. Topraktan ürün almak istiyorsak yani toplumdaki kadınların gücünü ortaya çıkarmak, muhalefetini artırmak ve siyasal bir yön vermek istiyorsak, bunun yolu mücadelede sürekliliktir. Kadınlarımızın sorunlarını çözerken bütünsel yaklaşılmalı; aksi takdirde kopuk sonuçlar dağınık, örgütsüz bir durum yaratır, bizim yerimize sistem sonuç alır.
Kadın hakları, demokratik hakların alınması yönünde bir mücadeledir. Verilen demokratik mücadele bizlere siyasal kazanımlar sağlayacaktır. Siyasallaşan kadın daha çok mücadeleye sarılacak, özgürleşmenin önünde engelleri aşarken erkeğin de özgürleşmesini sağlayacaktır.
KADIN SORUNU ÜZERİNE
Mine Güvercin
“İnsan toplumlar tarihinin bir ürünüdür”
“Gerçek tarihsel bir süreçtir, gerçeğin hareketi ancak kendi öz sonuçlarını durmadan eleştirmek ve aşmak koşuluyla ilerleyebilen bilimin kendi hareketidir.” (Politzer, Felsefenin Temel İlkeleri)
3 Mart 2004 tarihinde katledilen yoldaşımız Önder Babat, karşıtların savaşımını anlatırken hep fırtınalı bir denizi örnek verirdi, “Fırtınalı bir havadan sonra çıkacak güneşi düşün, denizin tüm verimliliği fırtınadan sonra çıkar.” Politzer’in yukarıdaki ikinci cümlesini okuyunca ilk aklıma gelen şey, Önder’in verdiği bu örnek oldu.
Konuya bu şekilde bir giriş yapmamın amacı, geçmişten bugüne kadar insanlığın nasıl sömürüldüğünü anlamak ve bütünlüklü olarak kavramak istiyorsak, olguları değerlendirip çözüm üretirken üzerinde yaşadığımız dünyanın gerçekte içinde sürekli olarak karşıt olan şeyleri barındırdığını, gelişimin ve değişimin kesintisiz olduğunu gözardı etmememiz gerektiğini ve varolan her şeyi bütünle olan ilişkisi açısından değerlendirmenin çok önemli olduğunu vurgulamak istememdi. Böylece geçmişe ve günümüze dair değerlendirmelerimizde, güncel olaylara ve geleceğe dair üretebileceğimiz her türlü çözümde yanılma payımız çok az, insanlığa dair düşlerimize olan mesafemiz bir o kadar yakın olur.
Kapitalistlerin öncelikle çekindikleri, Marksist öğreti ve bu öğretiyi içselleştirip, kendi gerçekliğinin farkına varmış halktır. Bu yüzden her zaman Marksizm’in miadını doldurduğunu söylerler.
Kapitalizmin bugüne kadar sürdürdüğü politikanın gerçekte iki yönü vardır; bunlardan biri kar, sömürü elde etmek, diğeri ise kapitalizmin alternatifini oluşturacak olan Marksizm’in önüne geçmektir. Çünkü onlar da gayet iyi biliyorlar ki kendilerinden kaynaklı her türlü hastalığın ilacı Marksizm’de mevcuttur. Bu gerçekliğin, biz gibi onlar da farkında ve korkmakta çok haklılar.
Burjuvazi, kapitalizmin doğası gereği sömürüyü devam ettirmek için elbette ki insana ve doğaya dair gerçeklerin ve bilimsel düşüncenin önüne geçecek kendi sistemlerine uygun olarak post-modern kültür ve benzeri yutturmacalarla istediği bencil, üretme özürlü ve tüketim bağımlısı, sanat ve bilimden bihaber, kavramları altüst olmuş, adına “insan” denilen mekanik bir model yaratacaktır.
