BİR KRİZİN PANORAMASI VE SÜRECE DAİR ANALİZLER
Bugün ülkede yaşanan ve giderek keskinleşen sınıf mücadelesinin nedenlerini kavrayabilmek için, sistemin iç işleyişini dün-bugün diyalektiği içinde irdelemek gerekiyor. Bu, genel bir doğrudur; egemen sınıfların emekçi sınıflarla olan çatışmalarının keskinleştiği dönemler, emperyalizmin krizinin giderek derinleştiği ve çözüm önerilerinin neredeyse bir biçimde iflas ettiği, dolayısıyla yeni arayışların gündeme geldiği dönemler olarak ortaya çıkar.
Bilindiği gibi, 1950’ler sonrasında yeni sömürgecilik olgusu dünya genelinde yukarıdan aşağıya geliştirilmiş, meta üretimi yaygınlaşmış ve nispi bir refah gündeme gelmişti. Savaş sonrasında yeniden imarın ve üretim araçlarının yenilenmesinin de etkili olduğu bu nispi refahın yayılmasıyla birlikte, pazar alanının gelişmesi sonucunda tekelci burjuvazinin krizinin bir ölçüde hafiflediği bir dönem yaşanmıştı. Bu süreç, 1970’lere gelindiğinde büyük oranda tamamlandı. 1968-69’larda başta metropol ülkelerde başlayan sol dalga, aynı döneme denk gelen ulusal kurtuluş hareketlerinin emperyalizme vurmuş olduğu darbelerin şiddetini arttırdı ve sömürü alanlarının daralmasının da etkisiyle emperyalizmin krizi giderek keskinleşti.
Bu süreçte yükselen öğrenci hareketleri veya yeni sömürge halklarının özgürlük mücadelesi krizi belirli oranlarda etkilemiş olsa da gerçekte kriz, kapitalizmin işleyişinden kaynaklanandı. Çünkü yeni sömürgecilik süreci, emperyalist tekeller arasında çok büyük bir merkezileşmeyi beraberinde getirdi. Çok az sayıda tekel, dünya ekonomisinde neredeyse belirleyici konuma geldi. Bu kadar kapsamlı bir tekelleşmeyle beraber, ürünlerin maliyetlerinin çok çok üzerindeki fiyatlarla (tekel karlarıyla) pazara sürülmesi sonucunda, geniş halk yığınları yoksullaşırken, tekelci burjuvazinin karları en üst noktaya çıktı. İşte tam da bu aşamada gündeme gelen kriz, aşırı üretimle gerekçelenmiş olsa da gerçekte eksik tüketim sebebiyle oluşmuş bir krizdi. Ürünler, gerçek mal oluş fiyatlarıyla değil de çok daha yüksek tekel fiyatlarıyla pazara sürüldüğünden, tüketimi için gerekli maddi kaynak da düşük ücret sebebiyle emekçi halklarda bulunmadığından istenen tüketim gerçekleşemiyordu. Bu kriz, kıtaların derinlemesine sömürüsü sonucu pazar alanının genişlemesiyle bir ölçüde hafifletilebilmiş ise de,1970’lere gelindiğinde artık o sürecin de sonuna gelinmişti. İşte tam bu süreçte kapitalizmin krizi derinleştiği oranda birdenbire kapitalizmin gerçek krizini gizleyebilecek tarzda başka görüngüde bir kriz yaratıldı. Bu, 1974 petrol krizi olarak ortaya çıktı. Gerçekte ise petrol krizi, emperyalist tekeller arasında rekabetin ürünü olarak suni biçimde yaratıldı. Çünkü OPEC ülkeleri olarak ortaya çıkan ve petrol fiyatlarını aşırı derecede yükselten ülkelerin neredeyse tamamına yakını ABD işbirlikçisi siyasal iktidarlar tarafından yönetiliyordu. ABD tekelleri bu ülkedeki siyasal yapılara tümüyle egemendi. Dolayısıyla OPEC olgusunu kesinlikle ABD politikaları dışında düşünmemek gerekiyor. Petrol fiyatlarının bu dönemde en az iki üç kat yükselmesiyle birlikte, petrole bağımlı olan ABD dışındaki ülkelerin ekonomileri gerilerken ABD ekonomisi krizi bir biçimde erteleyebildi.
1980’lere gelindiğinde ise artık bu sürecin de sonuna gelinmişti. Çünkü diğer ülkeler, farklı enerji kaynaklarına yönelerek kendi krizlerini aşmış ve yine emperyalistler arasındaki eşitsiz gelişimden kaynaklanan rekabet giderek derinleşmişti. Emperyalist tekeller bu kez de işgücü maliyetlerinin aşağı çekilmesi olarak adlandırılabilecek bir yöntemle krizi ertelemeyi denedi. Buna uygun olarak da o yıllara bakıldığında yaygınlıkla tartışılan, uluslararası yeni işbölümü ve serbest bölgeler olgusu ön plana çıktı. Buradan amaç şuydu; sömürü sürecinde emperyalist tekeller yeni sömürge ülkelerde burjuvazinin bazı kesimleriyle ittifak halindeydi ve sömürüden kaynaklanan gelirin bir kısmı o kesimlere pay ediliyordu. Yerel siyasi iktidarlara vergiler, v.b araçlarla kaynak aktarılıyor, ayrıca o ülkelerdeki savunma harcamalarına bir ölçüde katılmak zorunda kalınıyordu. Sonuçta emperyalizm bu kesime aktarılan kaynakları asgariye indirmeyi, her ürünü dünyada en ucuza nerede üretilebiliyorsa orada üretmeyi ve o ürünleri piyasanın çok altında fiyatlarla hem kendi ülkesine aktarmayı hem de ihraç etmeyi amaçladı. Bu şekilde hem yeni bir işbölümüyle her ürün dünyada en ucuz nerede üretiliyorsa sanayiyi oraya yönlendirmek gibi bir politika izlendi, hem de yeni sömürge ülkelere aktarılan kaynakları asgariye indirmek için bu ülkelerin kontrolü dışında serbest bölgeler oluşturuldu ve süreç 1990’lara kadar bu tarzda gelişti.
