Avrupa Birliği adaylığını alkışlayan kesimlerden biri de demokrasi olasılığını, bugüne dek bizleri demokrasisizliğe mahkum edenlerin günün birinde yapacakları bir jeste bağlayan ve dolayısıyla kendi özgücüne güvenmeyen, mücadele etmeden özgürlüğün mümkün olacağını sanan(veya kendini kandıran) çevreler olmuştur.
Sözü geçen Avrupa demokrasilerinin, gerçek anlamda bir demokrasi olmamaları bir yana; o rejimlerde söz konusu olan göreli avantajların bile, yoğun mücadelelerle ve pek çok bedel ödenerek kazanıldığı bilinmelidir.
2000 yılına girerken 10 yılını geride bırakan, Yeni Dünya Düzeni denen garabet, başka konularda olduğu gibi demokrasi, barış ve insan hakları konusunda da mızrağın çuvalæ sığdırılamadığı bir teşhir konumuna gelmiştir. Emperyalist burjuvazi için bu kavramlar, piyasa ekonomisini güvenceye amanın ve sürekliliğini sağlamanın bir aracı olmuştur.
Geriye dönüp bakıldığında, emperyalistlerarası ittifakın temeli oluşturan olguları, değişik tarihsel kesitler içinde adım adım görmek mümkündür. Varoldukları tarihsel süreçteki egemen güçler tarafından oluşturulan bu ittifaklar; söz konusu güçlerin duyduğu ihtiyaç çerçevesinde şekillenmiştir. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında, tarih sahnesinde tüm güzelliği ile boy veren sosyalizmin ilk örneği; emperyalistlerin karşısında somut bir alternatif olmak anlamında bir tehdit gibi durdu. Nitekim, varlıkları savaşa sebep olan, uluslararası emperyalist tekeller, 2. Paylaşım Savaşına tutuşmakta gecikmemiş ve bu kez, hem savaş içinde sosyalizmin tokadını yemekten kurtulamamış, hem de savaş sonrasında peş peşe gelen devrimlerle sarsılmış, ürkmüştür.
Komünist tehdite karşı olmak paydasında ortaklaşan ve çoğalarak boyutlanan ittifaklar(NATO, AGİT, Avrupa Topluluğu, vb.); komünizm tehdidinin kalktığı ve yeni bir düzenin kuruduğu iddiaları sonrasında, kimi beklentilerin aksine işlevsizleşmemiş; hatta, hedeflerini genişletmiş ve daha da boyutlanmış olarak, sahnedeki yerini almıştı. Sorun, sistemi koruma ve devamını sağlamaktı. Bu nedenle, p iyasa düzenine ve sermayenin dünya üzerindeki hareketine halel getirecek her şey hedefe alınmıştı.
Eşit bir rekabet alanı olarak propaganda edilen serbest piyasanın ne kadar serbest ve ne kadar eşit olduğu, yaşanan örneklerle defalarca kanıtlanmış; büyük olanın küçük olanı yuttuğu bir eşitsiz güreş alanı olarak varlık göstermiştir. Gümrük duvarlarının sıfırlandığı bir korunmasız ve eşitsiz ilişkide, tüketmediğini üreten, üretmediğini tüketen bir çarpıklığın gündeme geleceği ve bağımlı ekonomileri, daha da bağımlı kılacağı bir gerçektir.
Adaylık Türkiyeye Yapılmış Emperyalist Bir Müdahaledir
Türkiye’nin ABne adaylığının kabulü olgusu, emperyalizmin önümüzdeki süreçte Türkiyeden beklentileri ve mevcut siyasal yapının bunu gerçekleştirmedeki yetersizlikleri ile ilintili bir durumdur. Türkiyenin yer aldığı bir coğrafyada, emperyalizmin uzun vadeli ve çok önemli çıkarları olduğu bilinmektedir. Ancak, mevcut siyasal yapı, tüm yönleri ile çürümüş, çağdışı kalmış niteliği ile uzun dönem açısından güven verici bulunmuyor. IMF kararlarını uygulamada gösterdiği büyük performansa rağmen, gerçek değişmiyor.(IMF kararlarının uygulanması sürecinde ne gibi sorunların yaşanacağı, siyasi iktidarın aynı performansta devamlılık gösterip gösteremeyeceği bile belirsiz). Mevcut siyasal yapıya dair değişimleri daha önce yapıldığı gibi askeri müdahalelerle yapma olanağı yoktur. Bu değişimlerin, ABye uyum süreci içinde ve bu motivasyona yapılması daha uygun düşüyor.
Kısaca, Türkiye’nin ABye adaylığının kabulü; Türkiye’ye, tüm toplumsal yapının emperyalizmin beklentileri doğrultusunda yeniden şekillendirilmesi için yapılan, kapsamlı bir müdahaleden başka bir şey değildir.
ABDnin, Türkiyenin ABye adaylığının kabulünde sağladığı büyük destek de bu çerçevede açıklanabilir. Kürt sorunu da dahil, mevcut tüm sorunların emperyalizmin tercihleri doğrultusunda aşılması; yeni yüzyılın gereklerine göre şekillenmiş siyasal ve toplunsa bir yapının oluşması, en az ABnin olduğu kadar ABDnin de çıkarınadır. Ve gerekli değişimlerin, mevcut yapıya köklü müdahaleler yapılmadan sağlanması olanaklı değildir.