Bu yüzdendir ki onlar, insanları gerçeklerden uzak tutacak, Marksist düşüncenin önüne geçmek için her şeyi yapmaya çalışacaklardır. Aksi halde, ezilen halk bunun bir kader olmadığını anlayacak, içinde yaşadığı çirkeflikler düzenine alternatifler üretmeye başlayacak ve sonunda kendi kurtuluşunun yalnızca kendi ellerinde olduğunu görerek, bu tarihsel zorunluluğun farkındalığıyla hareket edecektir.
Sistemin sürekli olarak halkın eline yanlış adres tutuşturmasının tek nedeni budur, oysa halkı yalnız bırakmayacak, gidecekleri YOL’da onlara rehberlik yapacak daima sevdalı yürekler vardır. Zaten merkezine insan ve toplumu oturtan, Marksizm’i ve Marksist kültürü içselleştiren, düşünü kurduğu toplumun bu sistemdeki nüvesi olan ve örgütlülüğüyle bunu en iyi şekilde yaşayan ve yayan devrimcilerin hiçbir zaman tükenmemesinin ve tükenmeyecek olmasının nedeni budur.
Dünyanın en güzel devrim çiçeklerinden biri olan Rosa Lüxemburg şöyle diyor: “Parlamenter demokrasiye hayran olanlar, sonunda parlamenter demokrasi tarafından ehlileştirilerek etkisiz hale getirilirler.”
KADINLARIMIZ:
Yüzyıllardır kirpiklerinin ıslaklığı hiç kurumayan, birikse belki de Karadeniz olacak kadar gözyaşı dökmüş kadınlarımız… Yaşadıklarını kader kabul eden, “yazgı”sına boyun eğen, “kutsal” görevlerini yerine getirmek için didinen, kızına ev hanımlığını, oğluna “erkek sorumlulukları”nı öğreten, aile içindeki köleliğini “görev” sayıp aksatmayan anne, eş, ev hanımı, işyerinde ücretli köle kadın… Bütün suçu kadınlığında arayan, koynunda bitmek bilmeyen sabırla yaşayan kadınlarımız…
Oysa bu ne kader, ne görev, ne de varolma nedeni. “Kadının toplumsal olarak ikincil konumunun kökeni; fetihçi savaşçının kaçırdığı, kadını özel mülkiyetine geçirdiği, kendisi için en mükemmel iş aracına, en önemli üretim aletine dönüştürdüğü, gebelik döneminde koruma ve emzirme bahanesiyle ortak yaşama ilişkin kaygıları ve çevre ile ilişkileri tek başına üstlendiği zamana rastlar. Erkek bununla, kadının iktisadi ve toplumsal bağımlılığının temelini attı.”(1)
Yani Engels’in deyişiyle, “Kadın cinsinin dünya üzerindeki tarihsel yenilgisi” bu şekilde başlar. Bu da gösteriyor ki “Kadının durumu belli bir dönemdeki üretim ilişkileri üzerinde yükselen toplumsal durumların sonucudur.” Clara Zetkin
Sanayinin gelişmeye başladığı yıllara kadar erkeğin özel mülkiyetindeki kadın, yukarıda bahsedilen nedenlerden dolayı yüzyıllarca ev içerisine hapsoldu; iyi bir eş, soyun devamını sağlayan doğurgan kadın, anne ve ev hizmetkarı olmak gibi ona verilen “yüce” görevlerle uğraştı; çocuk bakımı, ev işleri vb. süreklilik içeren işler onu hem toplumdan uzaklaştırarak erkeğe bağımlı kıldı, hem de tüm üretim becerilerinin ev içerisinde kısıtlamasına neden oldu.