1990’larda reel sosyalist cephede yaşanan çözülme, sisteme yeni bir açılım fırsatı verdi. Globalleşme adı verilen, bütün dünyanın tek bir pazar olarak görülmesi ve buna uygun ekonomik, siyasal, mali sistemin dayatılması gündeme geldi. Aslında bu gelişme, 1970’lerde başlayan ve çeşitli biçimlerde ertelenen krizi bir biçimde, dönemsel olarak aşabilmenin bir aracı haline geldi. Bunun için, mali sermayenin bütün dünyada özgürce hareketinin önündeki bütün kısıtlamaların kaldırılması gerekiyordu. İkincisi, tüm mal ve hizmetlerin özgürce dünya pazarlarındaki değişiminin önündeki engellerin kaldırılması gerekiyordu. Üçüncüsü, yeni sömürge ülkelerin gümrük, vergi, vb. her türlü kısıtlamalarının asgariye indirgenmesi, hatta sıfırlanması hedeflenmişti. Bu şekilde ürünler çok ucuza ithal edilirken aynı zamanda yeni sömürge ülkeler birbirleriyle rekabet etmek zorunda bırakıldı. Çünkü yeni sömürge ülkelerde ihracat ekonomisi bir siyasal-ekonomik tercih olarak gündeme geldiğinde, metropol ülkelere ürünleri en ucuza satabilecek koşullarda üretebilen ülkelerin ürünleri alıcı buldu. Sonuçta yeni sömürge ülkeler arasında ürünleri en ucuza üretebilme konusunda korkunç bir rekabet başladı.
Anımsanacak olursa o süreçte yaptığımız değerlendirmelerde, yeni sömürge ülkelerde ürünlerin çok daha ucuza mal edilebilmesi için atılan adımların bu ülkelerle sınırlı kalmayacağını ve çok geçmeden bu olgunun metropol ülkelerdeki işgücünün de, üretimin de maliyetinin çok daha aşağılara çekilmesini dayatacağını, yoksa bu ülkelerdeki sanayileşmenin tümden yeni sömürge ülkelere kayacağını vurgulamıştık. Ve gerçekten de gelişme bu doğrultuda oldu. Sonuçta globalleşme sürecinde bugün gelinen noktada örneğin Çin, Hindistan gibi nüfusu bir milyarı aşan ülkelerde işgücünün maliyeti aylık 40-50 dolara kadar düştü. Dolayısıyla işgücünün maliyetindeki düşüklük, bu ülkelerde aşırı üretime rağmen kendi tüketimlerinin kısıtlı kalmasına yol açtı. Bu ülkelerde yapılan muazzam ve çok ucuza üretim, başta ABD olmak üzere dünyanın temel tüketim toplumunun talebini karşıladı. Ve başlangıçta bir biçimde kriz ertelendi. Çünkü Çin, Malezya, Endonezya gibi ülkelerde üretilen çok ucuz ürünler metropol ülkelerdeki işçi, emekçi sınıfların alımına sunulduğunda onların yaşam standartlarında çok önemli bir gerilemeye yol açmadı. Ancak bu ülkelerden gelen ürünlerle ihtiyacın karşılanmış olması yerel sanayileri geriletti. Metropol ülkelerde yatırımlar düştü, işsizlik %11-12’lere tırmandı, bunun yanında bir de sürekli olarak yaşanan %6-8’lere varan enflasyon bu ülkelerin ekonomilerinin temel hastalığı haline geldi. Örneğin ABD, enflasyonu azdırmamak gerekçesiyle bu dönemde sürekli olarak faizleri %5-6 oranlarında tuttu. Merkez bankasının faiz oranlarını bu kadar yüksek tutmasının amacı tüketimi aşağı çekmek, tüketime zaten yönelen kesimlerin aşırı tüketim talebini banka kredileriyle finanse etmesini engellemekti. Fakat ABD, yüksek faiz politikasıyla enflasyonu engellemeye çalışmasına rağmen, daralan ekonominin ihtiyaçlarını karşılamak açısından özellikle 1995’li yıllardan itibaren başka bir alanda ekonomiyi canlandırmayı denedi. Bunun için, yeni sömürge ülkelerden ithal edilemeyen tek ürün konumunda olan inşaat sektörünün finanse edilmesi ve o kesimin canlandırılması politikası benimsendi. Bunun sonucunda, 30-40 yıl vadeli, oldukça düşük faizli kredilerle ve çok güvenli olmayan aracı sigorta kurumlarının da sorumluluk üstlenmesiyle aşırı bir konut patlaması, inşaat sektöründe bir canlanma yaşandı. Ve bu, ABD ekonomisinde bir krizin tümüyle ortadan kaldırılması yerine ertelenmesine yol açtı. Ama ekonominin sürekli artan oranda dışardan gelen ürüne bağımlı olması sebebiyle, işsizlik giderek arttı, gelir düzeyi düştü ve bugün konuşulan kriz gündeme geldi.
