DEVRİMCİLER BAĞIMSIZ POLİTİKA ÜRETİR
EGEMENLERE YEDEKLENMEZ
SÜREÇ DEVRİMCİLERİ GÖREVE ÇAĞIRIYOR
Dergimizin son sayısında “Sol Ehlileşme Rüzgarına Teslim mi oluyor?” diye sormuş ve solun sol olmayan duruş ve teorilere doğru kayışına ayna tutmuştuk. Bu tür yazılarımız kimilerince “gündemi bırakıp sol yapılarla uğraşmak” biçiminde algılanabilir. Gerçekte ise biz solun mevcut durumuna müdahaleyi gündemden ayrı düşünmediğimiz gibi solun tekrar sınıfsal duruşa kavuşturulmasını en öncelikli mesele olarak görüyoruz.
Çünkü biliyoruz ki kriz dahil sistemin hiçbir sorunu kendiliğinden sistemsel yıkım veya çözüm üretmez. Bilinir ki devrimci durumun oluşması, devrim için sadece maddi bir zemindir. Bu zeminde devrimden yana çıkarı olan tüm sınıf ve tabakaların devrimi gerçekleştirebilmesinin zorunlu koşulu, devrimci bir örgütlenmenin (partinin) önderliğidir. Bu, bizlerin sürece yakıştırdığı bir önerme değil Leninizm’in evrensel tezidir. İşte bunun gibi devrimcilerin ortak kabulü haline gelmiş temel teorik tezlerden geleneksel ortak değerlere kadar solda algı ve duruşu tanımlayan eksende kaymanın yaşanmamasını veya önlenmesini öncelikli görevlerden biri olarak görüyoruz.
Burjuva siyasal yapılar kitlelerin ilgisini çekip etki alanına sokmak için pragmatizmden takiyyeye kadar her yola başvurur, gerçekleri açıklamayı değil çoğu kez sisteme dair gerçeklerin üstünün örtülmesini amaç edinir. Bu nedenle devrimci yapılarla burjuva siyasal yapılar arasında öze dair farklar vardır. Bu fark aynı zamanda devrimci çalışma tarzının burjuva çalışma tarzı karşısındaki üstünlüğünü de bağrında taşır. Gerçekte bu farkın bilincinde olan kişi ve yapılar bırakalım burjuva yapılara öykünmeyi, aksine uzak durdukça, mesafe koydukça daha başarılı olacağını bilerek hareket eder. Tam da bu nedenle bugün solun en önemli sorunlarından biri de kendi öz gücüne ve temsil ettiği sınıfın potansiyel gücüne güvenerek hareket etmek yerine, konjonktürel güçlere yedeklenmeyi veya sisteme öykünmeyi tercih ediyor olmasıdır.
Reel sosyalist cephede yaşanan çözülmenin söz konusu ülkelerde kalmayıp Dünya ölçeğinde sola dair özgüveni sarsmış olmasının tek tek ülkelere ve hatta yapı ve kişilere etkisinin olması anlaşılır bir durumdur. Bugün yaşadığımız sorunlarda bu sarsıntının rolü tabii ki vardır. Ancak biz söz konusu karşıt gelişmelerin ve konjonktürün uygunsuzluğunun solun sınıfsal eksenden ve devrim perspektifinden uzaklaşmasına gerekçe olamayacağını; bu bağlamda içinde bulunulan gerileme ve çözülmenin dışsal olanın yanında içsel/öznel sebepleri de olduğunu düşünüyoruz.
Bugün Türkiye’nin yaşamakta olduğu yapısal sorunların büyük çoğunluğu, Türkiyeli devrimcilerin 30-40 yıl önce ülke tahlili yapıp devrim projelerinin ana eksenlerini tayin ettikleri dönemde de vardı. Gerek sistemin gerekse ülkenin yaşadığı farklılaşma, mücadelede taktikler veya öncelikler üzerinde etkili olabilir, ama öz itibarıyla devrim anlayışını, örgüt anlayışını ve çalışma tarzını değiştirmez. O halde bugün kimi yapılarda bu boyutta rastladığımız değişimlere kuşkuyla bakmak için yeterli nedenimiz var.
