SU SORUNUNA DAİR MÜCADELENİN
KAPSAM VE HEDEFLERİ NE OLMALIDIR?
Su, iki boyutu ile ele alınmalıdır. Birincisi su, tüm canlılar için, canlılığını sürdürmedeki en temel ihtiyaç maddelerinden biridir. İkincisi su, tarımsal ve endüstriyel üretim süreçlerinin tümünde çok önemli bir girdidir.
Yer kürenin yaklaşık dörtte üçü sudur. Bugüne kadar gerek tarım teknolojileri gerekse endüstriyel teknolojiler, suyun ne denli bol kullanılırsa kullanılsın tükenmeyeceği varsayılarak şekillenmiştir. Özellikle sanayide su, ısının bir yerden diğer yere transferinden ayrıştırmaya, temizlikten soğutma işlemine kadar pek çok amaçla ve sınırsız biçimde kullanılmaktadır.
Bugün dünya ölçeğinde suyun giderek daha yaygın biçimde bir sorun olarak gündeme girmesi, çeşitli araştırma ve tartışmaları öne çıkarmıştır.
Bizler yaptığımız bu çalışma ile gerek tekellerin düzenlediği su forumunu, gerekse alternatif bir duruşun nasıl olması gerektiğini soru ve yanıtlarla ayrıntılı biçimde ele aldık.
Soru 1: Suyun özel şirketlerce dağıtımının yapılması çok eskilere dayanan bir durumdur. Son zamanlarda suyun bir sorun olarak gündeme oturması hangi gelişmelerle beraber olmuştur?
Yanıt: Su, insanlık tarihi boyunca toplumların yerleşim tercihlerinin de, paylaşımda sorun yaşandığı durumlarda çatışma ve savaşların da nedenleri arasında yer almıştır. Su denince, sadece günlük tüketim içinde kişinin su ile ilişkisi değil; yağmur sularından akarsulara, göllerden yeraltı sularına kadar bir bütün olarak alınmalı ve metalaştırma sorunu bu bütün içinde değerlendirilmelidir.
Bugün suya dair sorunlar aynı zamanda özelleştirmenin de öne çıktığı neo-liberal politikalarla ilişkilendiriliyor olsa da, gerçekte suyun özel şirketlerin denetiminde dağıtımının yapılması, ulus devletlerin oluştuğu 18. 19. yüzyıllara dek uzanmaktadır. Bugün varlık gösteren Fransız, İngiliz su tekellerinin geçmişi de 19.yüzyıla dayanmaktadır. Bu ülkelerde burjuvazi geliştiği oranda suyun öneminin ayırdına varılmış ve elde edilen tecrübeler eşliğinde farklı coğrafyalardaki su kaynaklarına göz dikilmiştir. Örneğin İstanbul Anadolu yakasının su ihtiyacı 1891-1893 yılları arasında Üsküdar-Kadıköy Fransız Su Şirketi tarafından inşa ettirilen Elmalı Barajı’ndan karşılanmış, buharla çalışan pompalarla şehre su temin edilmiştir. Ayrıca Durusu Gölü’nden İstanbul’a suyu getiren ve göle ismini veren şirket de Fransız Terkos Şirketi’dir.
Kapitalizmin ikinci bunalım döneminde sadece kentler ya da ulaşımın kolay olduğu liman, vb yerler sömürüye açıldığı için, ülkelerin iç kesimlerindeki kaynakların sömürülmesi pek mümkün değildi. Kapitalizmin yukarıdan aşağı geliştirildiği üçüncü bunalım döneminde ise, kıtaların derinlemesine sömürüsü mümkün olmuş, ancak bu süreçte dünyadaki sosyalist alternatifin baskılanması sebebiyle, çeşitli temel hizmetler gibi su da devletlerin “kamusal hizmet” alanı içerisinde tanımlanmıştır.
1970’lere gelindiğinde yaşanan kriz sonrasında diğer kamu hizmetleri ile beraber suyun da daha kapsamlı biçimde ticarileştirilmesinin zeminini hazırlayan bir yönelime girildi. Bunda politika değişikliğinin yanında sınai ve tarımsal alanda bir girdi olarak kullanılan suyun giderek ihtiyacı karşılayamaz hale gelmesinin de rolü vardır.
Soru 2: Bu süreçte özellikle yeni sayılabilecek gelişmeler nelerdir?
Yanıt: Birincisi, Dünya nüfusunun artmasının yanında, 30-40 yıl sonrasının birikimlerinin harcanmasını öne çeken küresel köpüğün yarattığı tüketim çılgınlığıyla birlikte, çeşitli temel hammadde kaynakları gibi su da sınırı olan ve tükenebilecek bir olgu haline geldi.
