Bir yanım 1942 Bulgaristanına gidiyor, Nikola Vaptsarov’u öpüyorum… Kurşuna dizilmeden önce eşinin avuçlarına bir şiir bırakan Vaptsarov’u… “Ben düştüm, yerimi başkası alacak” diyen Vaptsarov’u.
Diğer yanım yoldaş sevgiliyi kucaklıyor. Yaşamdan aynı kareleri seçtikçe gözlerim gözlerine karışıyor. Aynı tabaktan içiyoruz yaşam suyunu. Aldığımız tadlar birbirine karışıyor.
Emzirmek bile, tek yanlı bir verme edimi değildir. Canı yanan, yorulan, kanının çekildiğini hisseden; yaşamını, emzirme işini eksiksiz şekilde yapmak üzere düzenleyen kadın bile; sadece vermiyor, aynı zamanda “alıyor“dur. Buradaki alışveriş, birilerinin sandığı veya pek çoğumuzun alıştırıldığı gibi karşılıklı hesaba dayanan bir ilişki değildir.
Yani bu fiilin gerçekleşme anlarında; “verilen kadar almak”, “alınan kadar vermek” gibi aritmetik hesaplar, tecimsel kaygılar olmaz. Tersine, bu tür ilişkiler için koşullanmış ve toplumsal davranış normları ile hareket eden insanların hiç mi hiç anlamayacağı; nitelik ve nicelik olarak bambaşka bir alışveriştir söz konusu olan. Bu nedenle, bunun alışveriş olmadığını; karşılıklı bütünleşme sonucu, fiziki bir erime yaşandığını, “sen-ben” olgusunun ortadan kalktığını, ruhsal akışkanlık için sürtünmesiz (sürekli hareket hali) bir ortamın oluştuğunu söylemek mümkündür.
Sevgi, insanla etrafındaki canlı-cansız pek çok varlık arasında, oluşması mümkün olan en gelişmiş ilişki biçimidir. Böyle bir ilişki oluştuktan sonra, kim tarif edebilir; yüreğin, beyinle ortaklaşmış üretkenliğinin sevgiliye doğru nasıl ve hangi zenginlikler oranında akacağını? “Seni çok seviyorum” ibaresindeki “çok” sözcüğünü anlamsız kılan böyle bir akıcılık; sevenin sevgisi oranında büyürken, sanatçılığı oranında da çeşitlenir.
Kendisi uykusuzken omzunu, kendisi yorgunken iş yapma kapasitesini sevgiliye ayıran; kendisi açken, elindeki yiyeceğin güzel parçalarını sevgiliye uzatan; kendisine ait olduğu için değil, güzel olduğu için çiçekleri seven; yardıma muhtaç bir hayvanı kucağına alırken, “kirlenme” kaygısı yaşamayan; altını ıslatmış bir çocuğu taşıması gerektiğinde, ıslanma kaygısı duymayan kişinin sevgi kanallarındaki açıklık; bu fiilleri yaşadığı oranda artar. Yani sevgi, önceden tasarlanmış bir senaryonun kareleri gibi değil, sürekli yenilenen, canlılığı azalmayan ve monotonlaşma ihtimalini bağrında taşımayan bir ilişki biçimidir.
Monotonluk, bıkkınlık, heyecan yitimi, renksizlik, vb. olgular; ilişki, doğru taşlar üzerine oturmuşsa, hiçbir zaman gündeme gelmez/gelmemelidir. Bir insanla bir çiçek arasındaki ilişki de böyledir. Kişi eğer çiçeği ,”çiçek seviyor olmanın üstünlüğüne sahip olmak için” değil, sadece kendisi ile çiçek arasındaki elektriğin heyecan vericiliği sebebiyle seviyorsa; bu ilişki kalıcılaşır. Yani, sevgiliye vermek için değil, birileri görsün diye de değil, sadece kendisi istediği için kırlardan çiçek toplayıp kendi çalışma masasına koyan; suyunu her gün değiştiren, solmasını ve kokuşmasını geciktiren kişi, çiçeği gerçekten seviyor demektir.
Yolda, arabanın çarptığı bir kediyi, onu bir daha görmeyecek durumda da olsa, birileriyle bunu paylaşıp övgü alma koşulu da olmasa ve hatta para açısından sıkışacak da olsa; taksi tutup veterinere giden, onu ameliyat ettiren ve gerekiyorsa (pis olduğu kaygısına girmeden) evinde birkaç gün bakıp, sonra sokağa bırakabilen kişi, hayvanları gerçekten seviyor demektir.