Gerek nicel gerekse nitel olarak zayıf düşmek devrimci yapıların ilk kez karşılaştığı bir sorun olmadığı gibi aşılmaz da değildir. Dünyada bunun pek çok örneği vardır. Ancak, solun en temel ölçeklerini eğip bükerek hatta sulandırarak sorunlarını aşabildiğine dair tek bir örnek yoktur. PKK açısından düşünürsek, en güçlü olduğu dönem, sisteme en uzak devrimci yapılara en yakın olduğu dönemdir. Bugün eğer en zayıf an’ını yaşıyorsa, sırtını devrimcilere yüzünü siteme dönmüş, çözümden emperyalist çözümü anlar hale gelmiş olması sebebiyledir.
Kürt sorunu, ülkemizde demokratik halk devriminin en temel bileşenlerinden biridir. Bu gerçeklik, salt bu temelde örgütlenmiş bir yapının ayrı hareketini değil ortak mücadeleyi zorunlu kılıyor. Ortak mücadele ise, Türkiyeli devrimci yapıların Kürt örgütlenmesine yedeklenmesini değil, Kürt sorununun diğer sorunlarla beraber aynı programın bileşeni olarak kabul edilmesini ve daha önemlisi, çözümden ne anlaşılması gerektiğinin net olarak ortaya konmasını gerektiriyor. Yani “Kürt sorununda demokratik çözüm ve barış için bir araya geliyoruz” demek yetmez. Birincisi, demokratik çözümden ve barıştan ne anlaşıldığı; ikincisi, başka hangi sorunların çözümünün program konusu olduğu net biçimde ortaya konmalıdır. Örneğin, solda birlik tartışmalarının yapıldığı bir dönemde birliğin bir anlamada sokakta test edilmesi sayılan ortak mitinglerden birinde mitinge konu olan sorunu dikkate almayıp İmralı’yı tek gündem, “Sayın Öcalan” sloganını da tek slogan olarak seçmek (2 Temmuz Kadıköy Mitingi) çözüme ve ortak harekete ne denli uzak olunduğunun göstergesi olarak okunmalıdır. İşte bu duruşa rağmen bugün Çatı Partisi veya başka biçimlerde gündeme gelecek olan, tanımı bilinçli olarak net yapılmamış ortaklaşmalarda yer almanın, çözümü değil çözümsüzlüğü besleyeceğini ve bütünüyle günü kurtarmaya dönük pragmatizmle malul bir duruş olacağını söylemek ne abartıdır ne de haksızlıktır.
Çatı Partisi’nde yer almayı önüne bir görev olarak koyan her yapı, emekçilerin gündemdeki sorunlarını söz konusu bileşenlerle hangi temelde ve nasıl çözeceğini açıklamadığı sürece, yerel seçimlere endeksli bir çıkar hesabı içinde olma yakıştırmasını hak edecektir.
Türkiye halkları daha önce de belirttiğimiz gibi çok özel ve zorlu bir dönemden geçiyor. Bu süreç doğru okunup gerçekçi çözüm ve yöntemlerle halkın karşısına çıkıldığında, kitleselleşmek de nitelikli ilişkilere ulaşıp gündemi belirler hale gelmek de uzak bir olasılık değildir. İşte bu yöntem dururken kimi yapıların özellikle küçükburjuva kitlelerin günübirlik ilgilerine dönük çalışma yapması; “ilginç”, “renkli” konuları gündemine alması, sınıfsal perspektif yitiminin en bariz görüntüleridir. Bu konudaki pek çok örnekten birkaçını sıralarsak;
*Özgür Gençlik, 7 Haziran sayısında “Komünist Linux” başlığı atmış ve gençleri Linux kullanmaya çağırmış. Özgür Gençlik aynı sayıda arka kapakta Dikili Sotes Tatil Köyü’nde yapacağı yaz kampı için düzenlediği afişte üstte Mahir, Deniz ve İbo’nun resmini koymuş altına da “Yüzümüzü ‘Deniz’lere Dönüyoruz” diye yazmış.