Egemen sistem bunu her ne kadar görmezden gelse de, insanları bu gerçeklikten uzaklaştırmaya çalışsa da şu gerçektir ki; her insan yaşadığı gibi düşünür ve toplumsal ilişkileri, bireyin bilincini, davranışlarını, kültür, ahlak, gelenek gibi hayatımızı şekillendiren birçok şeyi, üretim ilişkileri ve ekonomik koşullar belirler. Üretim araçlarının gelişmesiyle yukarıda bahsettiğim olgular da onun ihtiyacına göre şekillenmeye başlar. Örneklendirmek gerekirse; önceleri evin her türlü ihtiyacını el emeğiyle yapan kadının, (sabunundan gıdasına, giysisine kadar ev içerisindeki tüm üretimi kendisi yapıyordu) zamanla makinanın kullanımı ve birtakım teknik buluşlar sayesinde ev içerisindeki yükleri kısmen de olsa azalmış ve bu da ev ekonomisine az da olsa katkı sağlamak için çalışmaya başlamasına neden olmuştu.
“Ortaya çıkan her iyileştirme, zayıf kadının çalıştırılmasını kolaylaştırdı. Öte yandan insan işgücünü gereksiz kıldı, işsizlerden oluşan sanayi yedek ordusunu oluşturdu ve böylece ücretleri gittikçe daha fazla düşürdü, erkeğin ücreti ailenin geçimini sağlamaya artık yetmiyordu. Çoğu durumda bekar erkeğin gereksinimi bile karşılanmıyordu, çok geçmeden ailenin geçimi kadının kazancıyla tamamlanmasını talep etti, kadının faaliyeti tasarruf amacıyla olmaktan çıkıp, kazanç amacına dönüştü, ama kadın bununla erkeksiz de yaşama olanağı kazandı; bu kadına ilk kez tamamıyla bağımsız bir yaşam sürdürme yeteneği verdi.”(2)
Üretim ilişkileri üzerinde olan bu değişimler, kadını hem topluma katarak üretim faaliyetine girmesini sağlamış hem de erkeğe olan ekonomik bağımlılığı azaltmıştır. Kadının yaşam koşullarındaki bu değişim, çalışması yönündeki önyargıları büyük ölçüde yok etmiş, kısmen de olsa kendisiyle ilgili kararlar almaya hak kazandırmıştır. Böylece ev köleliğinden kurtulan kadın, değişimin, sistemin ihtiyacına göre şekillenmesiyle ücretli köle durumuna düşmüştür. Orta sınıftan olan kadınlarsa (küçük burjuvalar) yaşam koşullarını devam ettirebilmek endişesiyle, eğitimine önem vererek memurluk, hemşirelik, öğretmenlik gibi meslek dallarına girmişlerdir.
“İşgücü pazarına yeni giren, işgücü olarak bile kadın işgücü arz fazlası yarattığından ücretler düşürülmeliydi, ama kadın işgücü çoğu zaman ta baştan daha düşük fiyata satın alınır olduğundan kadınların ücretleri rekabet süreci içinde iki kat, üç kat düşürüldü… Sanayinin neresine kadın emeği girerse orada erkeğin ücretini düşürmekte hatta ilgili iş dalından erkeği kovmaktadır, kadın emeğinin kendisi de çocuk emeğinin rekabetini tatmakta ve tüm insan emeği de makinaya karşı korkunç mücadeleye dayanmak zorunda… Üretim koşulları duygusal, kişisel hesaplar tanımaz, yalnızca doğa kanunları gibi kaçınılmaz olan ekonomik gerekleri tanır…. Ücretlerin düşmesi ne kadın emeğinden ne de makinanın icadından doğmaktadır, bu sadece ve sadece, içinde bulunulan anda, özel mülkiyet ayakta tutularak süren üretim sisteminin bir sonucudur.” (3)
Kapitalist toplumdaki kadının emek sömürüsünü anlatan yukarıdaki paragraf Clara Zetkin tarafından 1900’lü yılların başında yazılmış olsa da günümüzde hala geçerliliğini korumaktadır; çünkü kapitalist sistemin işleyişi bunu gerektirir. Özellikle kadınları tercih etmelerinin nedenlerinden biri de erkeğe oranla boyun eğen yapısıdır. Tüm bunlara maruz kalan kadın, bir de evinde ev işleri, çocuk, kocaya hizmet gibi ‘görevlerini’ yapmak durumunda kalınca hastalıklı bir ruh haline girer. Örneğin; ülkemizde daha çok gıda ve tekstil sektöründe faaliyet gösteren birçok tekel, özellikle kadınları asgari ücretle, vardiyalı olarak köle gibi çalıştırmaktadır; ayrıca bu tekellerin vergi ve sigorta ödememek için kurdukları taşeron işyerlerinde çocukları asgari ücreti aratacak kadar az ücretle ve ağır koşullarda çalıştırdıkları düşünülürse, içinde yaşadığımız sistemin gerçekte kime hizmet ettiği ve neye göre şekillendiği anlaşılacaktır.
