Gelişmeleri doğru okumak ve gündeme uygun yöntem ve araçlarla müdahale etmek başarının koşuludur. Devrimcilerin kendileri dışında oluşturulmuş gündemlere yedeklenir duruma düşmesi veya muhtemel yönelimleri yanlış okuyarak gelişmelerin peşinden sürüklenmesi, son dönemlerde solun önemli tartışma konularındandır.
Bilinir ki sürece damgasını vuran çelişmeler doğru tanımlanamadığında isabetli değerlendirmeler ve çözüm önerileri geliştirmek olası değildir. Aynı durum dünya ölçeğindeki süreç için de geçerlidir. Krizin izleyeceği muhtemel seyirden Filistin’deki saldırıya, ülkedeki siyasal gelişmelerden Ergenekon’a kadar hemen her düzeydeki sorun, böyle bir kavrayışı gerektiriyor.
Halen sıcaklığını koruyan yakın geçmişteki en etkili gelişme, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısı oldu. Bu saldırının nedenleri için İsrail’deki seçim, Mahmut Abbas’ın görev süresinin dolması, Hizbullah karşısında alınmış olan yenilginin rövanşının Hamas’tan alınması, ABD’nin emperyalist politikalarına direnen güçlere gözdağı verilmesi, vb olgulardan söz edildi.
İsrail saldırısı, dünya ölçeğindeki çelişmeler bağlamında makro düzeyde irdelenecek olursa, ABD ve İsrail’i dünyanın büyük bir bölümünün tepkisini çekecek boyutta bir yıkım ve katliam yapmaya iten ve onun sonucunu göğüslemek zorunda bırakan nedenleri tartışmak gerekiyor. Bu bağlamda da öncelikle giderek derinleşen ve henüz gerçek sonuçlarıyla yüzleşilmemiş olan krizin sebep olacağı çelişmelerin ne türden çatışmaları beraberinde getireceği ve sürecin izleyebileceği muhtemel seyir üzerinde durulmalıdır.
Eğer mevcut kriz, kimilerinin iddia ettiği gibi bütünüyle finans kesiminde yaşanan sorunlardan, bu alanda uygulanan yanlış politikalardan kaynaklanıyor olsaydı, aşılması kolay olurdu ve bu boyutta yıkıcı sonuçlar doğurması beklenmezdi. Sistem daha önce sırf finans kesiminden kaynaklanan krizlerden de geçti. Ama bu kez yaşanan farklı nitelikte bir krizdir. Aslında bu kriz, kapitalizmin değişik dönemlerde ertelenerek biriken sorunlarının, küreselleşme politikalarının sebep olduğu çelişmelerle beraber birikerek ertelenemez hale gelmesiyle ortaya çıkan bir sonuçtur. Bu süreçte muazzam ölçekli kredi köpüğünün imkan verdiği satın alma gücünün ihtiyaçları doğrultusunda şekillenen ve gerçekte dünyadaki nüfusun temel taleplerini çokça aşan olağanüstü bir üretim kapasitesi ortaya çıkmıştır.
Batıda varolan üretim kapasitesine Çin, Hindistan, Malezya, Endonezya gibi ülkelerde oluşan muazzam üretim kapasitesinin eklenmesiyle büyüyen üretim çapının ihtiyacı kadar bir pazarın üretilememesi ve kredi köpüğünün patlamasıyla yaşanan kriz, bugünkü çöküşü hazırladı. Gelinen aşamada bu krizin aşılabilmesi için emperyalist aktörlerin başvurabileceği yöntemlerden biri de dünya ölçeğinde belli bir üretim kapasitesinin fiziki olarak yok edilmesi (veya bu mümkün değilse) atıl ve işlevsiz kılınarak devre dışı bırakılması olacaktır.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nda yeni güç ve dengelere göre mevcut pazarların paylaşımının yanında, karşı tarafın üretim kapasitesini yok etme amacı da güdülmüştü. Örneğin İkinci Dünya Savaşı’nda Alman ekonomisi tümüyle çökertilmiştir. Savaş sonrasında ABD ekonomisini daha da güçlendiren olgulardan biri de Marshall Planı vasıtasıyla Amerikan sermayesinin yeni teknoloji ve yöntemlerle Avrupa’ya gelmesiydi. Bu aynı zamanda Amerikan sermayesinin Avrupa’yı işgaliydi.
