Sınıflı toplumun ortaya çıkışı aynı zamanda insanın ve insan emeğinin değersizleşmesinin ve yabancılaşmasının başlangıcıdır. İlk ortaya çıkan sınıflı toplum; Köleci Toplum idi. Köleci Toplum’da kölelerin, o dönemin egemenleri için birer üretim aleti olma dışında hemen hiçbir anlamları yoktu. Köle sahipleri için köleler, alınıp satılan birer eşya, gerektiğinde öldürülen ve bundan dolayı hiçbir yaptırıma maruz kalınmayan birer meta idiler. Köleci toplum yerini feodalizme, feodalizm ise yerini kapitalizme bıraktı. Sınıflı toplumun gün geçtikçe, daha sistematik biçimler alması ile özetlenebilecek bu yolcululuğunda, değişmeyen tek şey; insan emeğinin sömürüsünün yoğunlaşması olmuştur. Egemenler açısından elde edilecek kâr ve kendi egemenliklerinin devamı, her zaman en ön planda tutulmuş, söz konusu, sömürü düzeninin devamı olduğunda, emekçilerin yaşamları sisteme feda edilmiştir.
Kapitalist sisteme geçişle birlikte, işçilerin/emekçilerin emeği daha yoğun bir biçimde sömürülmeye başlanmış, makineleşmenin ve teknik ilerlemelerin sağladığı olanaklar, burjuvazinin sermaye biriktirmesinde önemli bir rol oynamıştır. Bildiğimiz gibi sermaye birikimi, kapitalizmin en temel dinamiklerinden biridir ve bu, işçi ve emekçilerin emek güçlerinin sömürülmesiyle elde edilir. Bu noktada bir kapitalist için sermaye biriktirme noktasında en önemli ihtiyaçlardan biri de; üretim maliyetlerini mümkün olan en düşük düzeyde tutmaktır. Bu ise, öncelikli olarak işçi ve emekçilerin ücretlerini olabildiğince düşürerek ve birkaç işçinin yapabileceği işi tek bir işçinin sırtına yükleyerek olabilir. Dolayısıyla, en maliyetsiz ve geçer yöntem; yükü işçinin sırtına yıkmaktır.
Mesai saatlerinin uzatılması, ücretlerin düşürülmesi, sigortasız çalıştırma, sendikal hakların yasaklanması, esnek çalışma, taşeronlaştırma vb. uygulamaların hepsinin ortak bir amacı vardır; kapitalistin daha fazla kâr elde etmesini sağlayarak sermaye birikimine yardımcı olmak. Bu noktada işçilerin yaşamları/canları birer ayrıntıdır. İşçilerin hergün tersanelerde, madenlerde, inşaatlarda, sanayi sitelerinde ölmesinin, burjuvazi için bir önemi yoktur. Önemli olan üretimin devam etmesidir. Ne de olsa işçi olarak adlandırılan ‘şey’den ülkemizde fazlasıyla vardır. Bu yüzden egemenler, çıkardıkları yasada bile çalışma yaşamını tarif ederken, “İşçi sağlığı” olarak değil; “iş sağlığı” olarak tarif ediyorlar.
Ülkemizde her yıl yaklaşık 1,500 işçi, ‘kaza’ olarak adlandırılan cinayetlerde katlediliyor. Hemen her seferinde egemenlerin ağzından aynı argümanlar duyuluyor. Başbakan, Karadon Madeni’nde öldürülen madenciler için; “Ölüm, bu işin kaderinde var. Madene inen işçiler de zaten bunu göze alıp iniyorlar” diyor. Çalışma Bakanı; “G üzel öldüler, acı çekmediler!” diyor. Kader, tesadüf, kısmet, takdir-i ilahi, yapacak bir şey yok vb… Bugün itibariyle Türkiye, iş cinayetleri konusunda dünyada üçüncü, Avrupa’da birinci sırada.
Peki bu durumun gerçek sebebi nedir? Egemenlerin iddia ettikleri gibi, söz konusu ‘kaza’lar işçilerin cahilliğinden, eğitimsizliğinden mi kaynaklanıyor? Tüm önlemler alınıyor da, buna rağmen mi ölümler yaşanıyor? Neden dünyanın bir başka ülkesinde, aynı sektörlerde kaza oranları Türkiye ile kıyaslandığında oldukça düşük seviyelerde? İşyeri denetimleri yapılıyor mu? Yasalar iş cinayetleri noktasında caydırıcı mı? Tüm bu soruların cevapları verildikçe, iş cinayetlerinin gerçek nedenleri, sorumluları da ortaya çıkıyor.