Tabii ki yukarıdaki örnekler, sevginin özünü anlamak açısından değerlendirilmeli ve örneğin ayrıntılar, bir tartışma konusu haline getirilmemelidir. Diğer bir ifadeyle, “insanları doktora götüremiyoruz; kediyle mi uğraşacağız?” biçimindeki tepkiler, doğru ve gerekli değildir. Önemli olan, bu örnekleri bire bir yerine getirmek değil; yaşamı, böyle bir kavrayışın penceresinden içeri alabilmektir.
“Geleceği tonluyor hikayemizde gözlerin
Ağlayacak olursan gözyaşlarını bir defne yaprağının kokusuyla sileceğim.”
Aşk söz konusu olduğunda, sözcüğün içerdiği sihir ve cazibe ile yetinmek; yani, sözcüğün kuru anlamına sığınmak; aşkla hiçbir biçimde tanışmadan “aşk”ı yaşamaya sebep olur. Oriana Fallaci “Dünyada en çok kullanılan ‘aşk’ sözcüğü kadar sömürülmüş bir sözcüktür ‘özgürlük’ “ der. (Doğmamış Bir Çocuğa Mektup, s: 42) Ne aşka ne özgürlüğe yaklaşımımız
Fallaci’ninkine benzemese de; yukarıdaki ifadesi doğrudur. Gerçekten sevgiden, aşktan söz etmeyen hemen hiç kimse yoktur. Ama aşkı, içi boş bir sözcük olmaktan çıkarıp yaşama içeren insan sayısı da çok azdır.
Gel-geç ruhluluk, aşka bile küçük hesapları karıştırmak, aşkta emekten kaçınmanın aşkın kendisinden kaçmak anlamına geleceğinin ayırdına varamamak, aşkı hafife almak ve çok daha önemlisi, aşkta bile azla yetinmeye razı olmak; gönülde yatan aşkların ya hiç yaşanmamasına ya da sakatlanmasına sebep olur.
Sevgi de sevgisizlik de ne irsidir ne de “Allah vergisi”dir. Bir ırmağın en köpüren yanını avuçlamış bir çift elden, susuzluğunu gidermemiş olanlar veya başkasının dudaklarını kendi avuçlarından geçen ırmakla sulamamış olanlar, sevgiyi de sevgisizliği de hafife alabilir . Ancak gerçekte sevgi, insanı çoğaltan -tartışmasız- en uygun yol iken; sevgisizlik, insan için -yine tartışmasız- en uygunsuz yoldur. Ve sanıldığının aksine; sevgisizlik, asıl olarak sahibini vuran bir niteliktir. Yani sevgisizlik, etrafına karşı örülen bir duvardır ki sahibini yalnızlaştırır ve başkasına zarar verse de asıl olarak ve ağırlıkla taşıyıcısına zarar verir.
Sevgisizliğin kaynağında; sistemin, insanların soluğuna bir zehir gibi karıştırdığı, mütevazılık ve hoşgörü yokluğu, paylaşıma kapalılık,bencillik, incelikten yoksunluk, samimiyetsizlik, vb. nitelikler yatıyor ise de; gerçekte sevgiye en büyük engel onu göze alamamaktır. Bunu, zahmetli bir iş olarak görülen gerçek sevgi yerine, sevgide azla yetinmek olarak da özetleyebiliriz.
Hemen tüm ilişkilerin, büyük bir heyecanla başlaması ve hemen her öznenin, kendisini mutlu edecek prens veya prensesi bulduğuna kendini inandırması, bu konunun anlaşılmasını güçleştiriyor. Ne var ki, gözleri perdeleyen ve kişinin kendini kandırmasına uygun bir zemin sunan ilk günlerin peşinden ortaya çıkan görüntü, samimi gözler için hiç de karmaşık değildir. Ve gerçekte aşkı doğru yerde aramak için fazlasıyla veri sunar. Toplumu oluşturan bireylerin, hemen her işte rol yaptığı ve bunun, adeta doğal bir davranış (alışkanlık) halini aldığı düşünülürse; katışıksız doğallık, bir gelincik kadar mütevazılık gerektiren aşkta neden “yaya kalındığı”; insanların, neden sevgiye hasret; öfke ve stresle yoğrulmuş halde yaşadığı (gerçekte ise yaşama yenik düştüğü) görülür.