Devletin, kapitalist şirketlerin ihtiyacına göre çıkarttığı iş yasalarıyla, mesailer ve tatil günleri gibi işçilerin daha birçok hakkı kapitalistin keyfine ve pazar koşullarına göre ayarlanmaktadır, işçilerin yıllardır mücadele ederek kazandığı haklar ellerinden alınmakta ve yaşam koşulları sefalet durumuna getirilmektedir.
Tüm bunlardan anlaşılıyor ki, toplumun yaşam standardını belirleyen, hangi mesleği seçeceğimize karar veren, ne kadar çalışıp ne kadar tatil yapacağımıza, hatta cebimizdeki parayı ve zamları belirledikleri için, yaptığımız alış–verişlerde ne alacağımıza, ne kadar alacağımıza ve her geçen gün soframızdan nelerin eksileceğine karar veren, insanları bu sefilliğe itip sonra yardım diye bir ekmek ya da bir paket makarna dağıtıp insanları hayvanlar gibi birbirine saldırtan ve mutsuzluğa sürükleyen, buna rağmen yine şükretmemizi söyleyen medya gibi daha birçok aracı kullanarak, halkın ne düşüneceğine bile karar veren kapitalistten başkası değildir.
KADIN VE FEMİNİST ÖRGÜTLENMELER
80’li yıllar ve sonrası ülkemizde ve dünyada yaygın olan askeri darbeler ve baskıcı rejimler nedeniyle birçok değer yitirilerek yozlaştırılmıştır.
Feminist örgütlenmeler özellikle bu dönemden itibaren ortaya çıkmıştır; burjuvazinin kendine has düşünme tarzı olan metafizik düşünme tarzı (yani olguları kendi bütünlüğü içinde değerlendirmek yerine, birbirinden koparıp, sadece işine gelen kesitini değerlendirme) kadın sorununda da yer bulmuş, bu soruna sıkı sıkıya bağlanmıştır. Çünkü feminizm, kadın sorununun sınıflarüstü bir sorun olduğunu söylemekte, kadın sorununu geçmişten beri varolan cinsiyetlerin çatışması olarak algılamaktadır. Sorunu cinsiyet temelli, suçluyu da erkek olarak görmektedir. Bunun çözümünü de yine düzen içinde aramaktadır.
Feminist düşünce ve eylem gerçekte sistemi besler; çünkü kadın sorununu algılayış şekli sistemin istediği çerçevededir.. Ezilen kadın, feminist örgütlenmeler ve burjuva tarzı derneklerde kurtuluş aramaktadır. Böylece ezilen kadının potansiyel öfkesi yumuşatılmış, tepki yanlış yerlere kanalize edilmiş ve sonuç olarak ezilen halkın birliği de cinsiyet temelinde bölünmüştür. Örnek vermek gerekirse, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde feministler, emekçi kadınlara destek vermek için gelen erkekleri alanlarda istememektedir.
8 Mart, bilindiği gibi, 1910 yılında, İkinci Enternasyonal’e bağlı kadınlar toplantısında, Clara Zetkin‘in önerisiyle, ABD’de 1857’de, New York dokuma işçilerinin grevde direnirken, 129 kadın işçinin yaşamını yitirmesi, tüm dünya emekçi kadınlarına mücadelelerinde yol göstermesi açısından hediye edilen bir gündür. Daha sonra, 1977 yılında, Birleşmiş Milletler tarafından bu gün, tüm kadınlara verilerek, bugünün emekçi niteliği ortadan kaldırmak istenmiştir. Bu kararı olumlayan feminist ve hatta sosyalist feminist diyenlere sormak lazım;
–8 Mart’ı 8 Mart yapan tüm kadınlar mı, yoksa direnen emekçi kadınlar mı?