Bugün ise fiziki imha yöntemiyle yok edilecek üretim kapasitesinin çok sınırlı kalacağı düşünülürse, geriye rakiplerin üretim kapasitesinin atıl bırakılması ya da ürünleri pazarlayamaz hale getirilmesi yöntemi kalıyor. Bu da Dünya’da çok önemli çatışmaların yaşanmasını beraberinde getirecektir. Çatışmalar bir dünya savaşı biçiminde olamayacağı için, ittifaklara ve çıkar ilişkilerine dayalı bölgesel çatışmaların yaşanması beklenmelidir.
İşte tam da bu noktada, ABD-İsrail ittifakının Gazze’de yapmış olduğu olağanüstü katliam ve yıkımı global düzeydeki gelişmeler üzerinden değerlendirecek olursak; askeri olanakları, politik yetenekleri ve kriz nedeniyle ekonomik güçleri tartışılır hale gelmiş olan bu ülkelerin hiçbir demokratik tepkiyi dikkate almadan neler yapabileceğini ortaya koyduğunu; muhtemel çatışma odaklarına gözdağı verdiğini söyleyebiliriz.
Önümüzdeki dönemde ülkeler arasında farklı kutuplaşmalar, farklı çatışma alanları ortaya çıkacaktır. Bunlar Ortadoğu’da, Afrika’da veya Latin Amerika’da; önemli ulaşım yolları üzerinde, Malaka Boğazı çevresinde, vb olabilir. Yani farklı çatışmaların olabileceği potansiyel bölgeler vardır. Ülkemiz, bu bölgeler içerisinde en sıcak alanların ortasında yer almaktadır.
Bugüne kadar emperyalist ülkeler açısından Ortadoğu’da en önemli olgulardan biri, kendine işbirlikçi rejimler bulabilmekti ve bunu bir ölçüde başarmışlardı. İsrail-Türkiye ittifakı ekseninde, gerici bölge rejimlerini kapsayan bir ittifak vardı. Bunun karşısında ise, özellikle İran eksenli farklı bir odak oluştu. Ortadoğu, yaklaşık son 20 yıldır (İran Devrimi’nden sonra) böyle bir kutuplaşma yaşıyordu. Bu gidişattan ABD’nin, uzun dönemli çıkarları açısından pek de memnun olduğu söylenemez. Bu nedenle, birbirleriyle düşman noktasına gelen İran eksenli blokla daha çok ABD’ye yakın olan ülkelerin oluşturduğu blok arasındaki çatışmaların, güvensizlik ortamının aşılarak adım adım tek bir potaya doğru çekilmesi ve ABD eksenli bir politikaya odaklanması yönündeki hesaplar ağırlık kazanmış görünüyor.
Uluslararası ilişki ve çelişkilerin üzerinden yürüdüğü ana eksenler vardır. Aynı sınıfsal zeminin aktörleri arasında yaşanan çelişmeler ne denli keskin olursa olsun değişen konjonktürel çıkarlar eşliğinde aşılabilir ve kutuplar arasında geçişler söz konusu olabilir. Mevcut ana yönelimin gölgesinde bazen bununla çelişiyormuş gibi görünen gelişmeler olur. Örneğin Türkiye Başbakanı, İsrail veya ABD yetkilileri ile sanki aralarında büyük çelişmeler varmış gibi sert bir üslupla tartışır. Bu, uluslararası ilişkilerde tarafların iç kamuoyunda güven ve destek yitimine uğramaması için başvurulan (aynı zamanda göz yumulan) bildik bir durumdur. Örneğin Davos’ta yaşanan tartışma ve devamında kurgulanan sürecin böyle bir boyutu vardır. Hatta sadece iç kamuoyuna değil, önümüzdeki dönem daha da yoğunlaşacak olan arabuluculuk/taşeronluk rolüne de hizmet etmek üzere, bölge halklarının algısının yönlendirilmesine dönük hesaplarla hareket edildiğini söyleyebiliriz.