Sevginin söz konusu olduğu durumlarda oluşan bağı, “duygusal kölelik” olarak tanımlayanlar vardır. Bunlar da anne ile çocuğu veya iki sevgili arasında oluşan bağı, insana dayatılan kimi yaptırımlarla karıştırırlar ki bu, gerçek sevgiyi yaşamanın önünde ciddi bir engeldir. Bir kadının, bilerek ve isteyerek doğurduğu çocuğun altını temizlemesini kölelik olarak değerlendirmek; insan olgusuna ne denli yabancılaşıldığının bir göstergesi ise; tembel olmadığına inanılan ve bu niteliği, sevilmesinin sebeplerinden biri olarak bilinen bir sevgilinin yatağını toplamak veya onu uyandırmamaya özen göstererek, onunla beraber yapılacak bir kahvaltının hazırlıklarını yapmak; kölelikle, sevgi yüklü emek arasındaki farkın ne denli kavrandığının bir göstergesidir.
“Kadınla erkek arasındaki aşk dedikleri bir mevsim. Ve bu mevsim çiçeklenme döneminde nasıl bir yeşillikler şöleniyse, solma döneminde de bir yığın çürüyen yapraktan başka bir şey değil. ” (a.g.e. s:68) tanımlaması, bir muhakemeyle değil, etraftan çekilmiş fotoğrafların okunmasıyla yapılmış. İnsanlara kötü bir kader biçenlerin en çok umut ettiği ve kendi sistemlerini güvenceye alacak olan şey; insanların etraflarında gördükleri gelişmeleri tek gerçeklik olarak kabul etmesi ve değişmezlik fikrine saplanmasıdır. Gerçekleri gösteren doğru bir gözlükle bakıldığında görülecektir ki, söz konusu olan insan ilişkisi ise; çiçeklenme, çürümeyle değil, kalite artışı ile varlığını sürdürür. Aksi durumlar, “çiçeklenme” denen dönemin ne denli çiçekli olduğunu tartışmayı gerektirir.
Karşıcinsle ilişkisi kırk çeşit yasakla önlenmiş genç bir insanın, bu yasakları bir miktar da olsa aşma fırsatı verdiğine inandığı evlilik karşısında heyecan duyması, ayaklar yere basıncaya kadar çiçekli bir ortam hissiyle soluk alması kadar doğal ne olabilir ki? Ancak aynı insan; mutluluğun, törende yansıtılan gülücüklerle oluşmadığını, çiçeklenmenin törendeki çelenkler dışında bir ömür sürmesi için başka faktörlere ihtiyaç olduğunu çok geçmeden anladığında, eğer gelişmeleri açıklayabilecek bir kavrayışa sahip değilse, maddi ve ruhsal olarak yaşamın sonbaharına girmiş olacaktır.
Yasakların, açlığın ve toplumsal düşünme kalıplarının yön verdiği ve genellikle ya dağılan ya da olumsuzluğu bağrında taşıyarak yoluna devam eden ilişkilerin bu durumu için, basit ve kestirme çözümlemeler yapmak tabii ki işi hafife almak olur ve ön açıcı olmaz. Bu konuda en önemli testlerden biri, sevgili olmaya aday öznenin işine-gücüne, yaşına-başına değil; onunla nelerin paylaşıldığına/paylaşılacağına bakarak karar vermektir. Bunu, bir diğer ifadeyle; “kiminle, ne için?” sorusuna doğru yanıtlar verilerek geliştirilen ilişkiler daha verimli, daha kalıcı olur, diye özetleyebiliriz.
Aslında hemen herkes, kumrular gibi bir aşk yaşayacağını, kendi ilişkisinin filimlerdeki gibi dört başı mamur olacağını düşünür; kendine en müthiş aşkları yakışık görür. Ama bu, büyük ölçüde temelsiz, spekülatif bir beklentidir. Çünkü, kendi içinde, aşkın gereklerini hafife alan bir boyut taşımaktadır.
Aşk, ne denli büyükse, insan yaşamında ne denli önemli ve heyecan verici bir yeri varsa; o denli zordur. Adeta ilmik ilmik örülen, geliştirilen ve korunarak ileriye taşınan yanıyla hem yoğun hem de özgün bir emek gerektirir. Özellikle kapitalizm koşullarında kişilik oluşumunda benliğe sinen öyle çok “zehirleyici” faktör var ki, aşk için bir çeşit ön koşul olan; sevgi yüklü olmak, paylaşımcılık, hoşgörü ve mütevazılık, kaprisli ve bencil olmamak, farklılıklara tahammül etmek, bir sanatçı inceliği ile yaşamı karşılayabilmek, v.b. niteliklerin oluşumunu zayıflatır, bozar veya güçleştirir. İşte bu nedenle kapitalizm koşullarında aşk devrimcidir.