İkincisi, kaynakların hiç bitmeyecekmiş gibi, geri kazanımı düşünülmeden verimsiz kullanımı, kirlenmemiş tatlı suyun miktarını her geçen gün azalttı. Artık Avrupa’da kirlenme yüzünden Alpler çevresindeki birkaç kaynak dışında temiz kaynak suyu kalmadı. Yeraltı suları bile kirlendi. Bu nedenle, sanayileşme veya tarımsal ilaçlama süreçleriyle kirlenmemiş doğal kaynaklara olan ihtiyaç da rağbet de giderek artıyor. Ancak mevcut ihtiyaç, içilecek temiz su ile sınırlı değil. Bu, tabii ki bir sorun ve en doğal haklardan biridir. Ne var ki “Temiz su hakkımız var” deyip sorunu sadece buna indirgemek doğru değildir. Bunun dışında, endüstriyel ve tarımsal süreçlerin, içilebilir nitelikteki suyun binlerce katı tatlı suya ihtiyacı var. İşte bu toplam tüketim ve ihtiyaç grafiği, su kaynaklarının giderek stratejik bir nitelik kazanmasına yol açtı. Tabii bu olguyu 21. Yüzyıl’da kaynakların yeniden paylaşımının gündeme gelmiş olması ile beraber değerlendirmek gerekiyor.
Soru 3: Suya dair bu gelişmeler aynı zamanda bu alandaki mücadelenin kızışacağının ve giderek su savaşlarının habercisi olarak değerlendirilebilir mi?
Yanıt: Var olan ve 1929 krizini aşan boyutta sonuçlar doğurması beklenen krizle birlikte dünyada önemli bir alt üst oluş yaşanacağını, kaynakların yeniden paylaşılacağını, bunun için bir mücadele verileceğini şimdiden söylemek mümkün. İşte yeri geldiğinde bölgesel ve hatta daha genel savaşlara sebep olma potansiyeli taşıyan bu mücadeleye konu olacak kaynaklardan biri de su olacaktır. Bugüne kadar petrol kaynakları, maden yatakları, geniş tarımsal alanlar, önemli ulaşım yolları ve güzergahlar savaşların nedeni olabiliyordu. Önümüzdeki dönem buna su savaşlarının da eklenmesi beklenmelidir.
Petrol ve doğal gaz dahil, pek çok kaynağın, doğal maddenin alternatifi bulunabilir; alternatifi bulunamayan tek kaynak sudur. Bunun miktarını artırmak da mümkün değil. Çünkü yeryüzünde var olan kaynağın miktarı bellidir. Örneğin bugün Hazar Denizi’nin, Karadeniz’in veya Sibirya bataklıklarının derinliklerinde doğal gaz da petrol de bulunabilir, ama giderek tükenen suyu geri getirme veya alternatifini bulabilme şansı yok.
Soru 4: Türkiye’nin sınır aşan nehirleri var. Bunlar savaş sebebi olabilir mi?
Yanıt: Aslında bu, konunun en önemli boyutlarından biridir. Dünya’da sınır aşan su açısından en stratejik noktada olan ülkenin Türkiye olduğunu söyleyebiliriz. Diğer bir ifadeyle su, Türkiye’nin jeopolitik konumunda diğer tüm faktörler içerisinde en önemli olanıdır.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun yüksek dağlık bölgelerine düşen yıllık yağış miktarı iki metrenin üzerindedir. Bu denli yağışın olduğu yerden geçen akarsular, güneyde dünyanın en verimli ovalarının ve en fazla nüfus yoğunluğunun olduğu yerleri beslemektedir. Hatta bu akarsular, verimli kullanılması halinde birkaç yüz milyon insanın daha ihtiyacını karşılayabilecek potansiyele sahiptir. Bu yönüyle Ortadoğu’da bundan sonra yaşanacak savaşlarda suyun giderek petrolden daha öncelikli bir neden olacağını söyleyebiliriz.
Soru 5: Barajların, sınır aşan nehirlerin suyunu azaltma, potansiyel kullanımını zayıflatma rolü oluyor mudur?
Yanıt: Bu durum, barajların hangi amaçla kullanıldığı ile doğrudan ilintilidir. Örneğin Fırat üzerine kurulu olan Keban Barajı, bir elektrik santralidir. Oradaki suyu biriktirip, mevsimlerden bağımsız olarak regüle eder. Keban barajından elde edilen suyun çok az bir miktarı tarımsal arazi sulanmasında kullanılmaktadır.