Bugün en çok ABD ekonomisini etkilemiş olduğu için onunla anılan, konut sektörüne dayalı Mortgage denilen sistemle iç ekonomiyi canlı tutmak biçimindeki politika, AB ülkelerinde de uygulanmaktadır.
Başta İngiltere olmak üzere Almanya, Fransa, Hollanda, vb ülkeler ekonomik tıkanıklığı aşmada konut sektörünün desteklenerek güçlendirilmesini tercih ettiler. Örneğin Hollanda’da kent merkezlerine yakın bölgelere 2. Dünya Savaşı’ndan beri konut yapılması yasak olmasına rağmen, son 15 yılda oralarda da yapılaşma hızlı bir şekilde yaygınlaştı. Ama bu konuda en keskin süreç İngiltere’de yaşandı.
Avrupa’da, özellikle de ABD’de mortgage tercihi, belirli bir süre için krizin bir ölçüde de olsa ertelenmesine imkân tanıdı. Ancak sonuçta gerek mortgage tarzında uzun vadeli borçlanmalarla gerekse yeni sömürge ülkelere aktarılan olağanüstü kaynaklarla dünya ölçeğinde üretilen mal ve hizmetleri 7-8 kez satın alabilecek kadar muazzam bir alım gücü oluştu. Bu alım gücünün karşısında, alınabilecek mal ve hizmetlerin sınırlı kalması bir köpük yarattı. Bu, sistemin tıkanmasının kaçınılmazlığının da işaretiydi.
Tıkanma, önce konut kredisi kullanan kişilerin ödeme güçlüğü çekmesi tarzında yansıdı. Sürecin ilk tetiklemesi 2004 yılında oldu. ABD’de yüzbinlerce konuta bankalar el koydu. El konulan konutların satışıyla kriz gene birkaç yıl ertelendi. Ancak bir süre sonra bankalar ve aracı kuruluşlar el koydukları konutları satamaz oldu. Ellerinde, yüzbinlerce konuttan oluşan, satmak istendiğinde alıcısı bulunmayan ve sonuçta ticari hiçbir değeri olmayan muazzam bir fon birikti.
Konut sektöründe canlanma yaşandığı süreçte, kredi kartı kullanımından inşaat sektörüne ara mal üreten kesimlere kadar geniş çaplı bir dinamizm gündeme gelmişti. Bu nedenle, konut sektöründe yaşanan kriz, bankaları olduğu kadar inşaat sektörüne yardımcı olan, o alana ürün satan kesimleri de etkiledi. Yani yaşanan sadece bankaların parasının geri dönememesinden kaynaklanan bir kriz değildi. Gelişmeler, aynı zamanda Amerikan ve bir ölçüde AB ekonomilerini ayakta tutan sektörlerin (sadece o bölgede üretim yapabilen başka bölgelere ürün ihraç etmesi mümkün olmayan sektörlerin) de krize girmesine yol açtı.
Aşağıdan yukarıya başlayan kriz, şimdi en büyük bankaların çöküşüne yol açıyor. Anımsanacak olursa daha önce de yaptığımız değerlendirmelerde Mortgage’nin neden değil sonuç olduğunu söylemiştik. Gerçekte yaşanan bir sistem kriziydi ve Mortgage, krizi erteleme ihtiyacına bağlı olarak gündeme gelmişti. Ve bugün bünye (sistem), hastalığa ek olarak yapılan zorlama operasyonun (mortgagenin) yan etkilerinin de yükü altında kalmış durumda.
YAŞANAN BİR BÜTÜN OLARAK EMPERYALİST KAPİTALİST SİSTEMİN KRİZİDİR
Bugün yaşanmakta olan kriz, bankacılık sisteminin krizi gibi görünmesine rağmen, yukarıda da belirttiğimiz gibi bu, kapitalist sistemin varolan çelişmeleri aşmak amacıyla başvurduğu yöntemlerin kimi araçları öne çıkarmış olması sebebiyle düşülen bir yanılsamadır. Gerçekte sistem global düzeyde bir kriz içindedir. Mortgage gibi bu süreçte kredi kartları da bir kredilendirme yöntemi olarak kullanıldı. Gerçekte kredi kartı, ortaya çıkışı bakımından günlük alışveriş için bir ödeme aracıdır. Ama kimilerinin salt ülkemize özgü zannettiği, “kredi kartıyla uzun vadeli satışlar”ın gerçekte Amerikan toplumunda da çok yaygın olduğu ve bütün dünyada kredi kartlarının aynı zamanda uzun vadeli ama oldukça pahalı bir kredilendirme yöntemi olduğu ve ekonominin bir ölçüde krizini erteleyen işlev gördüğü ortaya çıktı. Günümüzde artık sadece banka kredilerinin değil, kredi kartlarının kullanımından kaynaklanan uzun vadeli borçların da ödenmesinde sorunlar yaşanmaya başlandı.