Seninle
o berrak pınarın başına el ele gitmiş de olsak;
kendini bulanık bir derenin kenarında bulduğun,
ürkeklik ve yalnızlık haline düştüğün olacaktır
Basamakları kendin tırmanamadığın yerde,
senin bacaklarınla tırmanan başka bedenlerin
varlığını unutmamalısın.
Eğer uzakta dost ve yoldaş eller;
bir kitabı kütüphaneye titizlikle yerleştiriyor,
yatağını derli-toplu bırakıyor,
silahını temiz mermiyi namluya sürülü tutuyorsa,
sen de kendini derleyip toplamalısın
Her insanın sevme ve sevilme sebepleri vardır. Ne var ki bu, kiminde birkaç zorunluluğa veya ihtiyaca kadar daralırken; kiminde de yıllara yayılan beraberliklere rağmen tekrara dönüşmeyen, monotonlaşmayan ve hergün kendini yeniden üreterek zenginliği yaşama içererek kesintisiz biçimde büyüyen bir nitelik halini alır. Bu kapsamlı tanımlama, doğaldır ki kapsamlı bir çabayı ve böyle bir çabaya uygun bir kişiliği gerektirir. Hatta diyebiliriz ki pek çok insan için, sevginin böylesine derin ufuklu ve uzun menzilli olabileceği bile tartışmalıdır.
Doğacak olan çocuğuna bir kitap boyu mektup yazan Oriana Fallaci’nin bile, “Aşk, bir açlık yalnızca, bir kez doyuruldu mu hazımsızlığa dönüşen bir açlık ” demesi; kocaman aşklar yaşamak için kişinin kendine böyle bir aşkı yakışık görmesinin yeterli olmadığını gösteriyor.
Aşk, kendini hafife alanlardan hesap sormakta gecikmez. Bir yürek tokalaşması olarak başlayan aşk; elbirliği, gönül birliği, akıl birliği gibi yaşamın bütününe yayılarak kalıcılaşabileceği ve giderek daha renkli ve anlamlı bir nitelik kazanabileceği gibi, saman alevinden farksız bir parlamayla yanıp-sönerek miadını doldurabilir. Bu aslında ölü doğumdur. Çünkü gerçekte aşkların çoğunda ilişkinin ayakları, tarafları yüksekte gösteren ilk dalgaların durulması sonunda yere basar. (İsteyenler buna balayı da diyebilir) Ve kişilikler o andan sonra karşı karşıya gelir veya sınava girer. Bir diğer yanılgı da aşkta başarının, yaşamın herhangi bir alanındaki başarılarla özdeş tutulmasıdır. Diğer bir ifadeyle; okulda iyi not alanın, işyerinde müdürlüğe yükselenin, kavgada olumlu bir grafik çizenin sevgi ilişkisinde de başarılı olacağını varsaymak doğru değildir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi eğitim, hoşgörü, mütevazılık, incelik gibi etmenler sevgi ilişkisinde devamlılığı sağlayan faktörler arasında sayılabilir; ancak sevgi, bu faktörlerle tanımlanamayacak denli kapsamlı ve karmaşık bir ilişkilenme ağı olarak varlık gösterir.
“Gecenin ilerleyen saatlerinde/ kendi dudağını ısırıyor yalnızlığım” diye düşünen ve böyle hisseden bir insanın; yalnızlığını gideren bir yürekle tanışması sonrasında ne o yüreğe ne de sahibine gerektiği gibi davranmaması ve kısa sürede aradaki paylaşımı tüketmesi, çokça rastlanan bir durumdur. İnsanın “sahip olunan şey, değerinden yitirir” genellemesini bozabilmesi için, temenniler ve ideal ölçü tarifleri yetmez. Bilmek, uygulamak için yeterli değildir . İnsanlar, bildikleri doğruları (veya doğru bildiklerini) bire bir uyguluyor olsaydı, sorunların aşılması daha kolay olurdu.
Kapitalizmin; onurunu kolay çiğneten, kolay yalan söyleyen, bencil ve ikiyüzlü insanı, açık olarak veya çeşitli örtüler altında varlık gösterirken; bunun dışında beliren ihtimallerin gerektirdiği normlar dahilinde hareket eden insanlar bulup çıkarmak zordur. Çünkü, kapitalizm koşullarında, doğrularına sadık insan bulmak da zordur . Bu nedenle, aynı değerlerde ortaklaşmış ve bu ortaklaşmanın gerekleri çerçevesinde hareket eden bütünleşmeler oluşturma işi hafife alınmamalıdır. Bu, iki kişi arasındaki yürek bütünleşmesi (sevgi) olabileceği gibi; çok özneli bir sevgi olan örgütsel bütünleşme de olabilir.