İŞÇİ SAĞLIĞI VE İŞ GÜVENLİĞİ NEDİR?
İşçi sağlığı ve iş güvenliği olarak ifade ettiğimiz olgu, esas itibariyle ve öncelikli olarak, çalışma yaşamının, çalışanların hem fiziksel hem de ruhsal anlamda sağlıklarını koruyacak şekilde düzenlenmesini kapsamaktadır. Bu, konu bağlamında çıkarılan yasalardan denetime, işçilerin eğitiminden alınması gereken önlemlere değin oldukça kapsamlı bir konudur. Çalışma yaşamı dediğimiz kapsam ise; bir işçinin evinden sabah çıkıp, akşam evine tekrar dönmesine kadar olan zamanın tamamıdır. Yani; işçinin işine sağlıklı şartlarda (servislerde) taşınması, işyerinde geçirdiği zaman diliminde sağlığının ve güvenliğinin alınması, bu noktada gerekli alet, araç vb. olanakların sağlanması, iş güvenliği eğitiminin verilmesi, güvenlik denetimlerinin yapılması, sağlığa zararlı olduğu bilinen kimyasal vb. maddelerin kullandırılmaması, sağlık kontrollerinin düzenli yapılması, gerekliliklere uymayan işyerlerine yaptırım uygulanması sözünü ettiğimiz kapsamda değerlendirilmelidir.
Genelde işçi sağlığı ve iş güvenliği dediğimiz zaman, hemen herkesin aklına maalesef ilk olarak, yaşanan iş cinayetleri ve işçi ölümleri geliyor. Gazetelerde, tv kanallarında ve genel anlamda medyada hemen hergün duymaya alıştığımız; “Bugün şurada şu kadar işçi hayatını kaybetti.” türünden haberler bu algıyı beslese de, gözden kaçırdığımız bir başka nokta ortaya çıkıyor. O da şu ki; işçi sağlığı ve iş güvenliği dediğimiz olgu, sadece yaşanan iş cinayetlerinden kaynaklı yaşamını kaybeden işçilerle sınırlı değil. Türkiye’de her sene sayısı bir türlü ‘tespit edilemeyen’ işçi, meslek hastalıkları yüzünden yaşamını kaybediyor. Bunların birçoğu kayda bile geçmiyor ya da doğal ölüm olarak kabul ediliyor. Daha düne kadar kot kumlama işinde çalışan ve bu yüzden yirmili yaşlarında hayatını kaybeden yüzlerce işçiden kimsenin haberi yoktu. Bunun birinci sebebi; emek güçlerinin bu konuyu ortaya çıkarmadaki eksikleri ise, diğer bir sebep de; söz konusu olgunun ne yasalar nezdinde ne de pratik yaşamda bir karşılığının olmamasıdır. Diğer bir ifadeyle, meslekten kaynaklı hastalıkların yasalar nezdinde bir tanımı olsa da yaşamda bu tanımın gereklerini yerine getirecek bir hazırlığın olmamasıdır. Bugün ülkemizde meslek hastalıkları ile ilgilenen sadece 3 hastane vardır. Bu hastaneler de doğal olarak işlevlerini yerine getirememektedirler.
Maden işçilerinin durumu bu konuda öne çıkan örnekler arasındadır. Madenlerde çalışan işçilerin çalışma saatlerinin, diğer işçilere kıyasla daha kısa olması gerekmektedir. Çünkü, yerin yüzlerce metre altında, güneşin görülmediği, oksijen oranının düşük olduğu, kömür vb. madenlerin tozunun sürekli teneffüs edildiği, çeşitli kimyasalların kullanıldığı bir ortamda, bir işçinin sağlıklı şartlarda çalıştığından söz edilemez. Bundan kaynaklı bir maden işçisinin sekiz saat çalışması demek, onun yüksek bir ihtimalle, akciğer kanseri gibi ciddi hastalıklara daha çabuk yakalanması demektir. Gelin görün ki ülkemizde bu basit kural dahi işlememektedir.
Kamuya bağlı maden ocaklarında söz konusu kurallara nispeten uyuluyor olsa da, özel madenlerde bu kural bütünüyle devre dışıdır. Hepimizin bildiği gibi, özelleştirme (kamu kaynaklarını sermayeye peşkeş çekme) politikaları çerçevesinde birçok maden ocağı, özel sermayeye devredilmiştir. Özel maden ocaklarında ise, önlem, denetim, vb. kurallar yok denecek düzeydedir.