Almanya eski başbakanı Gerhard Schröder’in, Şubat ayında Beyaz Saray’ın onayıyla İran’a, nükleer programla ilgili bir ziyarette bulunması bekleniyor. Yani artık Ortadoğu’da söz konusu olan İran dahi olsa, mevcut ülkelerle çelişme ve çatışma olasılıkları saklı tutularak, esneme ve yakınlaşma olasılıkları üzerinde de duruluyor. Bu esnekliğe ayak uydurarak ABD politikaları dahilinde bölgede arabulucu/taşeron işlevi görebilecek ülkelerin başında Türkiye geliyor. Bir süredir Hizbullah’tan Hamas’a, Suriye’den İran’a kadar geniş bir yelpazede yürüttüğü ve yer yer sanki ABD’yle çelişiyormuş gibi imaj bırakan diplomatik ilişkileri bu çerçevede değerlendirilmelidir. Bugün bu ilişkiler daha da önem kazanmış durumda. Çünkü önümüzdeki 1-2 yıllık süreçte krizin sonuçları giderek çok daha net biçimde açığa çıkacaktır. Dolayısıyla önümüzdeki 1-2 yıl, dünya genelinde çok önemli çelişme ve kamplaşmaların ortaya çıkacağı bir dönem olacaktır.
Bu muhtemel gelişim seyri içerisinde Türkiye’ye ABD (emperyalizm) tarafından biçilen rol ise, göründüğü kadarıyla, Ortadoğu’daki Müslüman ülkeler arasında oluşabilecek kutuplaşmayı bir biçimde aşmanın ve onları ABD işbirliğinde bütünleşen bir yapıya çekmenin araçlarını yaratmaktır. Bu çerçevede, kuruluş sürecinde ılımlı İslam olarak adlandırılan bir modelin öznesi olarak tasarlanan ve Ortadoğu’daki kimi ülkelerle zaten belirli bir teması bulunan AKP’nin (ve onun etrafında oluşan ülkedeki siyasal yapının) krizin sonuçlarının göğüslenmek zorunda kalınacağı zor dönemde de işbaşında kalması, ABD’nin/emperyalizmin tercihidir. Seçim süreci de bu tercih ekseninde yönlendirilecektir.
Medyada yer yer magazinsel havada ABD’nin Türkiye’deki AKP iktidarını dışladığına dair verilen imaj gerçeği yansıtmıyor. Bunun için gerekçe olarak gösterilen, Obama’nın seçim sonrasında en son aradığı ülkelerden birinin Türkiye olması veya İsrail’in Hamas’la ilişkiler nedeniyle Türkiye’yi yüksek perdeden eleştirmesi, bütünüyle diplomasinin gerekleri doğrultusunda atılan adımlardır ve sadece kamuoyunu yönlendirmeye dönük bir çabadır. Gerçekte ise çıkarları tam bir bütünlük içerisindedir.
Türkiye-ABD arasında yaşanan işbirliğinin sonuçlarının gözlendiği coğrafyalardan biri de Kuzey Irak oldu.
Türkiye’nin Ortadoğu’da daha aktif olabilmesinin önündeki en önemli engellerden biri Kürt sorunuydu. Bugün ise Kuzey Irak’ta giderek şekillenen bir Kürt devletiyle ilgili beklentiler, sözünü ettiğimiz çıkar ortaklaşmaları nedeniyle bir biçimde ertelenebilmiş durumdadır. Çıkarlar ve zorunluluklar öylesine örtüşmüş görünüyor ki, daha düne kadar PKK işbirlikçisi olarak suçlanan Kuzey Irak yönetimi, PKK’ye karşı mücadelenin bir aracı haline getiriliyor. Ve ortak karargahlar kuruluyor.