Yukarıda anlattıklarımız, aslında yaşamın sadece aşk ile ilgili yanını değil, bütününü doğru biçimde karşılayabilmenin, mutluluk ve doyum grafiğini yüksek tutabilmenin ölçüleridir. Az zahmetle çok şey kazanma beklentisine sokulmuş, emek ve başarı tembeli kişilikler yaratan kapitalizmin sokaklarının aşk özürlü ve hatta yaşam özürlü insanlarla dolup taşması tesadüf değildir.
Devrimciliğin solunduğu atmosferlere, yine bedava güzellikler, kolay ulaşılmış başarı ve aşklar yakalamak üzere girenlerin; o zemini terkedişlerindeki düşkünlük, kapitalizmin insanının hallerinden biridir.
Yoldaş sevgili, değerlerin hem taşıyıcısı hem de güvencesidir
İnsan gerçekten sevince; yani anlık heyecanların, fiziksel çekimlerin, mecburi bir vazife edasıyla kullanılan sevgi sözcüklerinin ötesinde; sevgi, somut gerçekler toprağında filiz veren paylaşımın, ruhsal ve maddi akımın kendisi olunca; kişinin duygu dünyası zenginleşmeye, yapıcı ve sanatçı yanı açığa çıkmaya başlar. Günler, daha uzun, daha dolu ve daha anlamlı olur. Geceler, tüm kabuslarından arınır ve gündüzle daha barışık olmaya başlar. Gurup vakti, “hüzün” demek olmaktan çıkar. Çünkü yaşamın her an’ı dolu ve anlamlı olmaya başlar. Yüreklerini sevgiyle doldurup yola çıkanlar için, hiçbir engebe yıkım sebebi değildir.
Her şeyini paylaşma hissi, sevgiliyi yaşamın bütününde var eder
Yaşamın her anına eşlik ediyor olmak, yaşamın her anının dikkatle/hassasiyetle örülüyor olması demektir. Sevgilinin buradaki varlığı, bir denetleyici değil, bir bayrak gibidir.
“Dağlara çıktığımda Claudia’ya aşıktım. Onu sevmek, Che’nin bir zamanlar dediği gibi, benim için ölçünün ve büyüklüğün ötesinde bir şeydi. Bu ilişkiye insanın, en saf, yapıcı, sanatçı gücüyle girmiştim. Bu ilişkiden büyük bir şehir, çok güzel bir şehir kurdum. İlişkimiz, insanın aşk konusunda bildiği her şeyin alfa ve omegası, başlangıcı ve sonucuydu diyelim. Demek istediğim Claudia veya Claudia’yla olan ilişkim, benim için dağlarda bir ölçüt oldu. Daima yukarıda tuttuğum bir bayrak oldu. Sarmaşıklara hiç dolaşmayan, hiç düşmeyen, hiç ıslanmayan ve çamura bulaşmayan bir bayrak .” (Omar Cabezas, Dağdan Kopan Ateş, s:193, abç)
Açlıkta, üşümede, acı ve yoklukta insanı ayakta tutan, güç veren; yürek ve bedende ısınma sebebi oluşturan sevgili, aynı zamanda değerlerle örtüşen bir olgudur.
“Claudia benim itici gücüm oldu, güvenliğim, güvencim. Kurşun oldu, karanlıkta görebilmek, ciğerlerimde daha fazla hava, bacaklarımda daha çok kuvvet; o benim yönduygum ve ateşimdi. Aşkımız sıcak, kuru elbiseydi, çadırdı, zafer, huzurdu, her şeydi, gelecek çocuklar, beynimin bilebildiği ne varsa .” (age, s:193)
Yoldaşıma…
Sen benim yoldaşımsın.
Ak bir karanfil değdi ikimizin alnına.
1945 Hiroşima’sına gidip beraber ağladık.
Geleceğe uzanıp,
ruhu dansa kalkmış bir halkın uzattığı şarabı içtik
Yoldaşımsın sen benim. “Zaman”la göz göze geldiğimizde
“şimdi”yi yaşıyor varlığımız. Gözlerimizi kaçırmadık hiçbir gerçekten.
Balkonumuza düşen ateşböceğini de biberonuyla beraber yanan bebeği de konu ettik kendimize.
Yaşımızı soranlara
“1917 Ekiminde kestiler göbek bağımızı” diyesim geliyor.
Gerçi o kadar yaşlı değiliz.
Ama,
şu sosyalizm yok mu olacaksak,
onun çocuğu olalım…