Arkadaşlar denize yüzmeye giderken Deniz kelimesini tırnaklayarak niye Deniz Gezmiş’i kasteder? Deniz denirken, neden Mahir ve İbo eklenir; bu nasıl bir ölçeksizlik/sulanma halidir; “Hatırla Sevgili” dizisiyle oluşan ve çeşitli platformlarda abartılı anlamlar yükledikleri atmosferi kaba şekilde sömürmeyle bir ilintisi var mıdır? Bunun gibi pek çok soru sormak mümkün.
*Özgür Gençliğin yaptığının benzerini Öğrenci Kolektifleri yapmış. Onlar resim koymamış ama aynı şekilde Deniz kelimesini tırnaklayarak “Yolumuz ‘Deniz’lere Çıkar” diye yazmışlar. Gerçekte ise Datça’ya kampa gitmektedirler. Bu afişin de yorumunu okurlarımıza bırakıyoruz.
*Genç Kurtuluş dergisi, 5. sayısında kapakta “Hepimiz Youtube’uz” başlığı atmış. Aynı derginin 3.cü sayfasında ise “Hepimz Ahlaksızız!” başlığı göze çarpıyor. Başlık, Lambdaistanbul Lezbiyen Gey Biseksüel Travesti Transseksüel (LGBTT) Dayanışma Derneği’ne verilen fesih kararına dair yazının başlığı. Yazıdan kısa bir bölüm aktarıyoruz.
“Onlar birer yağmur damlasıydılar, yağdılar yağdılar, sonra birbirleriyle buluşup bir göl oluşturdular. Bu gölün adı ‘Lambda’ oldu, yağmur gökkuşağına dönüştü. Toplumlar tarihi boyunca birçok anlam yüklenen, üzerine sayısız şiir, şarkı yazılan gökkuşağı şimdi erkek egemen ve heteroseksist sistem tarafından düşman ilan edilmiş durumda.
(…)
Kadınlar, eşcinseller, travesti-transseksüeller, Kürtler, Ermeniler ve daha sayılabilecek bir sürü renk bu ülke tarihinde hep ötekileştirildi, hep baskılara ve zulümlere maruz kaldı.”
*21 Haziran’da İstiklal Caddesi’nde “Darbeye Karşı 70 Milyon Adım Yürüyüşü” adıyla AKP önderliğinde ve yönlendirmesiyle gerçekleşen ve gerçekte AKP’nin ihtiyacı olan eyleme DTP, Devrimci Sosyalist İşçi Partisi, Sosyalist Demokrasi Partisi, Sosyalist Parti Girişimi gibi yapılar da katıldı.
Yukarıda sıraladığımız bu gelişmelerin ortak özelliği sınıfsal bakış açısındaki kaymadır. Bunlardan özelikle “Darbe karşıtı eylem”de yaşanan ortaklaşma üzerinde durmak istiyoruz. Eylemde yer alan “Genç Siviller”in ne denli sivil olduğu veya sivilliklerinin onları egemen duruştan muaf kılıp kılmadığı daha önceki çeşitli eylem ve duruşlarından biliniyor.
“Biz siviliz darbeye karşıyız” deyip çözümü ABD veya AKP eşliğinde gündeme gelen proje ve eylemlerde aramak, sivillik de darbe karşıtlığı da değildir. Bunlar “Ne darbe, ne AKP” diye slogan atan milyonları darbe destekçisi olarak görüp, “ne darbe, ne darbe” diye slogan geliştiren, asker üniforması dışında polis dahil hiçbir üniformaya karşı çıkmayan dolayısıyla da AKP slogan ve sembolleri eşliğinde gösteri yapmakta mahsur görmeyen bir yapılanmadır. Cumhurbaşkanlığı seçimi döneminde “hem Türk, hem Kürt az bucuk Ermeni, alevi ve türbanlı” Aliye Öztürk adında bir cumhurbaşkanı adayları vardı.
