EMPERYALİST SAVAŞA KARŞI MÜCADELE BİR İNSANLIK GÖREVİDİR
Emperyalizm, “asalak ve çürüyen kapitalizm” olarak tanımlanır. Bu çürüme, ekonomi ve siyasette olduğu kadar, sosyal yaşamda da kendini gösterir. Ekonomi alanında sömürü, askeri alanda savaş , kültürel alanda yozlaşma ve değer yitimi demek olan emperyalizm; insanlığın başındaki hemen her “bela”nın, çağımızdaki kaynağıdır.
Kendisi savaş açan, halkları birbirine kırdıran, açtığı veya açtırdığı savaşlarla silah pazarını büyüten; biyolojik ve kimyasal silah üreten ve bunu hem pazarlayan, hem de kullanan; politikalarında haklı görünmek için, sabotaj yapan, yanlış hedefleri vuran ve peşinden yalan söyleyerek bunları karşıtlarının suçu gibi gösteren emperyalizm; insanlığın baş düşmanıdır.
Haydutluk, emperyalizmin işidir; terör, emperyalizmin işidir; eşkıyalık, emperyalizmin işidir; ABD, en büyük emperyalist güçtür ve halkların en tehlikeli düşmanıdır. Kendi beslediği Bin Laden ‘i bahane ederek; aç ve yoksul Afgan halkının başına bomba yağdıran ABD; daha ilk günlerde hedef ayrımı gözetmeksizin saldırmış ve masum insanların zarar görmeyeceği iddiasının bir yalan olduğunu göstermiştir. İnsanlıkla hiçbir bağı kalmamış savaş pilotlarının halkı dikkate almayacağı, bombardıman sırasında yaptıkları telsiz konuşmaları ile iyice açığa çıkmıştır . “Çok gururluyum, kendimi futbolcu gibi hissediyorum ” diyen pilot; emperyalizmin insanı nasıl bir yaratığa çevirdiğinin somut örneği oluyordu.
Emperyalist propaganda merkezlerinin devasa imkanlarına ve işbirlikçi ağızların destek çabalarına rağmen; gerçekler gizlenememiş, dünyanın dört bir yanında anti-emperyalist gösteriler, ilk andan itibaren boy vermiştir. Emperyalist savaşa karşı durmak, bir insanlık refleksidir . Bugün Afganistan’a yağan bombalara göz yummak, yarın bir başka coğrafyanın cehenneme çevrilmesinin önünü açacaktır.
Afganların düşman olmadığını söyleyen ve bombalarla beraber gıda paketleri atarak insanîlik oyunu oynayanlar, 1991’de Irak’ı bombalamadan önce de aynı şeyi söylüyordu. Daha sonra hastaneleri bile bombalayan ve yüzbinlerce çocuğun ölümünün sebeplerini oluştururken, tüm dünya önünde bunu açıkça savunan yine kendileri olmuştur.
ABD, terör kavramını da politikalarına meşruiyet sağlamak üzere bir propaganda ve yanıltma aracı olarak kullanmaktadır. Gerçekte dünyanın en büyük terörist gücü olan ABD, tarihi boyunca, diktatörlerle iyi ilişkiler kurmuş, adı “Beyrut kasabı”na çıkan ve bugün İsrail Başbakanı olan Ariel Şaron’dan dostluğunu esirgememiştir. Adına “sınırsız özgürlük” denen, gerçekte ise “sınırsız saldırı” olan operasyonda, halka karşı vahşi bir terör uygulanmaktadır.
Yaptığı saldırıya meşruiyet kazandırmak için hemen her yola başvuran ABD, dünya haklarının gönlüne sızmayı becerememiştir. Türkiye’nin durumuna gelince, savaştaki medya cephesinin de çabasıyla, fiili katılım ihtimali gerçek olmuştur. Özel savaş komutanlığının bir birimi gibi hareket eden medyanın iddialarının aksine, ABD ve İngiliz dev askeri gücünün gerçekte, gönderilen birliğe askeri olarak pek de ihtiyacı yoktur. Buradaki ihtiyaç, suça ortak etme ihtiyacıdır. Dikkat edilirse, müslüman ülkelerin ABD işbirlikçiliği ile maruf olanları bile, doğrudan katılımdan uzak durmuştur. ABD’nin buradaki hesabı, büyüyecek ve karmaşıklaşacak olan süreçte Türkiye’nin müslüman kimliğini saldırganlar cephesine, sembolik de olsa, bir bileşen olarak katmaktır. Bunun yanında, figüranlık düzeyinde birtakım görevler söz konusu olsa da, bunlar, hiçbir zaman nitelik belirleyici bir özne konumuna yükselme anlamına gelmeyecektir. Bu süreçten Türkiye’nin yararının olacağı veya “Dünyanın yeniden şekillenmesi aşamasında etken bir özne olarak insiyatif sahibi olacağı” iddiası ise, olsa olsa bir fıkra veya espri malzemesi olarak kullanılabilir.
EMPERYALİZM; DAHA ÇOK SAVAŞ, DAHA ÇOK TEKELLEŞME, DAHA ÇOK ÇÜRÜME DEMEKTİR
Birbiri ile çıkar çatışması içinde bulunan emperyalist güçler, aynı zamanda pragmatizm üzerinde şekillenen birlikler/ortaklıklar oluşturuyor. İngiltere, ABD ile ilişkisinde diğer Avrupa ülkelerinden daha farklı davranıyor. Bu iki ülke, Echelon sistemiyle tüm dünyayı dinliyor.