Atatürk Barajı ise, hem enerji hem de sulama amaçlıdır. Oradan örneğin 6-7 metre çapındaki iki üç tünelle Harran Ovası’na aktarılacak olan su, barajın önemli bir kısmını kullanacaktır. Hatta bir iki aktarma istasyonuyla güneydoğunun tamamının sulanmasında kullanılabilir.
GAP kapsamında bölgede toplam 22 baraj ve 19 hidroelektrik santrali yapılması planlanmaktadır. Bunlardan 8 baraj ve 8 hidroelektrik santrali Dicle nehri üzerinde yer almaktadır. Kralkızı, Dicle ve Devegeçidi barajları bitirildi. Mardin’in Dargeçit ilçesinde kurulması planlanan ve Hasankeyf’in doğal yapısını tehdit eden Ilısu Barajı da bunlardan biridir.
Gerçekte bölge, dünyanın en verimli alanlarından biridir. Kuraklık nedeniyle verimsizleşmiş durumdadır. Ancak yine de bahsedilen yer ve miktarda baraja ihtiyaç olduğu tartışmalıdır.
Dünya’da artık daha kârlı olması sebebiyle, makro düzeydeki kapitalist çiftlikler tercih ediliyor. Türkiye’de bu anlamda endüstriyel tarıma en uygun bölge Güneydoğu Anadolu’dur. GAP bu çerçevede tasarlanmıştır.
Bugüne kadar emperyalist tekeller kendi kontrollerinde olmadığı için GAP’a karşı çıkıyordu. Ama artık yabancıların mülk edinmesinin önündeki engeller kaldırıldığı için bu alanlar tümüyle emperyalist tekellerin kullanımına açılacak. Ve Fırat ile Dicle’nin suyu kullanıldığı oranda sınır ötesine akan su azalacaktır.
Suriye’de de benzer bir uygulama söz konusu. Zaten Fırat Nehri üzerinde Suriye’nin iki tane büyük barajı var. Bu topraklar da oldukça verimli. Fırat’ın aktığı vadi dar değil ve çevresinde sulanabilecek geniş araziler var. Bir iki baraj daha eklenerek Suriye’de de çok geniş alanların sulamaya açılması mümkün. Gerek Türkiye’deki gerekse Suriye’deki bu tür gelişmelerden en çok zarar görecek olan Irak’tır.
Zeminin büyük oranda su olduğu Mezopotamya deltasına tatlı suyun girişi engellendikçe, Şattülarap suyolundan kuzeye doğru bir akış olacaktır. Şattülarap’ta tatlı ve tuzlu su karışıyor. Türkiye ve Suriye’deki kullanıma bağlı olarak tatlı suyun debisi azaldıkça onun yerine tuzlu su dolacak ve zemin suyu tuzlanacağı için tarım arazileri çoraklaşacaktır. Bu yönüyle Ortadoğu, önümüzdeki süreçte belki de su savaşlarının ilk ortaya çıkacağı yer olacaktır.
Tabii mesele salt bir sıcak savaşın çıkıp çıkmaması sınırlılığında değerlendirilmemelidir. Bu gelişmeler suya dair ticari hesapları, dolayısıyla suyun emperyalist politikalarda yer edinme oranını arttıracaktır. Bu artış halk kesimleri ile iktidarlar arasındaki mücadelede de kendini gösterecektir.
Soru 6: Tekellerin su konusunda iştahlarının bu denli kabarmış olmasının nedeni nedir?
Yanıt: Dünya sularının henüz %5‘i özelleştirilmiş olmasına rağmen, su endüstrisinin yıllık karının petrol sanayinin karının neredeyse yarısına ulaşmış olduğundan söz ediliyor. Ülkemizde de Antalya Belediye Su İşletmeciliği‘nin 10 yıllık, Yuvacık Barajı‘nın işletme imtiyazının 16 yıllık süreyle devredilmesi bu çerçevede bir gelişmedir.
Türkiye’de paketlenmiş su pazarı her yıl yüzde 10 büyüyor. 300’e yakın damacana, 100’den fazla pet şişe üreticisi var. Pazar payı Nestle’nin yüzde 29, Coca Cola’nın 18.4, Danone’nin 10.5, Yaşar Holding’in 13.7, Aytaç’ın 14.3. Piyasanın yüzde 70’i ise yabancı şirketlerin elinde. Bunun yanında tatlı su kullanımındaki artışa rağmen, kaynaklarda bir artışın olmaması, hatta giderek kirlenme, iklim değişikliği gibi nedenlerle gözlenen azalma sonucu, kapitalistler açısından su kaynaklarının mülkiyetine sahip olma önemli bir rant kaynağı haline geldi.