Krizle beraber, tüm müdahalelere rağmen bankaların batması engellenemiyor. Ve bugün artık para, daha önce olduğu gibi en yüksek kar getiren yere değil en güvenceli yere yönelmiş durumdadır. Bu nedenle artık bir bankanın batması, bir biçimde onunla diyalogu olan diğer bankaların sarsılma yaşaması, muazzam para hareketlerine, alım ve satımlara yol açıyor ve önce o mali sektörde sonra onunla ilintili olan diğer sanayi kesimlerinde büyük düşüşler söz konusu oluyor.
Gerçekte borsadaki düşüşler, mali sistemde bazı bankaların karlarının azalması, zarar etmesi ve hatta iflas etmesi yeni bir olay değildir. Hemen her dönemde bazı bankalar veya kimi büyük ticari şirketler zarar eder, iflas eder, mülkiyeti el değiştirir. Bu tek başına paniğe sebep olacak bir olgu değildir. Bu nedenle, bugün yaşanmakta olan olayların kapitalizmin içerisindeki doğal işleyişle ilintisinin ne olduğuna bakmak gerekiyor. Bu, iyi bir piyasa araştırması yapılmadan verilmiş olan ve geri dönmeyen kredilerin batmasıyla ortaya çıkan, yani kötü yönetimden kaynaklanan bir olgu değildir. Aksine bankacılık sistemini bir bütün halinde tehdit etmektedir. Ayrıca, geri dönemeyen kredilerin büyük bir yekûn tutmuş olması, bu bankalar tarafından finanse edilmiş olan diğer büyük sanayi kesimlerinin daha zor koşullarda kredi bulmalarına yol açıyor. İkincisi, kredi köpüğüne, ucuz mali krediye dayalı olarak artmış, canlanmış olan dünya ticaretinin giderek daralmasını beraberinde getiriyor. Bu daralma, zaten kriz halinde bulunan sanayinin krizinin derinleşmesine yol açıyor. Bu nedenle, ortaya çıkan krizi bir tek Amerikan, İngiliz bankalarının batmasıyla sınırlı bir olay olarak görmek doğru değildir.
Dünyada para hareketliliğindeki esnekliğin, pazarın genişlemesinin sonuna gelindiğini, bundan sonra pazarda bir daralma yaşanacağını söyleyebiliriz. Bu daralma çeşitli biçimlerde dışavuracaktır. Birincisi, pazardaki daralma başlangıçta pazar için üretim yapan yeni sömürge ülkelerin ekonomilerinde bir tıkanmayı getirecektir. Çünkü artık bu ülkelerin üretmiş olduğu ürünleri ihraç etmesi daha zor olacaktır. Bu durum daha zorlu bir rekabetin önünü açarken, ürünleri çok daha ucuza üretebilen ülkeler ancak ticarette yer alabilecek ve sonuçta yeni sömürge ülkeler arasında emeğin maliyetini daha aşağı çekme konusunda yeniden bir rekabet yaşanacaktır. İkincisi, bankaların alacağını tahsil etmek için tüketicilere uygulayacağı baskı ve hatta saldırı, yaşam koşullarında giderek bir gerilemeyi beraberinde getirecektir. Yani kriz bankalarla sınırlı olmayacak, halkın yaşama seviyesinin, alım gücünün giderek azalacağı ve ekonominin metropol ülkelerde de daralacağı bir süreç yaşanacaktır.
Bugüne kadar Amerikan Merkez Bankası, mevcut politikayı sürdürmek için enflasyonu engellemek bahanesiyle yüksek bir faizi tercih etmişti. Çünkü yüksek faiz, banka kredisine dayalı olan tüketimi kısmanın bir aracıydı. Bir süredir uygulanan bu politikadan Amerikan Merkez Bankası vazgeçmiş durumda. Son bir yılda faizler, %5,5’lardan %2,5’lara kadar düşürüldü.
Amerikan Merkez Bankası’nın faizleri düşürmesinden, ekonomiye faizleri düşürerek müdahale etmesinde temel amaç, yatırımcının bankalardan kredi kullanarak yatırım yapması ve dolayısıyla ekonominin canlandırılmasıdır. Bu, eskiden başvurulan, Keynesçi bir modeldir. Ülkede karşılıksız para basarak, bir biçimde krediler yaratılarak %2.5’luk bir enflasyon daha başlangıçta kabul edilerek, %6-7’lik büyümelerin yakalanacağı tezi, Keynes’in temel tezidir. Yani globalleşme süreciyle reddedilen, yok sayılan bir model bir biçimde dolaylı yoldan uygulamaya konuluyor. Aynı şekilde, batmak üzere olan bankalar devlet tarafından satın alınarak ya da doğrudan ödemeler yapılarak kurtarılıyor. Bu da, neo-liberaller tarafından savunulan, devletin ekonomik gelişmeler karşısında bağımsız ve tarafsız olması, müdahale etmemesi fikrinin tersyüz edildiği anlamına geliyor.
Peki, ABD Merkez Bankası’nın faiz indirimi politikası bir çözüm olabilir mi? Eğer bir toplum, dünyadaki toplam tüketimin dörtte birine eşdeğer oranda bir tüketimi tek başına gerçekleştirecek aşamaya gelmişse; tüketim, temel siyasi-ekonomik aktivitenin %70’ini oluşturuyorsa; o ülkede kredi faizlerinin düşürülmesi, sadece yatırımı değil tüketimi de körükleyecek ve sonuçta bu müdahale, ekonomik bir canlanma yaratmaktan çok bankacılık sisteminin daha da bunalıma girmesine yol açacaktır. Bununla beraber, aşırı tüketim enflasyonu büyütürken, enflasyon emekçi halk kesimlerinin satın alma gücünü düşüreceği için ekonomide giderek bir daralma yaşanacaktır. Kısacası, Amerikan, İngiliz ya da genel olarak AB ekonomisini faiz politikalarının kurtarması mümkün değildir. Faiz indirimleri ilkin psikolojik olarak durumun biraz düzelebileceği hayalini yaratacak, ama gerçeğin hayalle aşılamayacak kadar büyük olduğu görüldüğünde, moral etki tersine işlev görecektir.