Ortadoğu petrollerinde, İngiliz ve ABD firmaları ortak hareket ediyor. Ayrıca İngiltere, kendi kendini yenileyemeyen ekonomisi sebebiyle, ABD’den destek almaktadır.
ABD, daha önceki saldırılarda olduğu gibi, dünyadaki çeşitli güç ve çıkar dengelerini lehine kullanarak çeşitli ülkelerin desteğini almıştır. Bu saldırıda, karşı durma potansiyeli taşıyan Çin ve Rusya ile de bir ortak kesişme noktası yakalanmış ve Yugoslavya’daki saldırıdan daha kapsamlı bir “uyum” ortaya çıkmıştır. “İslam kaynaklı terör” bağlamında Rusya’nın Çeçenistan’la, Çin’in Uygur Türkleri ile başlarının dertte olması, söz konusu uyuma zemin oluşturmuştur.
Eşitsiz güç ilişkilerine ve eldeki silah imkanına dayanarak, halkların sahip olduğu zenginliklere ve hammadde kaynaklarına zorbaca yöntemlerle el koyan bu haydutların, dünyayı tam bir yıkıma doğru sürüklemesine “dur” diyecek olan güç; bu çıkar ilişkilerinin dışında kalan güçtür, yani halktır.
Saldırı ile beraber hem ellerini ovuşturan, hem de yeni silahlar üretmek ve üretilmiş olanları denemek için kolları sıvayan silah tekellerinin keyfine diyecek yok. Bir Alman dergisinde yer alan habere göre; New York ve Washington saldırılarından sonra, ABD’nin silah tekellerinden panzer üreticisi General Dynamics’in hisselerinde %14, roket üreticilerinden Raytheon’un hisselerinde %30 ve Northrop Grumman’ın hisselerinde ise %20’lik bir artış olmuş.
Savaş, emperyalizm ile öylesine ilişkili bir kavramdır ki, eski Sovyet Cumhuriyetlerinde yaşanan çözülme sonrasında yeni dünya düzeninden, küreselleşmeden söz edilmiş ve “barış, refah ve adalet”in hakim olacağı söylenmişken; dünyada kan ve gözyaşı eksik olmamıştır.
Maddi değerlere el koymaktan, sosyal kazanımların gaspına kadar çeşitli nedenlerle, emperyalizmin mali ve askeri örgütleri ile sürdürdüğü savaş, tekeller arası paylaşım savaşı olarak da varlık göstermiştir.
Kurumlarını ve politikalarını, sosyalizmin olduğu bir dünyaya göre şekillendirmiş olan emperyalizm, ’90 sonrasında belirli oranlarda değişim geçirmiş ise de bu, öze dair olmayan ve emperyalizmin temel niteliklerinin devamına imkan tanıyan türde bir değişimdir. Hatta kimi açılardan, kendini artık “engelsiz” saydığı için başvurduğu uygulamalar sebebiyle; niteliğinde bir derinleşme yaşandığını, yani daha çok emperyalizm olduğunu söyleyebiliriz.
ÇİFTE STANDART VE PRAGMATİZM, HAKSIZ SAVAŞ YÜRÜTENLERİN ORTAK ÖZELLİĞİDİR
Terör kavramından ve “şüpheli teröristlere yataklık etmek”ten söz edilirken, konunun toz-duman arasında boğulmak istenmesi, saldırgan ülkelerin aynı nedenle suçlanması ihtimalinin önüne geçme amaçlıdır. Yönlendirmeler bu çerçevede yapılır. Çünkü bilinmektedir ki “Eğer şüpheli teröristlere yataklık etmek bombardımanı gerektiren bir suç ise, o zaman ABD de dahil dünyanın hemen hemen bütün ülkeleri derhal bombalanmalı. Bu yorum bile gerektirmeyecek kadar açık bir durum .” (Noam Chomsky)
Evet, şu bir gerçektir ki ABD, dezenformasyona başvurarak düşmanına dair kafalarda oluşturduğu aykırı, ürkütücü, vahşi vb. nitelikler konusunda bile, kimseden geri durmadığını ve adeta, “resmi ağızlarca söylenen hiçbir şeye inanılmamalıdır.” dedirtecek örneklerin yaşandığını biliyoruz. Beyinleri ve yürekleri kazanmayı başarmak için, her savaşın özellikle öngününde, stüdyolarda hazırlanmış vahşet senaryoları kamuoyuna sunulur. Hatırlanacağı gibi Körfez Savaşı ısıtılırken, Saddam’ın psikopatlığı, gaddarlığı, vb. eşliğinde; Kuveyt’e giren Iraklı askerlerin, bir hastaneyi basıp, yeni doğmuş bebekleri kuvözlerinden fırlatıp attıkları ve kuvözlerin Irak’a gönderildiği propaganda edilmişti. Bu hikâyeyi beslemek üzere de, Amerika’nın halkla ilişkiler şirketlerinden Hill & Knowlton tarafından da uygun bir senaryo yazılmıştı:
“ABD Kongresi’nin İnsan Hakları Komisyonu ekim ayında toplanacaktı. Hill&Knowlton, kongreye bebeklerin hikayesini anlatacak 15 yaşında Kuveytli bir kız ayarladı. Genç kız çok başarılıydı, doğru zamanda gözyaşlarına boğulup sanki devam edemeyecekmiş gibi sesini titretirken gerçekten başarılıydı. Kongre komisyonuna sadece ‘Neyyire’ diye tanıtılmış, yüzlerinde kızgınlık ve kararlılıkla onu dinleyen kongre üyeleri televizyon ekranlarına yansımıştı. Başkan Bush bunu izleyen beş hafta boyunca Saddam rejiminin kötülüğünü anlatmak için tam altı kez bu hikayeye göndermede bulunacaktı. Senato’nun, Saddam’ı Kuveyt’ten çıkarmaya yönelik bir askeri müdahaleyi tartıştığı oturumda, yedi senatör özellikle kuvözdeki bebekler hikayesini hatırlattı. Ve savaş yanlıları oylamayı sadece beş oy farkla kazandı. John R. Macarthur’un savaş sırasındaki propaganda faaliyetleri ile ilgili araştırması, bu bebeklere yönelik vahşet hikayesinin, Amerikan halkının savaşın zorunluluğuna hazırlanmasına yönelik kampanyada bir dönüm noktası olduğunu ortaya koyuyor.