Birçok ülkede tatlı su kaynakları üzerindeki kamu mülkiyeti ve ayrıcalıkları özenle korunurken, birçok yeni sömürge ülkede bu kaynaklar özel mülkiyete açıldı. Önemli kaynak suları, akarsular, barajlar ve göller, hatta yeraltı sularının kullanımı tekellere devredildi.
Özellikle son yıllarda, globalleşme ile ortaya çıkan ‘kredi köpüğü’nün yaşanan son kriz ile birlikte, para sermayeden meta sermayeye dönüşme (yaşanan yağma ile elde edilenlerin kalıcılaştırılması) sürecinde, emperyalist tekellerin su kaynaklarına ilgisi de arttı.
Yoğunlukla tarımsal amaçla kullanılabilecek akarsuları, barajları, debisi yüksek kaynak sularını ele geçirme mücadelesi her türlü yöntem kullanılarak sürdürülüyor. Özellikle nehirlerin yatağında akan, görünen suyun dışında, akarsu yatağındaki yeraltı sularını ve onunla ilintili havzadaki tüm yeraltı sularını da içerecek şekilde genişletilen sözleşmelerle, o bölgede yaşayan bütün halk susuzluğa mahkum ediliyor.
Soru 7: Yeraltı sularının kullanımının tekellere devredildiğinden söz ettiniz. Yeraltı suları tekeller tarafından neden ve nasıl kullanılır, bunu biraz açar mısınız?
Yanıt: Bilindiği gibi yağmur sularının bir kısmı buharlaşarak geri döner. Bir kısmı da akarsuları oluşturarak denizlere geri döner. Kalan kısmı da yeraltı sularını oluşturur. Bunun da önemli bir bölümü yeraltı akarsularını oluşturur.
Ülkemizde toplam yağış miktarı ile buharlaşan su ve akarsuların denizlere taşıdığı suyun toplamı arasında önemli bir farklılık vardır. Bu farklılık muhtemelen yeraltı akarsularının denizlere taşıdığı suları oluşturur. Ülkemizdeki su kaynaklarının yetersizliği düşünüldüğünde bu miktar çok önemlidir.
Ülkemizdeki denizlere ulaşan yeraltı akarsularının çok az bir kısmı bilinmektedir. Bilimsel yöntemler kullanılarak bu akarsuların yerleri ve özellikleri mutlaka belirlenmelidir. Bir kısmı kıta sahanlıklarının dışına da çıkabilen bu yeraltı akarsuları, emperyalist tekellerin özel bir ilgi alanına girmektedir.
Bu çerçevede, son günlerde açıklanan ve İsrailli mühendislerin hazırladığı, Yumurtalık’tan başlayıp, Kızıldeniz üzerinden Hindistan’a ulaşan, petrol+doğalgaz+su taşıyacak sualtı boru hattı dikkat çekicidir. Çünkü, bu boru hattının geçtiği Lübnan açıklarında denizin tabanında çok büyük bir tatlı su kaynağı olduğu yıllardır biliniyor. Bugüne kadar, bölgedeki stratejik dengeler bu kaynağın kullanılmasını engellemişti.
Tam da burada bir kez daha suyun çatışma potansiyellerini arttırıcı rolünü anımsarsak; Lübnan açıklarından geçmesi muhtemel olan ve İsrail’e büyük bir avantaj sağlayacak böyle bir güzergahı, ne Suriye’nin, ne Lübnan’ın, ne de Nasrallah’ın sessizce karşılayacağı düşünülemez.
Hindistan’dan basına yansıyan bir gelişme de tekellerin yeraltı sularını nasıl kullandığına açıklık getiren nitelikte bir örnektir. Bahçelerindeki 7-8 m derinlikteki kuyularla su ihtiyacını karşılayabilen köylüler, bölgeye kurulan meşrubat fabrikasının 240 m derinliğe kadar inen kuyulardan çektiği aşırı su nedeniyle susuz kalıp mahkemeye başvurdu. Mahkeme köylülerin başvurusunu reddetti. Nedeni, Coca Cola ile yapılmış olan anlaşmada kuyu derinliğine dair bir ibarenin yer almamasıydı. Böylece fabrika bölgedeki tüm suyun sahibi haline gelmiş oldu. Gerçekte bu tür örnekler için Hindistan’a gitmeye gerek yok, ülkemiz dahil dünyanın her yerinde yüzlerce örnek bulmak mümkün.