Amerikan Merkez Bankası, faiz indirimleriyle beraber açıktan bazı şirketleri desteklese de dünya ekonomisinde her yıl %2-3’lere varan bir çöküş, gerileme süreci hemen hemen kaçınılmaz görünüyor. Bu çöküşe şu anda emperyalist tekeller tarafından bir çözüm bulunabilmiş değildir. Yani ne faiz politikasıyla, ne de batan ya da batma tehdidi altında olan firmaların devlet tarafından finanse edilerek kurtarılmasıyla bu ekonomik kriz engellenemez.
Kriz, 1929’da olduğu gibi global olarak giderek geriye doğru bir düşüşe yol açıyor. Ama, kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası nasıl ki büyümede emperyalist ülkeler arasında eşitsiz bir sürecin yaşanacağını ön görüyorsa, çöküş sürecinde de her ülkenin bu tür krizlere, daralmalara karşı direncinin eşit olmayacağı, etkilenmenin farklı düzeylerde yaşanacağı düşünülebilir. Sürece dair bilinmesi gereken bir diğer boyut, emperyalist tekellerin sahip oldukları ekonomik, siyasal, askeri, vb olanaklar nedeniyle bu tür krizlerin ağır yükünü, genelde emekçi halkların özelde yeni sömürge ülkelerin sırtına yıkmak için her yolu deneyebilecek olmasıdır. Bunun için örneğin emperyalist tekeller, paranın değerinin düştüğü bu koşullarda ellerindeki kaynakları, uygun güvenceyi verecek ülkelerde yatırıma dönüştürmeyi tercih edecektir. Bugüne dek varolan kredi köpüğü nedeniyle kolaylıkla kredi bulabilmiş ama güven verme konusunda ikna edici olmayan ülkelere ise yatırımlar giderek zorlaşacaktır.
Önümüzdeki süreç bu biçimde gelişirken, direnme potansiyeli taşıyan ülkeler krizi aşma şansına daha fazla sahip olacaktır. Örneğin Çin, geçen yıl 80 milyon insanın yaşama standardını asgari düzeyin üzerine çıkarma hedefini devlet politikası olarak benimsedi ve bunu gerçekleştirdi. Bu yıl 120 milyon insanın yaşama standardını asgari düzeyin üzerine çıkarmayı hedefliyor. Bu veriler, Çin’in ihracat ekonomisi olmanın ötesinde, muazzam nüfus potansiyeli nedeniyle, uluslararası pazara yönlendirebileceği tüketim ürünlerini kendi iç pazarına da yönelterek krizden en az etkilenebilecek ülkeler arasında yer alabileceğini gösteriyor. Ayrıca Çin, bugüne kadar olduğu gibi sahip olduğu dış ticaret fazlasıyla ABD devlet tahvilleri satın alırken, bunun bir kısmını kendi ülkesinde halkın tüketim talebini arttırma yönünde uzun vadeli krediler biçiminde değerlendirebilir. Yani bugün ülkelerin çoğunluğu, artık gelişi kesinleşmiş olan global krizden en az zarar görebilmenin imkanlarını zorlayacaktır. Bu tür olanaklara sahip olmayan ülkeler ise, daralan dünya pazarında payını koruyabilmek amacıyla ürünleri daha ucuza üretme politikasına yönelecektir. Bu da maliyet içerisinde en önemli unsur olarak bilinen ücretlerin aşağı çekilmesini beraberinde getirecektir. Beklenmesi gereken bir diğer sonuç da yeni sömürge ülkelerde emperyalist yağmanın dışında kalabilmiş ne varsa (menkul, gayrimenkul) her şeyin yağmalanmasıdır. Bunun için, mevcut iktidarlardan yağmanın önündeki her engelin kaldırılması istenecek, bu işi yapabilecek olan siyasi iktidarlar ayakta kalacak, bunu yapamayanlar emperyalist tekeller tarafından bir biçimde devre dışı bırakılacaktır.
Gelişmelerin gündeme getirmesi muhtemel bir diğer olgu da yeni sömürgelerde bugüne dek uygulanan politikanın tersine, korumacı önlemlerin devreye sokulmasıdır. Emperyalist tekeller, yeni sömürge ülkelerdeki yatırımlarının güvenliğinin ve karlılığının korunması, pazar anlamında başka ülkelerin ürünlerine karşı gözetilmeleri, vb nedenlerle korumacı önlemlere tekrar yönelebilir. Metropol ülkelerde zaten bir süredir korumacılık yönünde bir eğilim gözleniyor. Çeşitli ülkeler tarafından bu açıkça dillendirilmeye başlandı. Korumacılığın salt bir düzenlemeden ibaret olmadığını, yerel siyasi iktidarların güçlenmesi, halk üzerindeki baskı ve otoritesinin artması anlamına geldiğini bilmek, muhtemel zincirleme etkilere hazırlıklı olmak açısından önemlidir. Örneğin Türkiye’de yabancı sermaye oranı %70’ler civarındadır. Krizin derinleşmesiyle el değiştirme sürecinin giderek hızlanacak olması sebebiyle bu oran %80-90’lara kadar çıkabilecektir. O durumda Türkiye’de gündeme gelebilecek korumacı önlemler, ülkeye yerleşmiş olan emperyalist tekellerin korunması anlamına gelecek ve sonuçta zarar görecek olan, ekonomik ve demokratik hakları yok edilmiş emekçi halklar olacaktır.