Bugüne kadar adı pek duyulmamış olan ve eylemde İslamcı STK’ları bir araya getiren Türkiye Gönüllü Teşeküller Vakfı ise, bugün artık su yüzüne çıkan ve geçen yıl yapılan Cumhuriyet mitinglerine benzer şekilde AKP eksenli mitingler yapmaya başlayan “Ortak Akıl Hareketi”nin bir bileşenidir. 22 Aralık 1994 tarihinde İstanbul’da kurulan bu Vakıf, 2006 yılında katılma başvurusu yapan STK’larla birlikte 120 kadar vakıf, dernek ve sendikayla 700’ü aşkın şubeyi bünyesinde barındırıyor. Bugün gerek bu yönelime gerekse “AKP karşıtlığı” temelinde bir başka burjuva eksenli yönelime yedeklenmemek için halk kesimlerinin mutlaka doğru bilgilendirilmesi gerekiyor.
AKP’NİN “BEYAZ YÜRÜYÜŞ”LERİNDEN UZAK DURULMALIDIR
Anımsanacak olursa, ülkeye yabancı para girişini teşvik edip borç köpüğü üzerinde de olsa Türkiye’yi yüzdürmek ve tüketimi körükleyerek refahtan söz etmek AKP’nin en temel tutunma noktalarından biriydi. Bunun yanında AB hedefli demokrasi söylemi, ekonomik olanın yanında siyasal olan bir diğer tutunma noktasıydı. Bugün gelinen aşamada köpük patlamış, enflasyondan işsizlik ve cari açığa kadar ekonomik zaaflar adeta ortalığa saçılmıştır. İrlanda’nın “Hayır” oyu ve Lizbon anlaşmasının olanaksızlaşması ise AB sürecine dayalı diğer tutunma noktasını da ortadan kaldırmıştır. İşte tam da bu, boşluğa düşme aşağıya doğru kayma halinde kendine yeni tutunma noktaları arayan AKP, toplumdaki darbe karşıtlığını kaşımayı ve bir çeşit “beyaz yürüyüş”ler düzenleyerek halkı yedeklemeyi hesaplıyor.
Bu noktada alternatif nasıl CHP, vb sistemin yedekte tuttuğu siyasal yapılara destek vermekten geçmiyorsa, AKP gibi halk düşmanı yapıların sahte demokrasi söylemlerine yedeklenmekten de geçmiyor. Devrimcilerin her dönem vurgu yaptığı bir olgudur; sınıfsal bakışın yitirildiği yerde sistemin yeniden üretilmesine hizmet eden sol veya demokratik örtülü tuzaklara düşme olasılığı artar. Bu tuzakların mutlaka egemenlerce istihbarat örgütleri eşliğinde kurulmuş olması gerekmiyor. Adı siviller, mazlumlar, vb olabilir, tabanında gerçekten samimi halk kesimleri de bulunabilir ama bu, sistemin yeniden üretilmesine hizmet etmeyi önlemiyor.
Bizim, süreci değerlendirirken “Devrimcilerin doğal tabanı olarak bilinen halk kesimlerinin, böyle bir süreçte alternatifsiz kaldığı oranda, ‘AKP karşıtlığı’ yanılsamasına düşme ve gerçekte tarafı olmadığı bir çatışmanın figüranı olma olasılığı zayıf değildir.” dediğimiz bir dönemde, örneğin TKP “AKP karşıtlığı” temelinde hatta çağrı afişlerinin önemli bir kısmının imzasız olduğu (yani AKP karşıtı herkesin ilgisinin çekilmek istendiği) organizasyonlar yapıyorsa, benzer şekilde pek çok kişi ve yapı, açılan darbe karşıtı pankartın arkasına, kimlerle yan yana durduğuna bakmaksızın geçebiliyorsa, bir süre daha sapla saman aynı potada varlık gösterecek demektir.
Bu durum MHP’nin önderliğinde yapılabilecek faşizm karşıtı bir gösteriye güç katmaya ve bu gösteriye katılmayan devrimcilere de “Siz Faşizme karşı değil misiniz?” sorusunu sormaya benziyor. Ne yazık ki, Ortak Akıl Hareketi’ne desteği giderek çoğaltan bu akıl tutulması daha çok insanı etkileyerek büyüyor. Ve hatta solda bir çeşit ayrışma kıstası haline gelmiş durumda.