Soru 8: Dördüncüsü Meksika’da düzenlenen ve Beşincisi Türkiye’de düzenlenmekte olan Dünya Su Forumu (WWF)’nun arkasında kimler var? Bu forumların düzenlenmesindeki amaç nedir?
Yanıt: Su forumu Dünya Su Konseyi (WWC)tarafından su, inşaat, enerji, vb tekellerin denetiminde 1996 yılında kuruldu. Fas’ın Marakeş şehrinde 1997’de 500 kişinin katılımıyla gerçekleşen ilk forumun ardından, Forumlar 2000’de Hollanda’nın Lahey kentinde (6 bin), 2003’te Japonya’nın Kyoto kentinde (24 bin), 2006’da da Meksika’da (20 bin) devam etti.
Temel amacı, suyun metalaştırılmasına dair psikolojik zemin hazırlamak, halkları bu sürecin doğallığına, gerekliliğine inandırmaktır. Dünya Su Konseyi Başkanı Loic Fauchon’un aşağıda yer verdiğimiz ifadesi forumun amacını ve niteliğini eleveriyor.
“İnsanlar su faturasına cep telefonu kadar ödeme yapmaya razı olursa hiçbir sıkıntı kalmayacak. İnsanlar cep telefonu kullanmadan da yaşayabilirler, ama su kullanmadan yaşayamazlar. Arabaların vergilerine harcadığımız vergilerin yüzde 5’ini suya harcamazsak su sorununu çözemeyiz.”
Soru 9: 5. Dünya Su Forumu için Türkiye‘nin seçilmesinin nedeni nedir?
Yanıt: Türkiye su kaynakları açısından fakir değilse de mevcut kaynakların ancak %30-35 kadarını kullanabilmektedir. İşte su forumunun Türkiye’de toplanmasının amacı geriye kalan %65‘lik miktarın kullanıma sokulması olarak özetlenebilir. Türkiyeli sermaye çevrelerinin üretim süreçlerinde su ve enerjiye duyduğu ihtiyaç giderek artarken, bunun için gerekli yatırım maliyeti onların imkanlarını aşmaktadır. Bu durum elindeki nakit sermayeye yatırım alanı arayan uluslararası şirketlerle Türkiyeli sermayedarın çıkarlarını ortaklaştırmaktadır. İşte su forumu çıkarları örtüşen sermaye çevrelerini bir araya getirirken aynı zamanda halktan gelebilecek tepkileri de yumuşatmayı amaçlıyor.
Ilıman iklim kuşağında bulunan, yani bir tarımsal üretimin ihtiyacı olan su ve ışık gibi faktörlere bir arada sahip olan Türkiye ve Meksika gibi ülkelerin forum için uygun ülke olarak görülmesinin bir diğer nedeni de işsizlik oranın yüksek, ekilebilir toprakların ise bol olmasıdır. Bu durum halkın suyun ticarileştirilmesine itirazını azaltan bir işlev görmektedir. Çünkü tarım alanları için su miktarının, sanayi için enerjinin artırılması aynı zamanda iş imkanı demektir. Bu olasılık, halkta ticarileştirmeye karşı tepki oranını zayıflatmaktadır.
Türkiye’de 90 milyar dolarlık bir pastadan söz ediliyor. Bu alandaki özelleştirme için emperyalist tekeller ve Türkiyeli muhtemel ortakları özellikle AKP iktidarı döneminde bu yolda önemli mesafeler katetmiş sayılır.
Belediyeler aracılığıyla suyun adeta özel gayretlerle içilemez hale getirilmesi ve Ankara, İstanbul gibi büyük şehirlerde hemen herkesin şişe suyuna mahkum edilmesi, AKP’nin sermaye çevrelerine su alanındaki kolaylıklarından sadece biridir. Büyük olasılıkla forum, çok daha büyük miktardaki pastanın bir iş adamının deyimiyle realize olması için zemin hazırlama işlevi görecek ve devamında özelleştirme için somut ve hızlı adımlar atılacaktır.
Soru 10: Dünya ölçeğinde suyun ihtiyacı karşılayamamasının sebebi nedir? Bunun küresel iklim değişikliği ile açıklanması doğru mudur?