TÜRKİYE, KRİZ VE SONUÇLARININ HABER VEREREK GELDİĞİ BİR ÜLKEDİR
IMF aracılığıyla emperyalist tekeller tarafından Türkiye’ye dayatılan yaptırımlardan SSGSS yasası tek başına emperyalistlerin niyet ve beklentilerindeki çıta yüksekliğini ele veriyor. Eğitimin, sağlığın ve sosyal güvenliğin bütünüyle tekellerin insafına bırakılması isteniyor. Ve giderek yeşil alanlardan akarsulara, kıyılardan maden yataklarına dek her alanın yok pahasına emperyalist tekellere açılması istenecek. Bu arada yabancı tekeller, asgari ücretin neredeyse Çin, Hindistan düzeyine çekilmesi yönünde bir dayatma içinde ve bunu Türkiye’ye yatırımın koşulu sayıyor.
AKP’ye IMF tarafından dayatılan yaptırımlar, bugüne dek hiçbir iktidarın dokunmaya cesaret edemediği türden hakların gaspını da içeriyor. AKP, bugüne kadar ki 5-6 yıllık iktidarı boyunca, bu tür hassas konularda IMF’ye adeta “havet” diyerek, bir anlamda zamana oynamıştı. IMF’yle aynı düşüncede olsa da çok güçlü muhalefet olacağı düşüncesiyle söz konusu haklara dokunmayı zamana yaymıştı. O süreçte gerek dünya ölçeğinde mevcut kredi köpüğü nedeniyle, gerekse de banka faizlerinin %3-4 olduğu bir dünyada %15-16 net faiz veren bir ülke olması ve geri ödeme güvencesi vermesi sebebiyle kredi bulabilmekte güçlük çekmemişti. Ama bugün dış ticaret dengesizliği, cari açıkta artış, bütçe açıkları, vb. düşünüldüğünde, artık Türkiye ekonomisi gelecekte borçların ödenebilirliği konusunda bir güven vermediği için sadece doğrudan yatırımlar aracılığıyla sermaye sağlayabilecektir. Geçen yıl doğrudan sermaye girişleri büyük oranda azaldı. Hele son üç ayda neredeyse durma noktasına geldi. Ve artık, IMF’nin taleplerine tümüyle ‘evet’ demeden böyle bir kaynak akışı mümkün görünmüyor.
Önümüzdeki süreçte emperyalist ülkeler kapıya dayanan krizin yükünü yeni sömürgelere aktarma yönünde politikalar geliştireceği için Türkiye gibi ülkelere kriz daha katmerli bir şekilde yansıyacak. Bu durumdan, iş çevrelerinden emekçi kesimlere kadar herkes belirli oranlarda etkilenecek. Ve egemen sınıflar arasında korkunç bir rekabet başlayacak. Bu rekabette büyük bir kesim tasfiye olurken, bir kesim sadece ayakta kalabilecek. Yani emperyalist tekeller arasındaki çelişme ve kriz derinleştikçe, Türkiye’deki egemen sınıflar arasındaki çelişme de, ayakta kalabilmek için çatışma da giderek artacak, bu artışla birlikte mevcut kaynaklara el koyma süreci hızlanacaktır. Bugüne kadar bu tarzda yoğun sömürü yaşamamış olan Türkiye gibi ülkelerde, böyle bir sürecin emekçi yığınlar tarafından tepkisiz kabul edilebileceğini düşünmek mümkün değil.
Emperyalist odakları ve işbirlikçi kesimleri Türkiye nezdinde cesaretlendiren olguların başında, emekçi kesimlerin devrimci bir alternatiften yoksun olması ve mevcut iktidarın bu nedenle, dayatılan her şeyi kabul etmeye hazır bir duruş sergilemesidir. Tam da bu noktada Türkiye’de egemen sınıflar arasında yaşanan konjonktürel bir çatışma öne çıkıyor. Bu soruna daha önce de çeşitli konu bağlamlarında yer verdik. Anımsarsak; Türkiye’de, cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte ortaya çıkan ve cumhuriyetle tarihsel gelişim içerisinde özdeşleşen, devlet bürokrasisiyle ve orduyla iç içe geçmiş bir oligarşi vardır. 1960’ta da ‘71 ve ‘80’de de darbelerin nedenlerinden biri de bu egemen ittifak arasındaki çelişmelerdir. Son yıllarda özellikle AKP ile beraber farklı bir sermaye birikim modelinin önü açıldı ve giderek gerek siyasal iktidarla gerekse küresel sermayeyle çıkar ortaklığı, bu kesimin nüfuzunu da çatışma imkanlarını da büyüttü. Hatta bugün petrol fiyatlarının artışı sebebiyle, AKP’nin sermaye ilişkilenmesi içinde olduğu Körfez ülkelerinde oluşan muazzam kaynakların ülkeye akışının da hedefleniyor olması, çatışmayı derinleştirebilecek olgulardan biridir.