Taraf’ta yazan ve “Tehlike AKP değil darbe” diyen Doğan Tarkan, “Bugün darbeye karşı çıkmayan bir solun emekçilerin karşısına çıkma, onlara dert anlatma şansı yoktur. Demokrasi savunulmadan 1 Mayıs gösterisi Taksim’de olamaz. Demokrasi savunulmadan Gazi katliamının, 2 Temmuz’un, Maraş’ın hesabı sorulamaz.” biçiminde devrimcilerin aklıyla adeta alay eden içerikte muhakeme yoksunu bir değerlendirme yapmış. Doğan Tarkan da bilir ki TKP gibi sorunu tekleştirerek ele alan birkaç yapı dışında devrimciler AKP’yi sistemden veya emperyalizmden bağımsız ele almaz. “AKP’nin diğer sermaye partilerinden farkı ne? Özal iktidarı ile ya da çeşitli Demirel, Çiller ya da Mesut Yılmaz iktidarları ile AKP arasında ne fark var?” diye soran Tarkan belki aynı soruyu kendine de sorabilse demokrasinin AKP’nin önderliğinde savunulamayacağını ve bu yedeklenmeyi reddeden devrimcilere haksızlık ettiğini görür. Gerçi bu yazıya yanıt niteliğinde çeşitli yazılar yazıldı; bu nedenle biz, yazıya yanıttan çok sapla samanı ayrıştırmaya ve bu türden ucuz yakıştırmaların ardındaki sığlığı ortaya çıkarmaya yardımcı olacak bir değerlendirme yapmayı tercih ettik.
Daha önce yaptığımız değerlendirmelerde de belirttiğimiz gibi genelde emperyalizmin özelde ABD’nin AKP üzerinden Türkiye’de yürüttüğü politikalar, oligarşi içerisinde yer alan bir kesimi, AKP’nin doğrudan desteğiyle ayrıcalıklı bir konum kazanan bir başka sermaye kesimi ile karşı karşıya getirmişti. Cumhuriyet mitinglerinde de dışa vuran bu çatışma, son zamanlarda özellikle ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik politikaları gereği geçici bir uzlaştırmayla sonuçlandı. Bu müdahale ile sermaye kesimleri arasındaki çelişmelerin üst biçimler alması şimdilik ertelenmiş, en azından AKP davasının seyrine bırakılmıştır. AKP’ye dönük kapatma davası sonrasında da Türkiye’de önemli bir kutuplaşma/çatışma beklenmelidir. Ancak bu çatışma, son birkaç yıla damgasını vurduğu şekliyle egemen sınıfların farklı kesimleri arasında değil doğrudan doğruya egemen sınıflarla geniş halk yığınları arasında bir çatışma olarak biçimlenecektir. Çünkü AKP’nin birinci hükümet döneminden farklı olarak hem krizi borçlanmayla erteleyebilme şansı kalmamış hem de çıkardığı yasaların sonuçlarıyla yüzleşmeye başlayan halkı oylayabilecek söz dağarcığını tüketmiştir. Sadece elektriğe yapılan zammın yılsonu enflasyon oranına %10 düzeyinde etkisi olacağının konuşulduğu bir Türkiye’de siyasal iktidarın artık eskisi gibi geniş halk yığınlarının karşısına bir umut olarak çıkabilmesinin şansı kalmamış demektir. İşte toplumun köklü alt üst oluşlarla yüzleşeceği bu dönemde devrimcilerin süreci doğru okuyarak görevlerini tanımlayıp yerine getirmesi büyük önem taşıyor.