Türkiyenin ABye adaylığı sürecinin hızlandırılarak, 2000 yılı eşiğinde gerçekleşmesi, dışta ve içte bazı konjonktürel gelişmelerin sonucunda olmuştur. Dışarıda, dünya genelinde tek kutuplu bir yapının uzun dönem kalıcı olamayacağının anlaşılması ile az zamanda büyük mesafe katetme amacı güdülüyor; içerde ise, özelikle APOnun yakalanması ve idam tartışmaları eşliğinde Kürt sorununda kalıcı adımların atılması hedefleniyor. Türkiye açısından barışçıl çözüm(!)den kaçış için kullanılan araç ve gereçler hızla tükeniyor.(Burada sözünü ettiğimiz kalıcı adımların, uluslararası sermayenin ve oligarşinin beklentilerine uygun biristikrarı mümkün kılan ve düzenlemelerden ibaret olacağı ve Kürt halkının özgürleşmesiyle bir ilgisinin olmadığı özellikle bilinmelidir. Mümkün görünen ve emperyalizmin ihtiyaçları tarafından belirlenen barışçıl çözüm, bu çerçevede bir çözüm olacaktır.)
Türkiyede işbirlikçi tekelci sermayenin AB adaylığının kabulündeki sevinç gösterisi ise, büyük oranda kendi sorunlarını çözmedeki yetersizliklerini çok iyi görmesinden kaynaklanıyor.
Tıkanan ve iç savaş batağına saplanan ekonomi yanında, farklı bir sermaye birikimi modeli ile hızla büyüyen islami-yeşil sermaye dayandığı güçlü siyasal, kitlesel destek ile birlikte- karşısındaki başarısızlıkları, ülkede ekonomi dışı faaliyetlerden sağlanan rantların büyüklüğü gibi nedenler, işbirlikçi tekelci burjuvaziyi tek alternatif olarak AB üyeliğine zorluyor. Bugün artık, Gümrük Birliği sürecinde yaşanan tartışmalær bile aşılmış görünüyor. Düne kadar ABye savaş açan islami kesimler bile farklı nedenlerle- tek çıkar yolu ABye girişte buluyor. Sol liberaller de kervana katılmış durumdalar. Hiçbir dönemde hiçbir konuda bu kadar büyük konsensüs sağlanamamıştı
Emperyalizmin tercihleri doğrultusunda şekillenecek yeni- toplumsal yapıda, önemli demokratik yapıların-değerlerin yer alacağı beklentileri yersizdir. Ancak, bırakalım güçlü demokratik değerleri, en basit insani duygu ve değerlere bile yaşam hakkı tanımayan bugünkü siyasal yapı, AB açısından dahi çağdışı konumdadır. Bu konularda sınırlı iyileştirici adımlar atılabilir. Kürt halkının. Kürt halkının kendini ifade edebilmesinde, inanç ve örgütlenme özgürlüğü üzerinde görülen kısıtlamalar biçimsel de olsa hafifleyebilir. Ekonomide rant kaynakları daralabilir. Kayıt dışı ekonominin global büyüklüğü azalabilir.(IMF kararlarının uygulanmasında mevcut iktidarı en çok zorlayacak konuların başında kayıt dışı ekonomi geliyor. IMF ve ekonomi kurmaylærı enflasyonun en büyük nedenini hala, kayıt altına alınmışkesimlerden gelen talep yüksekliği ve iç borçlanmalarmış gibi görüyorlar. Kayıt dışı ekonominin enflasyon üzerindeki etkisi yeterince ciddiye alınmıyor. Enflasyonu düşürmedeki başarısızlıkta kayıt dışı ekonominin rolü çok büyük olacak.) Ne var ki bu değişimlerin, halkı gözeterek tasarlænan hiçbir yanı yoktur. Doğrudan, uluslar arası tekeci kapitalist birliklerin amaç ve beklentileri çerçevesinde, dünya ölçeğinde atılan adımların, Türkiyedeki izdüşümünden başka bir şey olmayan, söz konusu gelişmeler, beraberinde dolaylı da olsa, halka yararı dokunabilecek kimi sonuçlar getirse dahi; bunlar, gerçekleşmiş olan kayıpların yanında, lafı bile edilmeyecek denli gölgede kalacaktır.
Sağlanacak sınırlı demokratik kazanımlar, ABye giriş ile kaybedilecek değerlere tercih edilmemelidir. Çünkü, kaybedilecek değerlerin ve mevzilerin yerine konması mümkün olmayacaktır. Bu bağlamda, AB üyeliğinin, soldan kimi söylemlerle ve adımlarla olumlanması, trajiktir… Aynı zamanda, kendini küreselleşmenin girdabına kaptıranların az zamanda -değerlere dair- ne çok şey yitirdiğinin göstergesidir. Sermayenin hareketi önündeki engellerin kakmasının, emeğin dolaşımına bir özgürlük kazandırmayacağı; aksine, emeği daha çok tutsak kılacağı görüldüğünde, asıl acıyı yine sol liberaller değil, emekçi kitleler çekecektir. Bu nedenle, kimilerince dinozorca görülse de emeğin, sermaye karşısındaki tarihsel rolünde ısrarcı olunmalıdır.