AKP’nin bugün, kendisine yandaş kesimleri emperyalist tekeller adına yapılacak yağmadan yararlandırarak yaşanacak krizden en az zararla çıkmalarını sağlamanın da hesabı içinde olması, çelişmenin boyutunu ve çatışma potansiyelini büyütüyor.
Çatışma, oligarşi içi egemen sınıflar arasında bir çatışma olsa da AKP’nin tarikatlara kadar uzanan ve daha başlangıçta bu tür bir çatışmanın tarafı olmayı reddetmeyen bir iktidar yapısına sahip olması, sorunu daha da karmaşıklaştırıyor. Görünüşteki mevzilenmeye göre çatışma, ordu ve devlet içersindeki bürokrasiye dayalı olarak varlığını sürdürmek isteyen oligarşik kesimle, AKP’yle bütünleşerek varlığını sürmek isteyen egemen kesimler arasında yaşanıyor. AKP karşıtlığıyla bilinen kesim, mücadelede konjonktürel ihtiyaca bağlı olarak bazen laikliği, bazen Kürt sorunuyla da ilişkilendirerek milliyetçiliği eksen almakta, bazen de son olaylarda olduğu gibi emekçi yığınların demokratik eksende sürdürmüş olduğu mücadeleye sahip çıkarak bir biçimde kendisine taban yaratma mücadelesi vermektedir.
Gerçekte oligarşinin AKP ve yandaşlarıyla çelişme halinde olan kesimlerinin AKP’ye karşı tek başlarına bir iktidar mücadelesini sürdürmesi ya da emperyalizme, AKP yerine kendisinin tercih edilmesi konusunda somut bir öneri vermesi mümkün değil. Bu nedenle çatışmanın bir sermaye çatışması olduğu bir anlamda gizlenmekte ve toplumun çeşitli konulardaki duyarlıkları öne çıkarılmaktadır. İşte tam da bu noktada Marksizm’in “iktidarın kim olduğu” tespitine bakmak gerekiyor. Eğer bir siyasal yapılanma topluma sadece kendi dayandığı sınıfın tercihlerini sunuyorsa, iktidar olma şansı yoktur. Bunun tersine, bir sınıfın siyasal yapılanması kendi sınıfsal taleplerini, toplumun bütününün talepleriymiş gibi sunabiliyorsa iktidar olma şansı yüksektir. İşte bu önermeden hareketle, devrimci alternatifin olmadığı bu koşullarda oligarşi içinde bir kanada dayanmış olan, cumhuriyet mitinglerinden tanıdığımız kesimin Türkiye’de geniş halk yığınlarının muhalefetini örgütleyebilme, yedekleyebilme şansına sahip olduğunu söyleyebiliriz. Gerçekte böyle bir potansiyele sahip olduğunu hem kendileri hem karşılarındaki AKP iktidarı biliyor.
Önümüzdeki dönemde AKP’nin söz konusu yasaları çıkarmak zorunda olduğunu ve yağmanın daha da yoğunlaşarak süreceğini düşünürsek, emekçi sınıfların artık dayanılmaz hale gelmiş olan yaşam koşulları nedeniyle mücadelesinin yükselmesinin kaçınılmaz olacağını görürüz. O süreçte, duruşunu AKP karşıtlığıyla örtüştüren sermaye kesiminin temsilcileri, bir biçimde emekçilerin mücadelesinin içinde yer alarak hatta belki halkın beklentileri ile kendi beklentilerini kaba da olsa bir programla ortaya koyarak geniş halk yığınlarını yedeklemeye çalışabilir. Bu olasılık ortaya çıktığı oranda, çatışmanın araçları çeşitlenebilir ve toplumda hiç beklenmedik kişiler hedef tahtasına konabilir.
Geçtiğimiz günlerde, çatışmanın yoğunlaştığı bir noktada İlhan Selçuk’un ve Alemdaroğlu’nun hedef tahtasına konarak gözaltına alınmasını, sınıfsal duruşlarıyla açıklama şansımız yok. Söz konusu kişiler bir anlamda, AKP’nin kararlılık gösterisine kurban edilmiştir. Diğer bir ifadeyle AKP, İlhan Selçuk’u gece 04.00’te gözaltına aldırarak, kapatma davası karşısında sessiz kalmayacağının ve her şeyi yapmaya hazır olduğunun mesajını vermiştir.
Anımsanacak olursa, 2002’de AKP iktidara geldiğinde, tabanına türban, vb taleplerle gitmeyeceğini, ancak ne zaman mücadele keskinleşir, boyutları derinleşirse o zaman kendi tabanını sağlama almak için dinci motifleri kullanma ihtiyacı duyabileceğini söylemiştik. İşte bugün tam da mücadelenin keskinleştiği aşamada AKP, “ben senin her koşulda taleplerini savunuyorum” noktasında kendi tabanını etrafında tutmak istiyor. Kendi tabanının da büyük bir kısmının emekçi kökenli olması ve son sendika eylemlerinde görüldüğü gibi giderek tepki oranını yükseltmesi karşısında AKP’nin bulmuş olduğu çözüm, türban sorununu sürekli canlı tutmak ve bu eksende bir yapılanma oluşturmaktır. Bunun karşısında çatışmanın diğer kutbundaki sermaye kesimi ve temsilcileri de türban konusundaki tavrını sürekli canlı tutarak, AKP’ye karşı bir politikayı sınıfsal mücadele içerisinde harmanlama yoluna gidiyor.