Gerçek iki yıl sonra ortaya çıktı. Hikaye bir uydurma, bir masaldı. Hill&Knowlton’ın kongre komisyonunda ifade vermesi için hazırladığı Neyyire, Kuveyt’in ABD Büyükelçisi’nin kızından başkası değildi. Macarthur bunu gözler önüne serdiğinde savaş çoktan kazanılıp bitmişti, bunun da artık hiçbir önemi kalmamıştı.” (Phılıp Knıghtley, INTERNATIONAL The Guardıan)
Çifte standart için en çarpıcı örneklerden birini de İsrail’in durumu oluşturuyor. İsrail, bugüne kadar BM Güvenlik Konseyi’nde kendisi hakkında alınan 69 kararın hiçbirini tanımamış; bu kararların 29’u ise ABD tarafından veto edilmiş. Aynı ABD, örneğin Irak’ı hedef mi göstermek istiyor; o zaman “komplo merkezi” harekete geçiyor ve gerekli senaryo uygulamaya sokuluyor. Son olarak, Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz ve onun “komplo merkezi” olarak adlandırılan Savunma Politikası Danışma Kurulu (DPAB) isimli “düşünce kuruluşu”; şarbon vak’ası sebebiyle dikkatleri Irak’a çekme çabası göstermiştir. Ancak ister “Kosova’yı Sırp zulmünden kurtarmak”, ister “Taliban terörüne son vermek” veya bir başka gerekçe olsun Emp eryalistlerin ve faşistlerin taktığı insanlık maskesinin ömrü hep kısa olmuştur.
Onların gülümsemeleri her zaman soğuk iyilikleri gardiyan kılıklıdır.
1999 Nisanında Nato uçakları mülteci konvoyunu paramparça ettiğinde önce reddedildi; daha sonra, ABD işaretli bomba parçaları bulununca, “üzgün” olduklarını söylediler. Afganistan’da da daha ilk günden itibaren bombalar “hedef şaşırmaya” başlayınca; yine “üzgün”düler.
Halklarla ilişkilerinde “üzülme” kavramıyla ne denli ilişkili olabileceklerini görmek için örneğin Dışişleri Bakanı Powell’in üzerini kazıyalım, bakalım altından ne çıkacak. Geçmiş “başarı”ları Vietnam’a uzanan Powell, öylesine “başarı”lı olur ki ordu, ona Vietnam’da sebep olduğu işkenceler sebebiyle dava açmak zorunda kalır (Uluslararası kamuoyunun baskısı ile).
Vietnam’dan sonraki durağı Panama’dır. (Panama işgali) ve ölü sayısı 5 bindir. Bush yönetimi tarafından Genelkurmay Başkanlığı’na getirilmesinin hemen sonrasında Irak saldırısını yönetir. Powell, savaş sırasında kendisine “öldürülen toplam Iraklı sayısı” sorulduğunda, “Ben sayılarla ilgilenmiyorum” diyebiliyordu. Şimdi de Afganistan halkının başına bomba yağdırtan Colin Powell’in Pakistan’ı ziyaretinin ilk günkü maliyeti 19 ölü olmuştur.
11 Eylül’de yaşamını yitiren sivillerin ardına sığınarak kan döken ABD’nin yüzünü, aynı sivillerin aileleri açığa çıkartıyor. Torununu saldırıda yitiren bir kişi, kamuoyuna okuduğu bir mektupta şunları söylüyor: “Bize öyle geliyor ki, hükümet, oğlumuzun hatırasını, başka topraklarda başka oğulları yok etmek, başka anne-babalara acı çektirmek için bahane olarak kullanıyor .”