–8 Mart koşullarını yaratan, 129 kadın işçinin can vermesine neden olan kapitalist düzen ve doymak bilmeyen burjuva sınıfı değil midir? Değilse nedir?
–Tekellerin patronlarından bazıları kadındır (Güler Sabancı vs.), 8 Mart onlarında mı günü olmalıdır?
–İliğine kadar sömürülen emekçi kadınla, bu kadınların emeğinin üzerinden kocasının ya da bizzat kendisinin kazandığı artı–değeri yiyen ve yerken bu paranın ne şekilde ve kimlerin sırtından kazanıldığını aklının ucundan bile geçirmeyen burjuva kadınının sorunları aynı mıdır?
Sömürü; din, dil, ırk, cinsiyet ayrımı yapmaz. Bu yüzden ezilen ve emekçi kadının kurtuluşu ne düzen içi yönlendirmelerle ne de feminist örgütlenmelerle mümkündür. Kadının hem erkekle hem de topumla olan ilişkilerinin insani bir boyut kazanabilmesi, gelir dağılımı arasındaki uçurumun giderilmesi, bunların neden olduğu psikolojik etkiler ve yaşam koşullarının şekillendirdiği boyun eğen kaderci zihniyetin ortadan kalkması için eğitim, sağlık, iş, barınma gibi problemlerin halledilmesi gerekir. Tüm bunlar, özel mülkiyete dayalı üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olur. Kadın ancak, bu şekilde hayatın her alanına tam ve eşit koşullarda girerek özgürleşebilir, bu da toplum içindeki ezilen, sömürülen tüm kesimlerin muhalefetiyle olur.
Düzen, halkın nazarında kendi varlığını meşrulaştırmak için bilincimize de sahip olmayı, kendi ihtiyacına göre bilincimizi şekillendirmeyi istemektedir. Bunun için dinden, yozlaşmış geleneklerden, sanattan tutun da medyaya kadar her türlü aracı kullanır. Örneğin; medya, Irak’taki işgali değerlendirirken bu savaşa nelerin sebep olduğunu ya da halklara ne gibi zararlar verdiğini konuşmak yerine Türkiye’nin çıkarları için Irak’tan ne gibi bir pay alabileceğini hesaplar. Ya da aslan payını almak isteyen ABD’nin payına düşene ağız sulandırırken akıllarının ucuna her bomba sesinde yüreği kuş gibi olan ya da ölen çocuklar asla gelmez. Çünkü onlara göre yaşamın gerçeği budur, güçlü zayıfı ezer. Onların mantığına, yani orman kanunlarına göre olaya bakarsak, kendileri de aslanın avından kalan artıklara göz diken çakal olmuyorlar mı?
Kadın erkek eşitliğinden anladıklarına gelince, buna da bir örnek Nejat Uygur’un bir oyunundan; kadınla erkeğin eşitliğinden bahseden kadına “Yaaa! eşitiz demek, peki siz duvara işeyebiliyor musunuz?” diyor, seyirci gevrek gevrek gülüyor. İşte düzen yukarıda bahsettiğim bu ve buna benzer birçok konuda farklı araçları kullanarak kadına da doğası gereği erkekle eşit olamayacağını dayatmış oluyor.