Yanıt: Aslında dünyadaki mevcut su potansiyeli, insanlığa değil kapitalizme yetmemektedir. Gerçekte diğer kaynaklar gibi su da sömürüye ve eşitsiz dağılıma tabi tutulmadan insanlığın gereksinmeleri için planlı biçimde değerlendirilse rahatlıkla yeterli olurdu. Tüketim, insanlığın ihtiyaçlarından çok büyük oranda kar için üretim yapılan sanayi kollarında yaşanmaktadır. Bu konuda OECD ülkeleri ile ilgili veriler çarpıcıdır. 1960 yılında sanayide kullanılan su toplam temiz suyun %12‘sini oluştururken, 2000 yılına gelindiğinde bu oran %59‘a yükselmiştir. Bu ülkelerde bugün mevcut temiz suyun %59‘u sanayi üretiminde kullanılmaktadır ve bu oran, son kırk yıl içinde tam beş kat artmış durumdadır.
Küresel iklim değişikliğine gelince; bu konudaki olumsuz gelişmeler sadece suyu değil yer küredeki hemen her şeyi etkileyebilecek denli önemlidir. Ne var ki küresel ısınmanın habercisi olan gelişmelerin müsebbipleri, bu yöndeki kötü gidişatı durdurmak yerine ısınmanın oluşturduğu tehdidi, rakiplerine standart dayatıp tekelleşme yönünde kullanmakla yetinmektedir.
Soru 11: Bu bağlamda, suyun yetersiz kalması ile kapitalizmin tüketiciliği arasında doğrudan bir bağ kurabilir miyiz?
Yanıt: Evet doğrudan bir bağ kurmak yanlış olmaz. Kapitalist üretimin yaygınlaşması ve üretimin bir ihtiyacı karşılamanın ötesinde, kapitalistlere kâr sağlayan bir sürece dönüşmesi ile birlikte tüketim aşırı ölçüde artmıştır. En bol görünen doğal kaynaklar bile, kapitalistlerin aşırı kar dürtüleri ile aşırı kullanımı sonucu, giderek azalmaya başlamıştır. Kapitalizmin ve tekelleşmenin yarattığı gelir dağılımındaki eşitsizlik nedeniyle, toplumun bir kesimi en temel ihtiyaçlarını bile karşılamada zorlanırken, küçük bir azınlık sınırsız bir tüketim kapasitesine ulaşmıştır.
Kapitalist gelişmeye bağlı olarak, su kullanımındaki artış, nüfus artışından baha fazla olmuştur. Bunu sadece yaşama standartlarındaki artış ile açıklamak mümkün değildir. Tarımda ve sanayide su kullanımını azaltabilecek pek çok yöntem ve teknoloji varken, maliyet gerekçesi ile bu yöntem ve teknolojiler kullanılmamış, su kaynaklarının aşırı kullanımına devam edilmiştir.
Soru 12: Dünyada kullanılabilir su miktarının azalmasının, dolayısıyla kirlenme oranındaki artışın sebebi nedir?
Yanıt: Kimi çevrecilerde rastladığımız gibi sorunu insanın bireysel tercihleriyle açıklamak, meseleyi sistemden bağımsız düşünmek doğru değildir. Çarpık kentleşmenin ve hatta şehre göçün sorumluluğu nasıl kişilere yıkılamayacaksa, sudaki kirlenmeden de halk sorumlu tutulamaz. Örneğin su havzalarını yüksek rant beklentisiyle kim yapılaşmaya açıyorsa, arındırma işlemi pahalı diye atıkları doğaya doğrudan kim boşaltıyorsa sorumlu odur.
Aslında kirlenme ile suyun endüstriyel anlamdaki kullanımı arasında da bağ kurulabilir. Eğer suyun endüstriyel anlamda kullanımı son kırk yılda 5 kat artmışsa, aynı zamanda kirlenme de o oranda artmış demektir. Çünkü kullanılan su kirletilmiş oluyor.
Soru 13: Suyun ticarileştirilmesinin görünür ilk sonuçları ne olmuştur?
Yanıt: Suyun ticarileştirilmesi, yani yaşam için en temel ihtiyacın parayla alınıp satılması, insanlar üzerinde doğrudan olduğu gibi dolaylı etkilerde de bulundu. Örneğin tarımda sulamanın da paralı hale gelmesi küçük çitçiyi üretim yapamaz hale getirdi.