Aslında AKP’yi kapatma amacıyla hedefe koyan süreç de yeni değildir. Ve diyebiliriz ki, Milli Selamet Partisi’nin, Refah ve Fazilet Partisi’nin kapatılmasına gerekçe olan olaylar bugün yaşanan olaylara göre çok daha geri düzeydeydi. Başsavcının hazırlamış olduğu iddianameye bakılırsa, sorgulama türban olayının ötesinde 1950’lere dek uzanmış. Bu hareketin nasıl başladığından tarikat örgütlenmelerine ve devleti aşağıdan yukarıya ele geçirme mücadelesine kadar her şey ortaya konduktan sonra, türban olgusu bunun üzerine oturtulmuş.
Yani iddianame, topyekün bir şekilde AKP iktidarına ve onunla işbirliği yapan sınıfsal yapıların hepsine bir meydan okumaydı. Eğer çok basit bir kapatma davası olsaydı veya salt türban üzerinden gelinmiş olsaydı, AKP kesinlikle bu kadar yüksek perdeden tepki göstermez ve bugün olduğu gibi kamuoyunda kolay teşhir edilebilecek açıklar vermezdi. Ama iddianamede neredeyse bu kesimin son 50 yılı sorgulanıyor.
Kısacası, bir süredir varlığından ve giderek keskinleşme olasılığından söz ettiğimiz sermaye çatışmasındakılıçlar çekilmiştir. AKP, kapatma davasının Ergenekon davasına tepki olarak açıldığını söylese de, gerçekte, kapatma davasına dair hazırlık çok daha öncesine dayanıyor. AKP’nin de başsavcının böyle bir hazırlığı olduğunu bilmemesi mümkün değildir. Bu bağlamda, Hrant Dink cinayetinden beri böyle bir tasfiye hareketi söz konusu olsa da, bir reaksiyon davasından söz edeceksek, iddiaların tersine, Ergenekon’un hazırlanmakta olan kapatma davasına karşı açıldığını söyleyebiliriz. Bu süreç ve çatışma hamleleri derinleşerek devam edecektir. Bu aşamadan sonra tarafların hiçbir şekilde geri adım atma şansı yoktur. Aynı şekilde, siyasal iktidarın giderek ekonomik-demokratik mücadeleye ve hatta eleştiriye karşı tahammülsüzlüğü, agresifliği devam edecektir. Bu nedenle gelişmeler, çok daha baskıcı bir dönemin başlangıcı olarak okunmalıdır.
Ekonomik krizin ayak seslerine siyasal krizin de ayak sesleri eşlik ediyor. Süreci 1929’a benzetirsek; o zaman ekonomik krize nasıl faşizm eşlik etmişse, bugün de bir anlamda faşizmin sertleşmesi eşlik edecek. Bu nedenle, örneğin İlhan Selçuk olayına veya şimdiye kadar hakkında dava dahi açılmamış olan İşçi Partisi’nin yöneticilerinin tutuklanmasına tekil bağlamda açıklamalar, gerekçeler aramak, gelişmelerin yönünü doğru okumayı güçleştirir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi gelişmeler, başka bir sürecin başlangıcına işarettir. Bunu, AKP’nin ya da onunla çıkar ilişkilenmesi içinde olan egemen sınıfların ve emperyalizmin, egemenliğini her koşulda hiçbir sınır tanımadan sürdürmek için her türlü aracı eskisine göre daha pervasızca kullanacağı bir dönemin başlangıcı olarak algılamak gerekiyor.
AKP’nin emperyalizmin bölgedeki askeri ihtiyaçlarından yasal düzenlemelere kadar hiçbir konuda itiraz şansı yoktur. AB süreci tıkanmış, iş çevreleri ümidini kesmiştir. Süreç giderek AKP’nin kitle desteğini daraltırken, onunla çatışma halindeki sermaye kesiminin temsilcilerine desteği arttıracak gibi görünüyor. Sonuçta AKP için o rahat geçen ve adım adım örgütlendiği dönem sona ermiştir. Şimdi gerginliği tırmandırarak gücünü gösterme dönemi başladı. Önümüzdeki süreçte okullarda, mahallelerde, alanlarda çatışmaların giderek artması beklenmelidir. Sistem, çeşitli açılardan böyle bir hazırlığın içindedir. Sokaklardaki güvenlik terörünü bununla ilişkilendirmek abartılı olmaz.Devrimcilerin doğal tabanı olarak bilinen halk kesimlerinin, böyle bir süreçte alternatifsiz kaldığı oranda, “AKP karşıtlığı” yanılsamasına düşme ve gerçekte tarafı olmadığı bir çatışmanın figüranı olma olasılığı zayıf değildir. Bu nedenle devrimciler, örneğin 1 Mayıs’ta Taksim’de olmak gibi günün ihtiyaçlarına cevap vermeyen hedeflerle sınırlarını daraltmak yerine süreci doğru okumalı ve kitlelerin karşısına bütünlüklü bir alternatifle çıkmanın yollarını aramalıdır. Tüm enerji ve imkanlar bu amaca seferber edilmelidir.
8 NİSAN 2008
DEVRİMCİ HAREKET