Herhangi bir kömür madeninde yirmi yıl çalıştıktan sonra, akciğer kanserinden dolayı yaşamını yitiren bir işçinin, bu hastalığı ile mesleği arasındaki bağı kurmak ve gerekli önlemleri almak, egemenlerin işine gelmemektedir. Bu, üretimde ek bir maliyet, diğer sermaye çevreleri ile rekabette ise zayıflatıcı bir etkendir.
Bugün itibariyle, ülkemizde meslek hastalıklarından kaynaklı olarak, senede kaç işçinin yaşamını yitirdiği tam olarak tespit edilememektedir. Ama iş güvenliği uzmanları ve sendikalar bunun, iş cinayetlerindeki senelik rakamların çok üstünde olduğunu tahmin etmektedirler.
İşçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda diğer bir önemli nokta ise; işçilerin bu konudaki eğitimidir. Özellikle tersaneler gibi ağır işkollarındaki işçilerin eğitimi bu anlamda önem taşımaktadır. Sözünü ettiğimiz eğitimler bugün büyük oranda, bu alanda faaliyet gösteren özel şirketlerden ‘hizmet satın alma’ yoluyla gerçekleştirilmektedir. Bu ise, kapitalizmin son dönemde uygulamaya koyduğu bir uygulamadır. Burada amaç, hem sermayeye kaynak aktarımında yeni alanlar açmak, beraberinde özel şirketler aracılığıyla bu alanı daha da denetimsiz ve niteliksiz hale getirmek ve TMMOB vb. meslek odalarının bu alanlardaki işlevini ortadan kaldırmaktır.
Sözünü ettiğimiz uygulamanın en yakıcı sonuçlarını tersanelerde görmekteyiz. Bildiğimiz gibi son 5-6 sene içerisinde tersaneler adeta işçi katliamları ile anılır oldu. Özellikle Tuzla Tersaneler Bölgesi, hemen herkesin gündemine girdi. Bu durumun ortaya çıkmasındaki en öncelikli sebep; tersanelerin, taşıyabileceğinden çok fazla bir üretime zorlanmasıdır.
Türkiye’deki ucuz, güvencesiz ve örgütsüz işgücü, emperyalist sermayenin de ülkemizdeki tersanelere yönelmesini beraberinde getirmiştir. Tersanecilik sektörünün Türkiye gibi yeni-sömürge ülkelere kaydırılmasının bir başka sebebi ise; bu sektörün hem çevresel kirlilik hem de yoğun enerji tüketimi açısından dezavantajlarının olmasıdır. Bunun yanında ağır sanayi işi olmasından kaynaklı zaten kendi içinde ölüm, yaralanma vb. riskleri taşımasıdır.
Dolayısıyla, emperyalist ülkeler kendi üzerlerinden bu risk ve olumsuzlukları yeni-sömürge ülkelere kaydırmayı tercih etmişlerdir.
Bu ise, tersanlerdeki iş yükünü arttırmış ve işçilerin çok daha yoğun bir biçimde sömürüsüne yol açmıştır. İki-üç işçinin yapması gereken işi bir tek işçinin yapması zorlanırken, aynı zamanda, üretimin öngörülen tarihte bitirilmesi için, birbirini takip etmesi gereken birçok aşamanın aynı anda yapılmasına sebep olmuştur. Örnek vermek gerekirse; inşa edilen bir geminin boyanacak yüzeyi ilk etapta uygun kimyasallarla temizlenir ve sonra da boyası yapılır. Bu esnada işçiler doğal olarak iskeleler üzerinde çalışmaktadır. Boya yapılan alanda, normal şartlarda başka bir işlem yapılmaması, işçilerin güvenliği açısından gereklidir. Fakat kapitalist, işin yetişmesi için boya yapılan alanın yakınında kaynak işlemi de yaptırmaktadır. Bir yanıcı ile yakıcı maddenin aynı ortamda bulunması, zaten felakete davetiye çıkarmak demektir. Söz konusu ortamda meydana gelen bir patlama ise, işçilerin yaşamlarını kaybetmesi ile sonuçlanmaktadır. Bunun adı ise, kapitalizmin dilinde; ‘kaza’ olmaktadır. Yahut durum, işçilerin cehaleti ya da dikkatsizliği ile açıklanmaktadır. Bu, tamamıyla, patronun sorumluluğu kendi sırtından atmasına yönelik bir söylemdir.
KAPİTALİSTLERİN HESAPLARINDA İŞÇİLERİN CANININ BİR DEĞERİ YOKTUR!
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, bir kapitalist için en önemli kaygı; ürettiği metayı nasıl en
düşük maliyet ile üretebileceği kaygısıdır. Üretim sürecinde en önemli kalem; işçi ücretleridir. Bir kapitalist, üretim esnasındaki harcamaları ne kadar düşük düzeyde tutarsa, kârını o oranda yükseltmiş olur.