Devrimciler, içinde bulunulan koşullarda sürece damgasını vuracak çelişmeyi (baş çelişme) tespit etmekle işe başlarlar. Bugün bu çelişme, egemen sınıfların bütünüyle geniş halk yığınları arasındadır. Yakın geçmişte bu çelişmeyi örten nitelikte yaşanan gelişmelerin sonuna gelinmiştir. Artık ne ithal ürünlerle sağlanan büyüme, ne borç ertelemesi, halkla egemen sınıfların karşı karşıya gelişini önleyebilecek nitelikte değildir. Böyle bir süreçte halkın muhalefetinin örgütlenmesi ve tepkinin doğru hedeflere yöneltilmesi halinde kitlelerin devrimcilerle buluşması her zamankinden daha kolay olacaktır. Çelişmelerin bugünkü keskinlikte olmadığı dönemde gündeme gelen cumhuriyet mitinglerine halkın hangi nedenlerle ve nasıl bir yoğunlukta katıldığı düşünülürse, temenni edilen kitleselleşmeye gerçekte ne denli yakın olunduğu görülür.
İşte koşulların devrimci bir çalışma için bu denli uygun olduğu böyle bir anda, egemen kesimlerin politik manevra bağlamında gündeme getirdiği projelere, demokratik niteliği ve çözüm potansiyeli olup olmadığını irdelemeden, salt görüntüye ve hatta söylenirken çıkardığı tınıya bakarak yedeklenmek, devrimciler için bir hata olmasının yanında bir fırsat yitimi ve kayıptır.
En basit demokratik taleplerin bile zorla bastırıldığı, sendikal örgütlenmelerin neredeyse imkansız hale getirildiği, mevcut demokratik mevzilerin işlevsizleştirildiği, din temelinde örgütlenmiş ve merkezi katı tarikat ilişkilerinden emperyalizme dek uzanan yapıların “sivil toplum” adı altında alternatif olarak öne çıkarıldığı bir zeminde bu sürecin öznesi AKP’nin ülkeye demokratik bir açılım vaat ettiğini düşünmek mümkün değildir.
Bu süreçte tutkal görevi gören ve demokratikliğin tek ölçüsü olarak öne çıkarılan olgu darbe karşıtlığı olmuştur. Her 10 yılda bir darbe yaşamış bir ülkede bu karşıtlık ilk bakışta normal görünüyor. Ancak dikkatle incelendiğinde ortada darbe karşıtlığından çok bu karşıtlığın sömürüsünün olduğu görülür. Bu nedenle, bu türden tuzaklara düşmemek için sistemin niteliğinden darbenin hangi sınıfların ihtiyacı olarak gündeme geldiğine kadar konuya dair temel nitelikte sayılan asgari bir bilgiye sahip olmak şarttır. Örneğin aşağıda sıraladığımız üç olgu Türkiye’de her zaman için bir paralellik halindedir.
1- Egemen sınıfların emperyalizmle, özellikle ABD emperyalizmiyle çok yakın ilişkisi.
2- Ordu ve devlet bürokrasisinin genelde emperyalizmle özelde ABD emperyalizmiyle yakın ilişkisi.
3- Bu kesimlerin egemenliklerini sürdürmede hiçbir demokratik nitelik tanımamaları
Egemen sınıflar, bizimki gibi ülkelerde egemenliklerini sürdürmek için hangi araç ihtiyaç haline gelmişse (darbe, seçim, vb) o aracı kullanır. Yukarıdaki üç olgudan da anlaşılacağı gibi Türkiye’de bugüne dek ABD’ye rağmen, ABD’nin başından sonuna kadar içinde yer almadığı bir darbe olmamıştır. Bütün darbelerin çekirdeğine bakıldığı zaman, tezgahlayıcı kadroların tamamıyla CIA tarafından organize edildiği, yönlendirilmelerinin tümüyle onlar tarafından yapıldığı görülür. Tam da bu noktada AKP’nin iki dönemi boyunca, bugüne dek hiçbir siyasal iktidarın gerçekleştirmeye cesaret edemediği türde emperyalizmin bütün taleplerine hiçbir demokratik tepkiyi göz önüne almaksızın “evet” dediği düşünülürse; darbe karşıtı bir parti değil, darbeyi ihtiyaç olmaktan çıkaran emperyalizmin işbirlikçisi bir parti olduğu görülür. Diğer bir ifadeyle, AKP bir darbenin yapabileceği her şeyi yaptığı için bugün Türkiye’de yakın vadede darbe tehlikesi/olasılığı yoktur. Bu nedenle rahatlıkla diyebiliriz ki, emekçi halk kesimleri bugüne kadar gerçekleşen hiçbir darbeyle kıyaslanmayacak boyutta hak ve özgürlük yitimine uğramışken, bu depremin kendisine ve devamı niteliğindeki sarsıntılara karşı durabilme kabiliyeti sakatlanmak üzere sanal sayılabilecek bir hedefle savaştırılmakta, enerji ve imkanları boşa akıtılmaktadır.