Aynı şey bir süre sonra Türkiye’de GAP’ta olacaktır. Orada toprak mülkiyeti emperyalist tekellerin veya işbirlikçilerinin eline geçtiğinde Atatürk barajının ve GAP’taki toplam kaynakların büyük bir kısmı oradaki devasa kapitalist çiftlikler tarafından kullanılacaktır. Örneğin Koç orada 20 bin dönüm arazi üzerine kurulu çiftlik yapıyor. Yabancı tekellerin de bu konuda hazırlıkları olduğu biliniyor. Sıcaklığın 40 dereceyi bulduğu o bölgede belki yılda iki üç kez verim alınacak olması tekellerin iştahını kabartabilir, ama bu bölgedeki insanların susuz kalmayacağı anlamına gelmiyor. Nehir sularının aşırı kullanımı benzer şekilde sınır ötesinde bu suyu kullanan halkları da olumsuz etkileyecektir.
Sürekli artan enerji ve su ihtiyacına bağlı olarak inşa edilen barajların bir diğer tehlikesi tarihi ve kültürel dokuyu tehdit eder hale gelmesidir. Bu konuda, Munzur’a dair yapmış olduğumuz değerlendirmeden aktarıyoruz.
“Munzur, Türkiye’de bitki örtüsü, orman ve doğal yapı açısından doğal özelliklerini en sağlıklı biçimde koruyabilmiş bir bölgedir. Munzur dağlarının güney bölgesi kuzey rüzgarlarına büyük oranda kapalı, ılık bir iklimde çok değişik bitki ve hayvan türlerinin bir arada yaşayabildiği bir coğrafyadır. Bu doğal özellikleri sebebiyle Munzur Vadisi, Mercan Vadisi mutlaka korunması gereken, bir çeşit doğal parktır. İşte böyle bir bölgeye baraj yapılmak isteniyor. Barajın görünür gerekçesi enerji sağlamaktır. İlk bakışta, nehrin yüksek bir debiye sahip olması ve büyük bir kod farkının bulunması, enerji kaynağı olarak uygun olduğu izlenimini bırakıyor. Gerçekte ise o bölgenin özellikleri, baraj yapmaya hiç uygun değildir. Kalkerli toprak yapısı sebebiyle, yapılacak barajlara da su biriktirmek adeta olanaksızdır. Keban Barajı’nın oluşumunda da yapıldığı gibi, su tutmak için yer altındaki mağaralara tonlarca çimento enjekte etmek gerekecek. Bu, hem çok zordur hem de hiç ekonomik değildir, ayrıca bölgeye kurulacak barajlar, canlı sirkülasyonunu, mevsime ve besin durumuna göre yer değiştirmeyi önleyecek ve bölgedeki hayvan türlerinin büyük oranda yok olmasını beraberinde getirecektir. Benzer bir durum bitki türlerinde de gözlenecek, tümüyle yok olmasa da yaşam şansı azalacaktır. Dağ keçileri ile köylülere ait keçilerin bir arada otladığı, belki de dünyada başka örneği olmayan bu bölgeye dünya kamuoyundan gelecek tüm tepkiye rağmen böyle bir müdahale düşünülüyor.” (Devrimci Hareket)
Soru 14: Türkiye’yi su açısından bekleyen tehlikelerden söz eder misiniz?
Yanıt: Türkiye su fakiri bir ülke değilse de iklim değişikliğine bağlı olarak kuraklığı azımsanmayacak boyutlarda yaşayabilir. Yeterli yağmur aldığı için sulama gerektirmeden tarım yapılan topraklarda bütünüyle sulamaya dayalı tarıma geçilmiş olması bunun göstergelerinden biridir. Ayrıca endüstriyel tarıma geçiş de suya duyulan ihtiyacı artıracaktır. Bunun yanında Anadolu’da su havzaları çevresinde kurulmuş olan pek çok fabrikanın üretime devam etmesi daha çok su ve daha çok enerji tüketimi demektir.
Yukarıda bahsettiğimiz su bağlamlı her sorun Türkiye için de geçerlidir. Örneğin, Bolivya ve Hindistan’dan yansıyan haberler suyun özelleştirilmesinin ne tür sonuçlar doğuracağına dair ipucu veriyor. Bolivya’da suyu özelleştiren devlet, halkın yağmur suyu biriktirmesini bile yasakladı. Hindistan’daki suyun sahibi de akarsuyu polis gücüyle koruyor. Bu arada emperyalist tekellerin ihtiyaçları çerçevesinde çıkarılan Vakıflar Yasası ve 2B Yasası, Türkiye’yi bekleyen tehlikeleri artırmış, hemen her kaynağın satışı mümkün hale gelmiştir.
Soru 15: Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu çerçevesinde verilen mücadeleyi yeterli görüyor musunuz? Suyun ticarileştirilmesi emperyalist politikalardan bağımsız değilse, emperyalizmi bu tür platformların sınırlı aktiviteleri ile geriletmek mümkün müdür?