Türkiye’de iş yaşamına ilişkin hemen her düzenleme, emperyalizmin ihtiyaçlarına cevap verecek biçimde, sermaye sınıfının yararına yapılmaktadır. Son yıllarda emeğe yönelen saldırıların tamamı, kapitalistlerin daha fazla kâr etmesini sağlayacak niteliktedir.
Esnek üretim adı altında yürütülen süreç, emek gücünü satarak yaşamak zorunda olan işçiler açısından tam anlamıyla güvencesizlik demektir. Artık tam zamanlı çalışma güvencesi, tarih olmaya başlamış, ‘part-time’ olarak anılan, iş olduğunda çalışma ya da yarı zamanlı çalışma sistemi yavaş yavaş oturtulmaya başlanmıştır. Bununla beraber taşeronlaştırma, sadece özel sektöre ait bir uygulama olmaktan çıkmış, kamudaki çalışanları dahi tehdit eden bir seviyeye yaklaşmıştır. Çalışma saatlerinin uzunluğu ise iş cinayetlerinin bir başka sebebidir. Bugün Türkiye, OECD ülkeleri arasında, haftalık 66 saatlik çalışma ortalaması ile, emeğin en yoğun sömürüldüğü ülkedir.
Sendikal haklar ‘ileri demokrasi’ nidaları eşliğinde birer birer budanmış, grev yasağı olağanlaştırılmış ve bugüne dek mücadele ile elde edilen haklar büyük oranda gasp edilmiştir. Türkiye’de 12 Eylül döneminde, sendikalılık düzeyi %22 iken, bu rakam bugün; %6’dır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın verilerine göre, 10,3 milyon sigortalı çalışanın 916 bini sendikalı durumdadır.
Üstelik sendikalarda örgütlü olan işçilerin ve kamu çalışanlarının azımsanmayacak bir kısmı, hükümetin birebir destekçisi ya da yandaşı olan sendikalarda örgütlüdür. Aşağıdaki tabloda, 2002-2012 yılları arasında, kamu sendikalarının üye sayılarındaki değişikliğe ilişkin veriler aktarılmaktadır. Rakamlar ‘bin’ üzerinden ifade edilmektedir:
(Kaynak: Aziz Çelik, İleri Demokraside Sendikalaşma Rekoru, Birgün Gazetesi, 6 EYLÜL 2012)
Emile Zola’nın “Germinal” adlı romanının sinemaya uyarlandığı aynı isimli filmde, maden işçilerinin, açlıkları, yoksullukları tüm çıplaklığıyla gösterilir. Aynı filmde, işçiliğin nasıl babadan oğula, kuşaktan kuşağa geçtiği, zulmün ve baskının emekçilere nasıl uygulandığı gösterilir.
Egemenler ile emekçilerin sınıfsal mücadeleleri arasındaki ayrım en keskin biçimiyle yansıtılır. Bir başka coğrafyanın emekçilerini gösterse de, film, anlamak isteyenler için bizim ülkemize dair de çok şey anlatır. Zonguldak’taki maden işçisinin de oradakinden bir farkı yoktur aslında.
Ülkemiz madenlerinde, son yıllarda daha çok duyar olduğumuz ‘grizu’ facialarında onlarca işçi kardeşimiz katledildi. Grizu, bilindiği gibi, madende biriken metan gazının, yakıcı bir etki ile karşılaştığında ateş alması ve patlamasıdır. Bu bir yanıyla çok kompleksmiş gibi görünen teknik mesele, basit bir uyarı sistemi ile önlenebilmektedir. Birkaç yüz bin euro’luk bir donanım, bir madendeki grizu faciasını %99 oranında önlemektedir. Hatta, Avrupa’daki kimi maden işletmeleri, söz konusu metan gazından enerji bile elde etmektedir. Fakat, Türkiye gibi
yeni-sömürge ülkelerde, işçilerin canı, alınması gereken tedbirlerden her zaman daha ucuzdur. Kapitalistler bu noktada, sınıfsal kimliklerine yakışır biçimde, parayı insan hayatının önüne koymaktadırlar. Bu, burjuvazi açısından anlaşılmaz bir durum değildir; aksine kendi sınıfsal refleksleriyle oldukça örtüşmektedir.