Her şeyi ABD ile işbirliği ekseninde çözmeyi önüne koyan Türkiye, artık onun politikalarının bir parçası haline geliyor. İşte bu koşullarda, AKP’nin ABD (emperyalizm) açısından bölge politikalarının önemli bir aracı haline geldiği bir noktada, Türkiye’de seçim süreci yaşanıyor. Seçim sürecinden AKP’nin en azından geçmiştekine yakın bir başarıyla çıkması, emperyalizmin temel tercihlerindendir. Ergenekon süreci de bu politikanın bir aracıdır. Ordu içerisindeki bazı eğilimlerin, deşifre olmuş kontrgerilla, vb’nin üzerine gidiliyormuş imajı yaratılarak farklı kesimden insanların desteğinin alınması amaçlanıyor.
İşte tam da bu noktada, uzun süredir ülkedeki gelişmelere müdahale araçlarından yoksun olan ve önemli bir siyasal varlık gösteremeyen devrimcilere, önümüzdeki süreç önemli bir fırsat tanıyor. Ülkemizde kriz, gerek seçim politikaları gerekse bir biçimde bulunan borçlarla belirli oranlarda ertelenmiştir. Yani Türkiye’nin krizle henüz gerçek anlamda yüzleştiği söylenemez. Bunun sonuçları, seçim sonrasında adım adım ortaya çıkacaktır. İşte geniş halk yığınlarının bir daha eskisi gibi yaşamasının mümkün olmadığı, yani hiçbir şeyin eskisi gibi gitmeyeceği o koşullarda, 12 Eylül’le beraber yaratılan ve kitleleri gelecek için mücadeleden uzak tutan depolitizasyon sürecinin etkileri büyük oranda ortadan kalkacak; sisteme karşı çok ciddi muhalefet eğilimleri ortaya çıkacaktır. O tarihsel anda geniş halk yığınlarının muhalefetinin odaklanabileceği yer olarak devrimci yapıların görülmesi için, bugünden bu durumu öngören bir hazırlık yapılmalıdır. Aksi takdirde Cumhuriyet Mitingleri’nde olduğu gibi, halk yığınlarında biriken tepki ve alternatif arama eğilimi bir kez daha sahte odaklarca yedeklenecek, şu veya bu burjuva kanala akıtılacaktır.
Bu nedenle devrimciler, bugünden yarına süreçte muhtemel gelişmeleri, temel ve tali öneme göre dikkate alan bir öngörü ve donanım içinde olmalıdır. Ortaya çıkacak muhalefet eğilimlerini örgütleyebilecek araç ve yöntemler yaratılabildiği oranda, kitlelerin sistem içi odaklara yedeklenmesinin önü alınmış olacaktır.
Devrimciler açısından bu dönemde yerel yönetimlerde şu ya da bu oranda bir görev almak, seçimlerde kendi varlığını göstermek, belirli oranlarda oy alabilmek başarının ölçüsü olmamalıdır. Kaldı ki bugün bu sistem içerisinde devrimci demokratik bir yerel yönetim anlayışını hayata geçirmek de mümkün değil. Bugün için devrimcilerin yapması gereken, kapitalizmin dünya ölçeğinde kendini teşhiri oranında arayışları sistem dışına yönelen, devrimci bir çalışma için hazır hale gelen kitleleri, burjuva zeminde rantla malul seçim oyunlarına alet etmek değil, örgütleyerek devrimci tercihlerin olduğu bir zemine çekmek olmalıdır. Bunun için seçim döneminde politize olmuş insanlara AKP ve uygulamaları dahil her sorun sistemle bağı kurularak anlatılmalı, “AKP’li bir belediye olacağına CHP’li bir belediye olsun” diyen ehvenişer tuzaklara düşmeden, devrim öngörüsünü günü birlik hesaplara kurban etmeden çalışma yapılmalıdır. Böyle bir çalışma, devrime dair inancını yitirmemiş olanları buluşturacak ve bu ülke topraklarında bir kez daha devrime yürüyen kortejlerin çoğalarak büyümesini sağlayacaktır.
3 ŞUBAT 2009
DEVRİMCİ HAREKET