BUGÜNKÜ KOŞULLARDA DARBE SÖYLEMİ
BOĞA GÜREŞÇİSİNİN ELİNDEKİ PELERİNE BENZER BİR İŞLEV GÖRMEKTEDİR
Bugün Türkiye’de darbe ne ABD’nin ne de başka bir kesimin ihtiyacı değilken ve bir tehdit olmaktan çıkmışken, darbe karşıtlığını tek gündem olarak öne çıkarmak demokrasi güçlerinin değil egemenlerin ihtiyacıdır. Bu durum, kitlelerin artan baskı ve saldırıların boyutunu görüp doğru araç ve yöntemlerle harekete geçmesi halinde sistemi ne denli tehdit edebileceği gerçekliği eşliğinde düşünülmelidir.
Önümüzdeki süreçte Türkiye’de baskı ve zorun öne çıktığı bir sürecin yaşanacak olması, AKP’ye dair kapatma davasından da Ergenekon davasından da öte nedenlere dayanıyor. Örneğin Hyundai otomotiv şirketinin üretimini Kore’den Türkiye’ye taşımak için talep ettiği ayrıcalıklar; arsa, vergi indirimi, vb. ile sınırlı kalmamakta, ücretin de sosyal hakların da Malezya, Güney Kore gibi ülkelerde verilene yakın düzeylere çekilmesini dayatabilmektedir. Bu, aynı zamanda yeni sömürge ülkelere dayatılan rekabet ortamında ekonominin ayakta kalabilmesinin de koşuludur.
Parçalı mülkiyet nedeniyle küçük üretime dayalı olan ve emperyalist tekellerin rekabetine dayanamayıp çöken tarımın yarattığı tahribatın, yoksulluk ve işsizliğin de boyutu giderek büyüyor. Bu yaşananların nedeninin kuraklık değil AKP eliyle yürütülen emperyalist politikalar olduğu gerçeği, tüm manevralara rağmen gizlenemez boyutlara geldi.
İşte tam da bu noktada AKP kendisine karşı oluşabilecek muhalefeti kendi yanına çekmenin ve dava nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın yaşayacağı daralmayı önlemenin araçlarından biri olarak soyut bir darbe karşıtlığını sahneye koydu. Bu çerçevede örgütlenen mitinglere bakıldığında, halkın sorunlarını çözmeyi değil, darbe karşıtı, demokrasi, vb söylemlerle kitleleri yedeklemeyi amaçladığı görülür. Bugüne dek solda duran, devrimci-demokrat kimliği ile bilinen kişi ve yapıların 26 Temmuz’da Ankara’da yapılacak AKP organizasyonu bir eylemi meşru göstermek için başvurdukları yollar ve dil oyunları en azından halkın gelecek umuduna verdiği zararlar nedeniyle düşündürücüdür. (Egemenler arası çelişmede tarafsız kalmayı tercih eden Kürtlere “aptal” diyen Baskın Oran, bu konunun tartışılmasını “Her türlü pisliğin bütün kokularıyla ortaya çıktığı Rusya ve Doğu Avrupa rejimlerini savunarak sosyalizm savunulamayacağı” noktasına dek getiren Doğan Tarkan, vb)
Aynı akıl tutulması Ergenekon davasıyla ilgili de gelişiyor. Sistemi bir nebze tanıyan herkes bilmektedir ki bu davanın ne darbeleri önlemekle, ne de Maraş, Sivas, Gazi, vb katliamların faillerini açığa çıkarmakla ilgisi vardır. Aksine, böyle bir beklentiyi sömürmek ve bir yerlere yedeklemekle ilintilidir. İkincisi, söz konusu katliamlarda devletin(MİT, ordu, vb) ve emperyalizmin(CIA) rolü gizlenirken, “Gizli Tanık” ifadeleri üzerinden katliamların PKK ve DHKP-C gibi yapılarla ilişkilendirilmek istenmesi, aklanma yönünde nasıl bir zorlama halinin yaşandığını ele veriyor. Bu nedenle, davaya yapılacak olumlu her atfın, bu aklanma çabasına destek anlamına geleceği unutulmamalıdır.