İş cinayetleri konusunda burjuvazinin bu kadar rahat olmasının bir sebebi de; yasal anlamda herhangi bir cezai yaptırımın uygulanmamasıdır. Bugüne kadar herhangi bir iş cinayeti sonrasında, bir işverenin tutuklandığını ya da farklı bir ceza aldığını hemen hiçbirimiz görmedik. Bu da devletin sınıfsal niteliğine ilişkin çok somut bir göstergedir. Egemen sınıfların baskı ve egemenlik aracı olan devlet, her zaman sermaye sınıfının sözcüsüdür. İstanbul Davutpaşa’da, bir fişek atölyesinde meydana gelen patlamada otuz insanımız hayatını kaybetmişti. O günden bugüne tek bir kişi bile yargılanmış ya da ceza almış değil. Üstelik, söz konusu işletmeye belediye tarafından plastik madde üreten işletme ruhsatı verildiği halde. Aynı durum Ankara Ostim’deki patlama için de geçerlidir.
ÖRGÜTLÜLÜK, İŞ CİNAYETLERİNİ ÖNELEYECEK TEK ÇÖZÜMDÜR!
Bugün ülkemizde işçi ve emekçilerin karşılaştıkları sorunlar, elbette birdenbire ortaya çıkmadı. Hemen her sorunun sosyo-ekonomik ve tarihsel bir arkaplanı var. Geçmişe dönüp baktığımızda, 24 Ocak Kararları olarak ifade edilen ve temel amacı; işçilerin tüm haklarının tırpanlanarak sermaye için yeni ve dikensiz bir gül bahçesi yaratmak olan program, 12 Eylül Cuntası ile gerçekleştirildi. O dönemde, işçilerin/emekçilerin örgütlülük ve toplumun bilinç düzeyi göz önüne alındığında, o programın zaten faşist bir cunta olmadan hayata geçirilmesi mümkün değildi. 12 Eylül ile birlikte de, hepimizin bildiği gibi, işçi ve emekçilerin kazanılmış hakları budandı, sendikalar ve demokratik kitle örgütleri dağıtıldı. Tüm örgütlülükler, namlular ve onlara eşlik eden yasalar ile parçalandı.
O dönemin TİSK Başkanı, patron Halit Narin, durumu, “Bugüne kadar işçiler güldü, sıra bizde” diye özetlemişti. Bugün açısından bakıldığında, esnek üretimin de, taşeronlaştırma ve güvencesizliğin de, sendikasızlaştırma ve örgütsüzleştirmenin de yeni bir şey olmadığı görülür. Hatta sözünü ettiğimiz olgular birer sonuçtur.
Taşeronlaştırma ve esnek üretim de birer sonuçtur. Herhangi bir işkolunda, işçilerin örgütlü olduğu bir durumda, kendilerine yönelen saldırıyı engelleyebilecek imkan ve araçlara sahip oldukları bir durumda, taşeronlaştırma dahil, hiçbir saldırıyı uygulamak bu kadar kolay/pervasızca olamaz. Birkaç yıl önce, Tuzla tersaneler bölgesinde, bir filikanın denenmesi esnasında, kum torbaları yerine filikaya işçiler koyulmuş ve taşıyıcı halatın kopması sonucu işçilerden bazıları yaşamını kaybetmişti. Sözünü ettiğimiz durum tam da bu örnekte ortaya çıkmaktadır. İnsan canının kum torbası kadar değerli görülmediği bir sistemde, egemenlere bunun böyle olmadığını gösterecek tek şey; işçilerin/emekçilerin örgütlü gücüdür.
Bugün itibariyle baktığımızda, ülkemizde egemenler ile emekçilerin arasındaki çelişkilerin bu kadar keskinleştiği bir tarihsel dönem olmamıştır diyebiliriz. Emperyalist kriz bırakalım etkisini yitirmeyi, gün geçtikçe derinleşiyor. İşçiler ve emekçiler üzerindeki baskılar, hak gaspları artıyor. Kıdem tazminatlarının dahi kaldırılması gündeme gelebiliyor! Siyasal süreç ise özellikle Ortadoğu bağlamında daha da ısınıyor. Kısacası Türkiye egemenleri ve onların bugünkü sözcüsü olan AKP, hem içeride hem de dışarıda, işçi ve emekçi halkların geleceğini ipotek altına almaya devam ediyor.
Konumuz bağlamında söylemek gerekirse, işçi sınıfına gerek iş cinayeti, gerek kıdem tazminatı, gerekse de grev yasağı adı altında yönelen her türlü saldırıya karşı devrimcilerin, özellikle de sendikaların daha aktif bir mücadele çizgisini benimsemesi gerekiyor. Aksi takdirde egemen ağızlar, işçi ve emekçileri, her iş cinayetinden sonra ‘kader, kısmet, takdir-i ilahi’ gibi söylemlerle aldatmaya devam edecekler.
Sayı 38 (Kasım 2012 – Ocak 201