8 MART KAVGAYI DA SEVGİYİ DE
DOĞRU YERDE MAYALAMANIN SEBEBİ OLSUN
Bir 8 Mart sürecine daha girdik. Kadının özgürleşme mücadelesini simgeleyen 8 Mart’ta, özellikle son yıllarda giderek artan biçimde Feminist ölçü ve değerlerin ağırlığı hissedilir oldu. Feminizm için gerçekte homojen bir tanımlama yapılamasa da, 8 Mart’ta ülkemizde rastlanan ortak duruş, anmaların erkeklerden arınmış biçimde yapılmasıdır. Feministler geçmişte de 8 Mart’ı böyle kutlar; ancak o kutlamalarda kendinden menkul bir kapsam içinde kalırlardı. Bugün ise, özellikle birkaç yıldır; geçmişte Feminizm’in yanından dahi geçmemiş devrimci yapıların da, gerçekte burjuva karakterli olan bu rüzgara kapıldığını görüyoruz.
8 Mart toplantılarına devrimci yapılar adına gelen temsilcinin cinsiyeti konusunda bir çeşit baskılanma oluşturan, sonra da bütünüyle Feminist tercihlerle belirlenmiş kutlamaları “kadın erkek ele ele” yapılan kutlamalara tercih eden, dolayısıyla niyeti ne olursa olsun genelde devrimci mücadeleyi özelde kadının özgürleşme mücadelesini zayıf düşüren devrimci yapıların sayısında giderek bir artış gözleniyor. Bu, Feminizmin zaferi olmaktan çok devrimci değerlerde yaşanan erozyonun ve solu bir bütün halinde etkisi altına alan özgüven yitiminin bir sonucudur.
Kadın sorunu, Marksizm’in ihmal ettiği veya çözüm önermediği bir sorun değildir. Aksine yaşanabilecek günü birlik sorunları da kapsayacak şekilde, kadının nihai kurtuluşu devrim programlarına yıllardır girmiş durumdadır. Bir taraftan demokratik devrim programları oluşturup diğer taraftan o programın konusu olabilecek özgürlük taleplerinden birini diğerlerinin karşısına çıkarmanın, daha önce de belirttiğimiz gibi gerçekte sorunun muhataplarına şirin görünmekten öte bir anlamı yoktur ve gerçekte bütünlüklü bir demokratikleşmenin önünü tıkayıcı rol oynar. Yaşamın hemen her kesitinde kadına dönük bakışta feodal sınırlar içinde kalıp, 8 Mart’larda erkeği dışlamak ise, bütünlüklü bir yöntemden ne denli uzak olunduğunun bir başka göstergesidir.
Feministleri devrimcilere tercih eden yapıların çoğunluğu, siyasal pratiklerde genellikle DTP’yi eksen alarak duruş belirleyen yapılardır. Kürt sorunu, demokratik devrimin en temel bileşenlerinden biridir. Bu nedenle de ortak mücadele ve dayanışmayı gerekli kılar. Ancak bu, koşulsuz ve tek yanlı belirlenen bir ilişki biçiminde olmamalıdır. Bu arada konu bağlamında söylemek gerekirse, kadın sorununu ifade eden gösterilere erkeğin katılmamasını savunmak, Kürt sorununu ifade eden gösterilere Kürtler dışında kimsenin katılmamasını savunmakla eş anlamlıdır.
Hemen her konuda olduğu gibi kadın sorununda da mesele, ortaya çıktığı tekil bağlam içinde değerlendirilip, bir yöntem dahilinde çözümü aranmazsa; nedeni de hedefi de şaşırmak büyük bir olasılıktır.
Ayrımcılığı aştığına, yaşamın bütünü içinde tanık olunan ve onunla el ele her türlü eşitsizliğe karşı aynı örgütsel zeminde mücadele edilen (sevgili dahil) tüm yoldaşlara “bu sizin değil bizim sorunumuzdur” deyip onları alanlara almamak, ne yazık ki bir ilerlemenin değil, ideolojik savrulmanın ve bir oranda da pragmatizmin ürünüdür. Bu durum, 364 gün el ele yürünen yoldaş sevgilinin elini bir günlüğüne bırakmaktır. Böylece, mücadelenin çok daha zorlu etaplarında güven duyulan ve yan yana olunan yoldaşlara, kadın sorununu doğru algılayıp doğru tavır koyma yeterliliği çok görülmüş oluyor.