Bombardımanın ilk gününden itibaren köy, pazar yeri, huzurevi, otobüs, Amerikan askeri, Kuzey İttifakı askeri dahil vurmadığı “hedef” kalmayan ABD’nin, “yardım” adı altında Afganistan topraklarına attığı gıdaları, salkım bombalarıyla aynı renkte ve yaklaşık büyüklükte paketlediği ortaya çıktı. Kendilerinin “sarı renkte konserve kutusu ebadında” diye tarif ettikleri bombaların, gıda maddeleri ile karıştırılmaması gerektiğini, savaşın ilerleyen günlerinde radyodan duyuran Amerikalılar, böyle bir gerçeği açığa vurmuş oldular.
Barış isteyenleri vatan haini ilan etmek, çifte standardın biçimlerinden biridir.
“Doğaldır ki hiçbir halk savaş istemez… Ama sonunda ister demokratik veya faşist ya da komünist diktatörlükler olsun siyaseti o ülkenin liderleri belirler ve savaş için halkları peşinden sürüklemek çok basit bir iştir. Bütün yapılacak şey onlara saldırıya uğradıklarını söylemek ve barış isteyenleri de vatanlarını sevmemekle suçlamaktır . Bu yöntem her ülke için geçerlidir.” (Hermann Georing, Nazi Allmanya’sında Hitler’in suç ortağı, abç)
Evet, barış isteyenleri “vatanlarını sevmemekle” suçlamak… Ne kadar eski ve ne kadar yaygınlaşmış bir tanımlama. Bunun için emperyalist olmak da gerekmiyor. Halklara karşı teşkilatlanmış bütün gerici iktidar ve yapıların kaçınılmaz olarak başvurduğu tarzlardan biridir. Yalan ve yanıltma her zaman fonda ağırlıkla bulunacak; bunun yanında uyandırıcı ve yol gösterici çabaların sahipleri vatan hainliği ile suçlanacak. Nazım Hikmet’in vatan hainliği ile ilgili şiiri hatırlanmalıdır. Türkiye’de Barış Derneği’ne, barış etkinliklerine yönelik saldırılar veya “ya sev ya terk et”te yoğunlaşmış ırkçı ve maksatlı duruş; bugün emperyalizmin ve işbirlikçilerin dünya ölçeğinde çeşitli biçimlerine tanık olduğumuz politikalarının doğrudan uzantısıdır.
EMPERYALİZMİN HER DÖNEM MEŞRUİYET SORUNU OLMUŞTUR
Türkiye’de nasıl ki Susurluk, sistem için Mehmet Ağar’lı dönemlerin kapanması anlamına gelmediyse; ABD’de veya aynı sistemin bir diğer parçasında Yeni Dünya Düzeni, insanlık lehine hiçbir yeni düzenleme/gelişme sebebi olmadı. Gerek sistemin propaganda araçlarının, gerekse “sol görünüp sağ yaşayan” kesimlerin her fırsatta sistemin bakım ve onarım faaliyetlerinde rol alması ve sisteme güzelleme yapması; sistemin değiştiğine ve kalıcılığına dair güçlü imajlar yaratamaya yetmemiş, her defasında sistem, kendi kendini tekrar etmekte ve yeniliği yalanlamakta gecikmemiştir.
Bu tür konular tartışılırken yenilik/değişim vb. argümanlara, “özün değişimi” noktasından yaklaşılmalıdır. Yani önemli olan, emperyalizmin temel niteliklerinin değişip değişmediğidir . Susurluk sonrasında “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” denmiş; ama, sözü edilen ve değişmesi beklenen şeyler, varlığını korumuş ve yoluna devam etmiştir. Aynı şekilde, 11 Eylül saldırısı sonrasında Amerika’da ” hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ” sözü telaffuz edilmiş ve aslında ABD’nin (emperyalizmin) hiç mi hiç değişmediğini gösteren icraatlara hızla geçilmiştir.
ABD kaynaklı olduğu bilinen ve dünyanın dört bir köşesine yayılmış bulunan kontrgerilla (Özel Harp) örgütlenmesine yönelik talimnameler içeren el kitabı, yıllar önce yayınlanmıştı. Bu talimnamelerden birinde, “Açık ve Sinsi Faaliyetler” başlığı altında, şunlar anlatılıyordu:
“Adam öldürme, bombalama, silahlı soygunculuk, işkence, kötürüm hale getirme, adam kaçırma suretiyle tedhiş, olayları tahrik, misilleme ve rehinelerin alıkonulması, kundakçılık, sabotaj, propaganda ve yalan haber yayma, zorbalık, şantaj .” Evet bu vurgular tek tek incelendiğinde ve üzerine, CIA’nın “terörist hedeflere suikast yapma yetkisi”, FBI’ın da “işkence yetkisi” istemesi eklendiğinde tablo daha iyi aydınlanıyor. Kendini nispeten güçlü hisseden küstah ve arsız bir mahalle serserisinin, tüm mahalle sakinlerini, her an saldırabilme potansiyeli ile huzursuz etmesi gibi, ABD’nin tüm dünya halklarını tehdit etmesi, emperyalizmin niteliği ile çelişen değil, çakışan bir durumdur. Sınırların kalktığını, demokrasi ve insan haklarının küresel dünyada ortak normlar haline geldiğini, bu nedenle ” aşılmış tarihsel bir döneme ait araçlarla ve söylemlerle mücadele etmenin anlamsız olduğunu ” söyleyenlerin, gerçekte yaşamlarındaki/duruşlarındaki anlamsızlık ve kalite düşüşü sebebiyle bu geri ve saldırgan üsluba sarıldığı daha güçlü göstergelerle açığa çıkmış; adeta suçüstü yakalanmışlardır.