Solda yaşanmakta olan özgüven sorunu ve eksen kayması, üzerinde uzun uzun tahliller yaptığımız bu gerçekliği görmeyi güçleştiriyor. Evet, “irtica hortladı, rejim tehlikede” deyip durumdan vazife çıkaran veya bu tür tehlikeleri halkı rejimin asli güçlerine yedeklemenin gerekçesi yapan kesimlere karşı çıkılmalıdır. Ama bunun yolu, bugün bırakalım rejimin yerli sahiplerini emperyalist egemenlere yedeklenmek anlamına gelecek eylemler gerçekleştirmek değildir. Bu nedenle adeta ölümü gösterip sıtmaya razı etmek gibi sermaye kesimlerinden birinin yönelimini diğerine yedeklenmek için gerekçe yapmak, halka sistemden bağımsız bir çizgide gerçek demokrasi ve özgürlük yolunu göstermesi gereken devrimcilere yakışmaz. Konjonktürel hiçbir dezavantaj, güç ve imkan yitimi; sisteme güç katmak ve kitleleri aldatmak anlamına gelecek bu yönelimi haklı kılmaz.
Faşizm, tekelci sermayenin baskı, zor ve şiddetidir. Faşizmin ortaya çıktığı tüm tarihsel süreçlerde ve uygulandığı tüm coğrafyalarda, o ana dek denenmiş zor yöntemleri devralınmış ve mutlaka üzerine yenileri eklenmiştir. Egemenler için tüm ülkeler bir çeşit laboratuvardır. Birbirleriyle pazarların paylaşımı, vb nedenlerle çelişme halinde olsalar da söz konusu halkların zapturapt altın alınması ise, tüm tecrübelerini biriktirerek tek yumruk halinde kenetlenmekten geri durmazlar. Hatta gerilla hareketleri gibi askeri örgütlenmeler karşısında ne yapılması gerektiğine dair yayınlanmış “tez”leri vardır. Hitler’in gaz odaları da, uyuşturucu ticaretinden elde edilen karlarla kontrgerillanın finanse edilmesi de, işbirliğine yatkın tutukluları hapishaneden çıkarıp infazlarda kullanmak da, faili meçhul ve kayıplar da gerçekte tekelci sermayenin dünya ölçeğinde öğrendiği ve birbirine aktardığı tecrübelerdir. Bu nedenle Türkiye’de gerek Susurluk’ta, gerek Şemdinli’de, gerekse Ergenekon’da ortaya çıkan ilişkileri devletin çürük elmaları olarak görmek de bu davalardan “temizlik” beklemek de doğru değildir. Böyle bir beklenti, hem devletin özünü (bütününün niteliğini) görebilmeyi güçleştirir hem de mücadelenin bu tür davalarla kazanılabileceği biçiminde yanlış bir eğilimi besler. Sanıldığının aksine ortada derin devlet değil faşist devlet vardır. Ve Ergenekon davasında gözaltına alınanlar buzdağının ancak görünen yüzüdür. Hatta sorunu suç ve ceza bağlamında ele alırsak asıl sorumluların gözaltına dahi alınmadığını söyleyebiliriz.
Devrimci demokrat kişi ve yapılar bir an önce Ergenekon davasını ölçü alan bir saflaşma halinden uzaklaşmalı ve mücadeleyi hiçbir egemen güce yedeklenmeden, kendi özgüçleriyle verebilecekleri bir konuma geçmelidir. Dünden bugüne edinilen mücadele deneyimi bugünün de sorunlarını aşmaya yeterli niteliktedir. Yeter ki güç ve imkanlarımızı doğru kullanabilelim.
26 Temmuz 2008
DEVRİMCİ HAREKET