Gerçekte hedefine sistemi değil erkeği koymuş olan mücadelenin ufku, “Sizin evde bulaşıkları kim yıkıyor?” diye başlayan sohbetlerin ufku kadardır. Yanlış anlaşılmasın, bulaşık işini değil, erkek ile kadın arasındaki paylaşımın bulaşığa kadar daraltılmasını hafife alıyoruz. Halbuki kadınla erkek arasında, doğada başka hiçbir canlı türünde rastlanmayacak boyutlarda bir paylaşım ve yaşam zenginliği oluşturmak mümkündür.
YAŞAMDA KALİTENİN ÖNCELİKLİ KOŞULU DEVRİMCİLEŞMEDİR
Bireysel yaşam yolu gibi örgütsel yaşam yolunda da tıkanmalar, yalnızlık ve bir çeşit çaresizlik hali gündeme gelebilir. Ancak örgütsel yaşamda çözüm üretme olasılığı da soruna rağmen ayakta durabilme potansiyeli de daha yüksektir. Yeter ki aklı da imkanları da gemleyen bir iradi engelin belirleyiciliği altında yürünüyor olmasın.
Sınıflar mücadelesi, bireysel kavgalardan farklı olarak, kimi durumlarda soğuk bir sessizlik halinde yürür. Öyle ki yaprağın kıpırdamadığı, hiçbir ilerlemenin kaydedilmediği bu tür hallerde, mücadelenin olduğu dahi tartışma konusu olabiliyor. Gerçekte ise, sınıflar varsa, mücadelesi de vardır. Mücadelenin çok alt sınırlarda seyrettiği dönemler, aynı zamanda hazırlık için, güç biriktirme için değerlendirilmesi gereken dönemlerdir. Aksi takdirde, sessizlik sonrasında patlayan fırtınalarda sürüklenmek kaçınılmaz hale gelir.
Aslında bir çeşit eylemsizlik haline geçmek veya sübjektif koşulların hazır olmaması(örgütsel yetersizlik) sebebiyle tepkilerini frenlemek, ezenlere değil ezilenlere özgü bir durumdur. Sistem sahipleri aynı zamanda devlet denen o büyük örgütün sahibi oldukları için, en sakin dönemlerde bile rahat durmazlar. Aksine, emekten yana güçlerin ileri fırlamadığı, sesini yükseltmediği dönemlerde, egemen güçler gözlerini vaktinde şu veya bu biçimde kazanılmış olan haklara diker. Veya sömürüyü derinleştirmenin yeni biçimlerini devreye sokar. Bu nedenle, mücadelenin sınırlı oran ve biçimlerde seyrettiği dönemleri, bir çeşit mola olarak algılamanın, vakti boş geçirip hazırlık yapmamanın bedeli çok daha ağır olur. Zaten örgütlülüğün zayıf, çalışmaların durgun olması, mücadeleye dair moral değerleri de zayıf düşürür.
Gerçekte, “koşulların uygunluğu” görece bir kavramdır. Eğer amaç devrim yapmaksa, o uzun yolun gereklerini yerine doğru biçimde getirebilmek için an’ın esiri olunmamalıdır. Bu nedenle devrimciler, an’ın verileriyle değil, devrimci değerlerin potansiyel gücüyle hareket etmeli, yanıltıcı durağanlıkların etkisini devrimci öngörü ile kırmalıdır. Bu yaklaşım, özellikle zorlu duraklarda davaya bağlılık ve değerlerde ısrar ölçütüdür.