Tekelci kapitalizmin durgunluğunu aşma çabalarının giderek sonuç vermez hale gelmesi, halklara çıkarılacak faturanın yükünü ağırlaştırıyor. Dünya Bankası, 31 Ekim günü yayınladığı Yıllık Küresel Ekonomik Öngörüler raporunda “küresel ekonominin durgunluğa gömülmekte olduğu ” uyarısında bulundu. Bunun dünya ölçeğindeki karşılığı daha çok işsizlik, daha çok yoksulluk, hak gaspı ve saldırıdır. Saldırının boyutlarının ise kendi koydukları yasalara bile tahammül etmeyen bir seviyeye ulaşacağını ve buna global düzeyde rastlanacağını söylemek mümkün. Diyarbakır, İstanbul ve Ağrı’da peş peşe yaşanan “yargısız infaz”lar ise; Türkiye egemenlerinin “11 Eylül sonrası”ndan ne anladığını gösteriyor.
Bilindiği gibi, dünyada akan kanın ve gözyaşının, açlık ve yoksulluğun müsebbibi olan emperyalizm, hareketini haklı gösterme çabaları içinde medyayı önemli bir bileşen olarak kullanır. Hafızalardan henüz silinmemiş olan Körfez Savaşı için CNN muhabirlerinin “Bize yukarıdan talimat gelirdi, biz de aynısını anlatırdık ” dedikleri bilinmektedir. O petrole bulanmış karabatak görüntüsünü tekrar tekrar yayınlayıp, Saddam’ın ne kadar zalim ve doğa düşmanı olduğunu kanıtlamaya çalıştıklarını, ama o görüntülerin yıllar önce Adriyatik Denizi’nde yaşanmış bir tanker kazası sebebiyle oluştuğunun daha sonra ortaya çıktığını, insanlık bugün bir kez daha anımsamalıdır.
Bu kez işe daha yoğun verilerle başlayan ve “vurulmuş” olmayı istismar ederek yola çıkan emperyalistler, CNN’in şarlatanlığından istifade edemiyor olmaktan yakınmakta gecikmedi. Ancak, yılların tecrübesi sebebiyle, ABD’de yöntem çoktu. Haklı görünmenin yöntemlerinden biri de “infial yaratmak”tı. Bu nedenle “şarbon”u, hemen her saldırı için, toplumun eğilimini yönlendirmede kullandılar. Aynı şekilde, “Bu hafta çok önemli bir saldırı bekliyoruz“, “Köprüler bombalanabilir“, vb. yönlendirmelere de başvurmuş; Türkiye’de “asker gönderme” meselesi tartışılırken, benzer bir saldırı iddiası için Türkiye de uyarılmıştır.
O saldırılar gerçek olmadı; ancak ABD’nin saldırıları hep gerçekti. Bugün adeta tüm dünya halklarını tehdit edip, sık sık ülke ismi telaffuz edenlerin Guatemala’yı, Kongo’yu, Endonezya’yı, Şili’yi, Vietnam’ı, Laos’u, Kamboçya’yı, Angola’yı, Grenada’yı, El Salvador’u, Nikaragua’yı, Panama’yı, Haiti’yi kana buladığı unutulmadı. Bugün açıkça suikastten ve işkenceden söz eden ABD, bu yöntemlere hiçbir zaman uzak durmamıştır. Örneğin Zaire (Kongo)’de bir CIA operasyonu ile devrilen Lumumba’ya aylarca işkence yapıldığı ve daha sonra cesedi bulunmasın diye hidroklorik asitte eritildiği iddiası, ABD’nin ve uşaklarının yöntemlerinin ne denli “sınırsız” olduğunu anlatmaktadır.
Gerçekte ABD, tek başına ne Hürriyet Anıtı’ydı ne de kimi merkezlerdeki şaşaalı yaşamdı.
Ekonomisi durgunluğa girmiş, gizlemeye ve seslerini kısmaya çalıştığı ara sokaklarından yükselen açlık görüntüleri ve öfke sesleri dizginlenemez hale gelmişti; ABD bugün, 11 Eylül’ü fırsat bilip bütün bu sorunların üstesinden gelmenin hesaplarını yapıyor; ama, hesap bozucu dinamiklerin de bir çığ gibi büyüdüğünü bilmiyor olamaz.
SAVAŞIN DİYALEKTİĞİ KOLAY ZAFERLERİ OLANAKSIZ KILIYOR
11 Eylül’de uğradığı saldırı sonrasında ortaya çıkan “haklılık” görüntüsünün meyvelerini tüm dünya coğrafyasında toplamak üzere kollarını sıvayan ABD’nin politika yapıcıları, “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” mesajıyla işe başladılar. Yeni dünya düzenleri oluşturmak, miladlar ilan etmek, tarihi sonlandırmak, yeni başlangıçlar yapmak; emperyalizmi kalıcı ve meşru gösterme gayreti içerisinde olanların sıkça başvurdukları yollardır.
Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı veya savaşın bu kez bütün bir yüzyıla yayılacağı, bunun için ömürlerin yetmeyeceği, vb. açıklamaların ise ortaya koyduğu gerçeklik, sözü edilenin, sınıf savaşımından başka bir şey olmadığıdır. Tabii, ABD’nin düşmanlar listesinde gördüğü ve her dönem sindirmek ve yok etmek için fırsat kolladığı kesimlerin, devlet ve yapıların çokluğu, ABD’yi yakın zafer hesaplarından alıkoyuyor.
Gerçekte ABD’nin savaş kurmayları da çok iyi bilmektedir ki ortada, tonlarca bomba yağdırarak kazanılacak türden bir savaş yok. Zaten amaç da o değil. Bir yandan, Orta Asya’nın orta yerinde nüfuzunu arttırırken, diğer yandan saldırgan politikalarını ve tehditlerini yaygınlaştırma ve jandarmalık rolünü pekiştirme imkanı bulmak asıl kazanımları olacaktır.
ABD o kocaman ve kirli gövdesine Afganistan’da yer açmaya çalışırken, itilen her taş bir diğerini etkiliyor. Bu, savaşın diyalektiği gereğidir. Bir kolunu Afganistan’a sokup karıştırmaya başlayan ABD, bir ahtapot gibi uzanan diğer kollarının faaliyetlerini durdurmuş değil. Bir bakıyorsunuz; Avrupa, geçen sene kabul ettiği Ermeni soykırımı karar tasarısını bu sene reddediyor. ABD, 1992’den beri Azerbaycan’a uyguladığı ambargoyu kaldırıyor. Hazar petrolleri açısından Kafkasya’nın önemi düşünüldüğünde, oradaki çekişme ve hesapların, daha sıcak sahnelerle dışa vuracağı görülür.
Bir yandan çatışan çıkarların oluşturduğu karmaşa; diğer yandan dünya halklarının direngenyüzü, ABD vb. güçlerin işini güçleştirmekte; meselenin “vurmaktan” ibaret olmayan zorlu bir süreci zorunlu kıldığı görülmektedir.
Bugün dünyada, emperyalizme karşı irili ufaklı pek çok tepki mevcuttur. Ancak bu tepkiler, aynı kanala akmadığı sürece, sonuç alabilirlik niteliği zayıf olacaktır. Aynı tepkilerin, dünyayı doğru kavrayan devrimci bir gücün yönlendiriciliğinde bir toplam oluşturması halinde ise, emperyalizmin abartılan güç ve varlığı zayıf kalacaktır.
NEDEN AFGANİSTAN?
Aynı soruyu belki de “Afganistan, emperyalizmin Orta Asya politikaları için neden vazgeçilmez?” diye sormak gerekiyor. Sahip olduğu petrol ve doğal gaz rezervleri açısından temel bir stratejik önem taşımayan Afganistan; coğrafi konumu sebebiyle, bu denli yoğun ve çaplı ilgiye maruz kalmaktadır. Çünkü, kuzeyindeki bölge, dünya ölçeğindeki tüketim açısından hayati bir öneme sahip. Bugün ABD Başkan Yardımcısı olan Dick Cheney, 1998’de büyük bir petrol şirketinin başındayken, “Hazar havzası kadar hızla stratejik önem kazanan başka bir bölge olacağını sanmıyorum” diyerek, bu önemin altını çizmişti. Bu noktada asıl sorun, bu petrol ve doğal gazın nasıl taşınacağıdır. Hazar havzasındaki fosil yakıtların Rusya ve Azerbaycan üzerinden taşınması, Rusya’nın Orta Asya Cumhuriyetleri üzerindeki insiyatifini arttırır. Boru hattını İran’dan geçirmek, ABD’nin İran’ı yalıtma çabasını darbeler. Çin üzerinden göndermek, en azından uzun yol nedeniyle ekonomik değildir. Geriye, ekonomik ve siyasi açıdan en elverişli güzergah Afganistan kalıyor. Böyle bir güzergah, ABD’ye hem enerji akışını çeşitli bölgelere yönlendirme hem de dünyanın en karlı pazarlarına hakim olma şansı verecektir. Güney Asya’da tam bir talep patlamasının olması, bu bölgeyi örneğin Avrupa pazarından daha cazip ve karlı kılmaktadır. İşte bu iştah kabartıcı olasılık, Afganistan’da “söz dinleyen istikrarlı bir yönetim”i zorunlu bir ihtiyaç haline getiriyor.
Afganistan’ın coğrafi konumunun önemi bir de ABD Enerji Enformasyon İdaresi raporunda ve üstelik 11 Eylül saldırısından birkaç gün önce belirtilmiş: “Afganistan’ın enerji açısından önemi, Orta Asya’dan Arap Denizi’ne yapılacak doğal gaz ve petrol ihracatında potansiyel bir geçiş yolu olarak, coğrafi konumundan kaynaklanmakta . Bu potansiyel, Afganistan üzerinde muhtemel doğal gaz ve petrol ihraç boru hatlarının inşasını da içermekte.” (abç)
Yukarıdaki nedenlerin yanına, askeri nedenler de eklemek mümkün. ABD’nin Güney Asya Cumhuriyetlerini denetlemek, bütünlüğüne veya istikrarına müdahale edebilmek amacıyla ihtiyaç duyduğu askeri üs için de Afganistan uygun bir coğrafyadır.