“Kadın-erkek eşitliği dendiğinde anlaşılması gereken, kadınlarla erkeklerin her açıdan aynı olması değil, kelimenin en geniş anlamında tüm dünya nimetlerinden yararlanmada kendini özgürce geliştirmede eşit haklara sahip olması, hiçbir ayrımcılığa tabi tutulmamasıdır. Marksistlerin görevi, temelde fizyolojik farklılıklar olmak üzere birtakım farklılıklar barındırması gayet doğal olan erkek ve kadının, aynı mücadelenin, kapitalizmi yıkma mücadelesinin eşit haklar ve sorumluluklar yüklenen özgür savaşçıları haline getirmektir. Bu mücadeleyi zevkle ve gönüllü olarak sürdüren kadın ve erkek arasında, anlamsız çekişmeler, kıskançlıklar ve yarışlar da olmayacaktır.” (Alan Woods)
Ezilen tüm sınıfların ideolojisi olan Marksizm’e karşı kapitalistler teorik ve pratik açıdan hiçbir mantıklı ve bilimsel eleştiri getiremedikleri için, Marksizm’in temel aldığı üretim araçlarının ortaklaşalığına kadını kattığını söyleyerek komik olduğu kadar saçma gerekçelerle halkı etkilemeye çalışmaktadır. Bunu yaparken geçmişten beri halkı etkilemenin en etkili yolu olan kemikleşmiş, yozlaşmış gelenekler din, aile gibi halkın hassas olduğu konular özellikle kullanılır.
İşte Marksizm’in cevabı;
Marks: “Kadın özgürlüğünün derecesi, tabii ki genel özgürlüğü tayin eder.”
Engels: “Kadınların ortak kullanımı sadece burjuva toplumuna ait olan ve bugün fuhuşla gerçekleşen bir olgudur. Fakat, fuhuş özel mülkiyete dayanır ve onunla birlikte kaybolur. Böylece komünist rejim, kadınların ortak kullanılmasını getirmek şöyle dursun, aksine ortadan kaldırır.”
Lenin: “Kadınlar için tam bir özgürlük elde edilmezse, proletarya tam bir kurtuluşa ulaşamayacaktır.”
Kadın sorunu ve toplumdaki önyargılar, yani sistem kalıntıları elbette devrimin olmasıyla otomatiğe bağlanmış gibi hemen çözülecek sorunlar değildir. Devrimciler kuracakları sınıfsız, sömürüsüz, eşit ve özgür toplumun temelini kendi yaşayacağı örgütlülükle göstererek halka paylaşımcı, sosyalist insan modelinin örneğini en iyi şekilde sergileyecektir. Bu yüzden gelecekte çiçeklenerek bir orman haline getirecekleri değerlerinin tohumunu şimdiden hem kendi örgütlülükleri içinde yaşayarak atmış olur, hem de emekçi halklara örnek olarak tüm bu değerleri yayarlar. Devrimci kimlik hem bu değerlerin çiçeklendiği tohum, hem de yayılmasını sağlayan rüzgardır. Bu sayede o güzel gün geldiğinde kapitalist düzenin artıklarının, lekelerinin yok olmasının önü açılacaktır.
Egemen kapitalist sistem, halkları iliğine kadar sömürmek ve varlığını tehlikeye atmamak için Marksizm’e ve Marksistlere karşı tüm imkanlarını seferber ederek sonuna kadar kullanacaktır. Bundan daha doğal bir şey de yoktur. Önemli olan kapitalizmin ömrünü tamamlamasını beklemek yerine, onların yarattığı her boşluğu, her çelişkiyi yakalayıp değerlendirebilmek ve halkı bilinçlendirerek mücadeleye katmaktır.
“Bazıları başarmak için, başarı koşullarının gerçekleşmesinin yeterli olduğunu sanırlar, yanlıştır. Çünkü, bu koşulları gerçekleştirmeyi bilmek de gerekir. İşler karmaşıklaştıkça ne yapacağını bilmek daha büyük önem taşır .” (Politzer a.g.e)
“Düşlerin sonsuza koştuğu yerde, Sabrın çiçeklerinin açtığı yerde, Asla kapanmaz yaşanan defter,
Çünkü tarihin en güzel yerinde Son sözü hep direnenler söyler…”
*(1) (2) (3) Clara Zetkin, Kadın Sorunu Üzerine Seçme Yazılar. Sayı 16 (Şubat – Nisan 2005)