Yanıt: Aslında bu soru bugün hemen her mücadele alanında rastlanan eğilimleri, temel-tali ilişkisinin doğru kurulmasını tartışmak açısından çok önemli ve güncel bir meseleye işaret ediyor.
Öncelikle suya dair tekellerin hesaplarının, mevcut krize bağlı olarak, tüm kaynaklara dönük yaşanacak yeniden paylaşımın dışında bir olgu olmadığı bilinmelidir. Diğer bir ifadeyle bu, küresel kapitalizmin kendini yenileme sürecinde oluşturduğu saldırılardan birisidir. Dolaysıyla su konusundaki mücadele, su ile sınırlı kalmamalı, kapitalizmin saldırılarına bir bütün olarak karşı durulmalı, alternatif politikalar da bu bilinçle geliştirilmelidir. Ne var ki solun son yıllarda giderek artan biçimde liberal rüzgarlardan etkilenmesi, bütünlüklü ve sonuca giden mücadele hattı yerine, parçalı ve günübirlik (feminist, çevreci, siviltoplumcu, vb) mücadeleye ilginin artması bizleri kaygılandırıyor.
1980 öncesi süreçte de toplumun farklı kesimleri bulundukları alana göre legal veya illegal çeşitli örgütlülüklerin çatısı altında toplanmıştı. Mühendisler odasından memur derneklerine, sendikalardan politik hareketlere kadar geniş yelpazeye yayılan örgütlenmeler birbirini kesen değil tamamlayan/güçlendiren bir duruş içindeydi. Ekonomik demokratik mücadelenin sorunları, ona uygun yöntem ve araçlarla karşılanırken, bu konuda katedilen mesafeler, sağlanan başarılar politik mücadele için bir basamak oluşturur, siyasal örgütlenmenin politik iktidar mücadelesi ile çelişmek yerine onu besleyen, güçlendiren bir işlev görürdü. Benzer şekilde çeşitli biçimlerde verilen politik mücadele, ekonomik demokratik mücadelenin ne reddi ne de hafife alınması anlamına gelmez, aksine o alanda başarının koşulunu hazırlardı. Mücadele alanları arsındaki bu diyalektik ilişkilenme, politik önderlik altında tüm güç ve imkanların bir sinerji oluşturarak iktidar hedefini yakınlaştırmasının metodolojik güvencesiydi.
O süreçte “Bu bizim sorunumuz, işçi de olsa erkekleri veya Kürt örgütlenmesini ilgilendirmez.” deme ihtimali olan bir kadın örgütlenmesi yoktu. Olamazdı da. Çünkü mücadele içindeki hemen herkes, sorunun bu şekilde tekleştirilerek daraltılıp yalıtılmasının başarı şansını sıfırlayacağını bilebilecek asgari formasyona sahipti.
Sınıf kardeşliği temelinde hareket etmenin ne kadını ne de Kürt, Alevi, vb kesimlerin sorunlarını yadsımak anlamına gelmediğini herkes bilir; “yaşasın halkların kızkardeşliği” gibi zorlama sloganlara ihtiyaç duyulmaz; günübirlik çıkarlar değil devrim hedefli kazanımlar gözetilirdi. Dün, okulda öğrenciyi, fabrikada işçiyi, mahallede tüm mahalle halkını örgütleyip aynı örgütsel çatı altında yoldaşlaştıran bir hareketin birikimini bugüne taşıdığını söyleyenlerin feminist omuzları devrimci omuzlara tercih etmesi, dünle ideolojik politik hiçbir bağının kalmadığının göstergesidir. Bu bir hafıza kaybı olmanın yanında bir değer erozyonunun da dışavurumudur. 8 Mart kutlamalarında alana hiçbir erkeğin hiçbir koşulda alınmaması için miting komitesinin polise talimat vermesi; ama alanın burjuva da olsa her kadına açık olması, yaşanmakta olan erozyonun boyutuna dair önemli bir göstergedir.
İşte, suyun metalaştırılması dahil çeşitli sorunlarla mücadeleyi önüne koyan ve dönem dönem antiküresel eylemlerde bulunan çevreler, sorunları yukarıda tanımladığımız biçimde temel-tali ilişkisi içinde ele alır, tekilleştirme yerine kendini bütünün bir parçası olarak görürse, o zaman yapılan basın açıklamaları dahil hiçbir adım boşa atılmış olmaz.
21 MART 2009
DEVRİMCİ HAREKET