“Neden Afganistan?” sorusu yanıtlanırken, emperyalist güç ve odaklar tarafından başlatılan saldırının Afganistan olgusu ile sınırlı olmadığı, içsel ve dışsal başka boyutları olduğu da unutulmamalıdır. Bu konuda, geçmişte ABD Özel Kuvvetleri’nde görev almış olan Stan Goff’ın söyledikleri, ABD’nin niyetini kısa ve özlü biçimde tarif ediyor.
“Bush’un fiili yönetimi, bu olay sayesinde, bir dizi krizden kurtuluverdi. En azından, gayrımeşruluklarını yenmek için bu saldırılarının üzerine atladıklarını, ilerleyen ekonomik durgunluğun suçunu 11 Eylül’e attıklarını, çoktan hazır olan dış politika gündemlerini meşrulaştırmaya çalıştıklarını, içeride ise baskıcı önlemlerle muhalefeti susturmak istediklerini söyleyebiliriz.(…)
Gösterdikleri tepki 11 Eylül’e değil, dünya petrol üretimindeki kalıcı ve ölümcül düşüşün başlangıcına, derin ve uzun süreli bir ekonomik durgunluğa, emperyalizmin çözülüşüne karşıdır.”
BAĞIMLILIĞIN EN YÜKSEK AŞAMASI TAM TESLİMİYET VE KULLUK
Emperyalizm değişti, küreselleşme yeni imkanlar tanıyor, AB’ne cepheden karşı çıkış doğru değildir, vb. gürültü ve yönlendirmelerin eşliğinde emperyalizm, en vahşi karakteriyle varlığını sürdürüyor. Türkiye egemenleri ve onların sözcülerinin ulusal çıkarlar ve milliyetçilik adına seslerini yükseltmeleri ise, şarlatanlıktan ve ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. Uşakların ulusal politikası olmaz.
9 Kasım’da Cumhurbaşkanı Sezer’e, TBMM Başkanı İzgi’ye ve Başbakan Ecevit’e iletilen bir mektup, bu konuyu tartışmaya yer vermeyecek biçimde özetliyor. ABD Kongresi’nden 36 kişinin imzaladığı ve Bush’a “
Türkiye’ye iktisadi alanda yardım edelim.” çağrısında bulunan bu mektupta “Bugün, biz nasıl bir istekte bulunursak bulunalım, Türkiye koşulsuz olarak karşılamaya hazırdır.” denmektedir. Dönem dönem hamasi nutuklar atarak ” ABD içişlerimize karışamaz” diyenlerin, bıraktığı gerçek izlenim budur.
Ayrıca, emekli general Scowcroff’un başkanlık ettiği, Amerikan-Türk İş Konseyi (ATC)’nin Türkiye’yi ziyaretinde hükümete sundukları; ticaret, savunma, tarım, vb. ile ilgili şikayet ve talepleri içeren çalışma, bağımlılığın vardığı boyutu göstermek açısından önemli bir başka örnektir. Bu çalışmada şunlar talep edilmektedir:
-
Amerika’ya özel sanayi bölgesi.
-
Amerikan tarım ürünlerinin Türkiye’ye ihracatını kolaylaştıracak önlemlerin devreye sokulması (peynir, soya unu, mısır, buğday, meyve, muz, pirinç ve biranın ABD’den alımında sorunlar yaşandığı vurgulanıyor.)
-
Enerji politikası değiştirilmeli (ABD’li enerji tekellerinin çıkarlarına öncelik verilmeli)
-
Savunma (bu konudaki taleplerden biri, tankların modernizasyonunda ABD’li tekellere öncelik tanınması)
Yukarıdaki örneklerin de gösterdiği gibi tam bir kulluk ilişkisi içerisinde olan Türkiye’nin rolünü arttıran kimi plan ve adımlar, konunun yanlış anlaşılmasına; Türkiye’nin karar verici öznelerden biri konumuna yükseldiği intibaının gelişmesine sebep olabiliyor. Bu yanılgının yanında, böyle bir değerlendirmeyi -gönüllerde yatan aslan sebebiyle- bilinçli olarak yapanlar olmaktadır.
Gerçekte ise artan şey, Türkiye’nin bağımsız özne olarak rolü değil, emperyalizme hizmet anlamında rolüdür. Örneğin Ortadoğu ve Kafkaslar’da, Türki Cumhuriyetler üzerindeki etkisi de dikkate alınarak, Türkiye’ye daha önemli (ve tehlikeli) roller verilebilir. Hatta bu, yakın ihtimaller arasındadır. Ne var ki, Afganistan’da da olduğu gibi bu rol, tayin edicilik değil, taşeronluktur. Nitekim, Afganistan’ın kaderini belirlemek üzere Bonn’da düzenlenen konferansın, basına açık olan oturumunda bulunan Türkiye temsilcisi, kapalı oturuma alınmamıştır. Florida’daki Amerikan Karargahında hazırlandığı söylenen ve Afganistan’ın paylaşımını içeren plan da bu gelişmeyi besler karakterdedir. Bu plana göre; ABD, başkent Kabil ve güneyine yerleşecek. İngilizlere, Bagram Üssü ile birlikte ülkenin kuzeyi ve doğusu veriliyor. Fransızlar, Mezar-ı Şerif dahil kuzey bölgelerini alacaklar. Türkiye, Ürdün, Bangladeş gibi ABD müttefiki ülkelere ise, figüranlık düşüyor. Figüranlık kavramını biraz açmak gerekirse bu, emperyalist ülkelerin yapmak istemediği -bekçilik gibi- zorlu ve zahmetli işler anlamına gelmektedir.