Yenilgi hallerinde egemen rüzgara kapılmamak, kayıp verildiğinde yıkılmamak, yol ayrımlarında duygusal davranmamak bir çeşit devrimcileşme sınavıdır. Ne yazık ki ülkemizde bu sınav yaklaşık 25 yıldır umut verici sonuçlar ortaya koymuyor. Gerek kişilerde gerekse yapılarda politikleşme(devrimcileşme) düzeyi düştüğü oranda öznellik ağır basmaya, toplumsal ve örgütsel kaygıların yerini kişisel kaygılar almaya başlar. Bu dönmede örgütsel ilişkilerin kolay çözülmesi, nitelikli ilişkilerin seyrek olması, örgütsel dalgalanmalarda kişisel ilişkilerin tercih edilmesi bu nedenledir.
Geçmişte “başı dik” durmaktan, “Başı dik yüzünde bir gülümseme/ Attı son adımı darağacına” örneğinde olduğu gibi değerlere ölümüne bağlılık anlaşılırdı. Devrimciler, işkencehanede de idam sehpasında da başı dik dururdu. Bugün başı dik veya yeni moda değimiyle “ayakları üzerinde durmak”tan kastedilen, yeterince para kazanabilmektir. Bunu, “emeğiyle geçinmek” olarak okumak dahi yanlış olur. Çünkü söz konusu yaklaşımda, paranın nasıl kazanıldığı değil, miktarı önemlidir.
Devrimciler, örgütsel yaşam içinde kapitalizme karşı bir çeşit korunma halindedir. İşte bu korunak zayıf olduğu, inceldiği oranda insanın içine kapitalizm, akışkan halde hızla sızmaya başlar. Büyük ve toplumsal hedeflerin yerini, küçük ve şahsi hedefler alır. Büyük davanın büyük insanları için bu bir küçülme halidir.
1980 sonrasında çözülme ve geçiş süreci uzun bir zaman alırken, bugün çok daha kısa sürelerde gerçekleşebiliyor. Heyecanlar da ilişkiler de saman alevi misali parlama halinden sönme haline hızla geçebiliyor. Kalıcı, tutarlı, günübirlik hesaplara kurban edilmemiş ilişkiler, romanlarda ve geçmişte kalmışçasına uzak olasılıklı sohbetlere konu oluyor. Aynı zamanda bununla doğru orantılı bir mutsuzluk, yalnızlaşma ve örgütsüzlük hali yaygınlaşıyor. Adeta hemen herkese bulaşma potansiyeli taşıyarak hızla yayılan bir hastalığa toplumsal vize verilmiş durumda.
Aşklar da iddialar da içi boş büyüyor. Bu nedenle dökülmesi de kolay oluyor. Geçmişte tutkalını yoldaşlığın oluşturduğu aşklar, tarafları mücadeleye daha güçlü biçimde bağlarken, bugün mücadele ve örgütlü yaşam aşka engelmiş gibi, kişisel yakınlaşmalar örgütsel uzaklaşmalara sebep olabiliyor. Gerçekte ise, aşkta da yaşamın diğer kesitlerinde de kalitenin öncelikli koşulu devrimcileşmedir. Devrimcileşme oranında hayatın bütününe güzelliğin kokusu yayılacağı için; yaşam sadece TV ekranı karşısında, alkol yoğun ortamlarda veya kimi eğlence anlarında tüketilen değil, bir bütün halinde mutluluk üreten nitelikte olacaktır. Bu niteliğe ulaşılması halinde kişi, yaşamındaki dalgalanmaları da güçlü karşılar, kayıplar karşısında sarsılmadan yoluna devam edebilir.
Dimitrov’un, sevgili Lejuba’sını yitirdikten sonra yazdıkları, konumuz açısından oldukça anlamlı ve öğreticidir. Sözü Dimitrov’a bırakıyoruz. “Lejuba, çeyrek yüzyıl boyunca, sosyalizm ve sosyalizmin büyük zaferine sarsılmaz bir inançla bağlı olarak proletarya devriminin dikenli yolunda bir kaya gibi sağlam ve dimdik yürüdü benimle birlikte.”(abç)
4 MART 2008
DEVRİMCİ HAREKET