Emperyalistler ülkeyi nüfuz alanlarına göre paylaşmaya başlarken, gerçekte Taliban’dan pek de farklı olmayan Kuzey İttifakı ile şimdilik barışık görünüyor. Çıkar temelinde kurulan, tutarlı ve kalıcı olmayan ilişkiler geliştirmek ve kontrolden çıkınca da düşman ilan etmek, ABD’nin (emperyalizmin) gelenekselleşmiş tutumudur.
EMPERYALİZM NEREYE?
Gerçekte, emekçilerin örgütlülüğü dahil, dünya sermayesinin önündeki tüm engellerin kaldırılması anlamına gelen küreselleşme; emperyalist irade tarafından hızla ve kararlılıkla uygulanmaktadır. Son olarak Katar’ın Başkenti Doha’da düzenlenen DTÖ toplantısında ABD’nin “Tarımda, sanayi ürünlerinde ve hizmet ticaretinde dünya pazarlarının daha fazla liberalize edilmesi ve bu pazarlara girişin maksimum düzeyde kolaylaştırılması” olarak özetlenebilecek talepleri, küreselleşme basamaklarına yeni basamaklar eklemek anlamına gelmektedir.
Dün; kendini mecbur hissettiğinde çeşitli tavizler veren uluslararası sermaye, bugün kendini engelsiz ve alternatifsiz görmekte ve mevcut kazanımları yok eden bir saldırganlıkla kapitalizmin en vahşi yüzünü sergilemektedir. Gerçekte ise kapitalizm, rakipsiz ve alternatifsiz değildir. Örgütlü karşı duruş bir yana, salt uygulamaların kendisinin bile sebep olacağı ekonomik çöküntü, sosyal gerilme, vb. nedenlerle sistem hiçbir zaman güvencede olmayacak, kendi mezar kazıcılarını kendisi -ve şimdi daha hızlı- yaratacaktır.
Örnek olarak tarımı ele alalım. Tarımda yapılmak istenen şey, tam liberalizasyondur. Bu, tarımda kapitalistleşme yani yığınsal üretim demektir. Böyle bir üretim ise milyar dolarlarla ifade edilen bir yatırımı zorunlu kılar. Dünyada şu anda söz sahibi olan tohum tekelleri, tarım tekelleri var; Cargil, Novartis, Monsanto gibi. Sadece Cargil, dünya tohum üretiminin yüzde yirmibeşini elinde tutuyor.
Tarım tekellerinin amaçladığı şey, tarım yapılacaksa, bunu kendilerinin yapması ve kendi hesabına çalışan küçük çiftçilerin yıkıma uğratılarak kendi işçileri haline getirilmesidir. Ancak bunun izleyeceği zorunlu istikamette tarım alanları, küçük köylüden, çiftçiden, toprak sahibinden arınacak ve kentlere doğru hücum eden, günlük ihtiyaçlarını bile karşılayamayacak kadar yoksullaşmış kalabalık bir nüfus ortaya çıkacaktır. Kentlerde daralmış olan istihdam olanaklarının üzerine binen böyle bir yük, iktisadi adımların, sosyal ve siyasal olandan bağımsız olamayacağını göstermektedir/gösterecektir. Bu bağlamda diyebiliriz ki, globalizmin iktisadi çerçevesi, onu güvenceye alan siyasi bir çerçeveyi zorunlu kılmakta ve bugün Afganistan’dan başlatılan saldırının özünde bu tür hesaplar yatmaktadır.
Sermayenin, bırakalım taviz vermeyi, doyumsuz bir saldırganlıkla harekete geçtiği ve kartlarını
çok açık oynadığı bu süreçte; diyalogla, iyi niyet gösterileri ile hak almaya çalışmak, saflıktan öte bir anlam taşımaktadır. Onlar, çalışan sayısını indirmenin ve verimi (gerçekte bu artıdeğer sömürüsüdür.) arttırmanın hesabını yaparken; yeter ki işten atılmayalım öngörüsü ile hareket etmek, reformizmin ve kendi gücüne inançsızlığın ifadesidir.
Sendika bürokrasisinin artık uzlaşmacı duruşunu kamufle etme koşulu kalmamıştır. Koşullar, ya teslimiyeti ya direnişi dayatmaktadır. Yaşanacak saflaşma, geçici olarak güç kaybı, örgütlülük kaybı, vb. olarak yansıyabilir. Ancak, potansiyeller doğru bir önderlik altında yönlendirilebilir ve hedefe taşınabilirse; sınıf düşmanlarının da onların emekçiler içindeki uzantılarının da huzurunu kaçırmak fazla zaman almayacak; sınıflar mücadelesi güne uygun kavga dinamikleri ile yoluna devam edecektir.