Reel sosyalizmin dünya ölçeğinde yaşadığı dağılma sonrasında emperyalizm lehine oluşan denge özellikle örgütlü kesimleri zayıflattı. İşçi sınıfının binlerce yıllık kazanımları, uluslar arası tekellerin saldırısıyla geri alınmaya başlandı. Sendikalar, ilk örgütlendikleri yılların güçsüz ve deneyimsiz günlerini yaşar duruma geldi.
Emperyalist tekellerin pazar alanlarını genişletmeleri, üretim alanlarının esnekleştirilmesi, parçalı üretimi hayata geçirmeleri; emekçilerin yan yana gelişlerini ve örgütlenmelerini zorlaştırmıştır. Bütün bunlara ek olarak vaktinde sosyalizme yönelişi engelleyici bir dalga kıran olarak devreye sokulmuş olan sosyal devletin tasfiyesi, işçi sınıfının ve emekçilerin yaşama koşullarını daha da ağırlaştırmıştır. Her biri ayrı yazı konusu olabilecek yukarıdaki sebeplerin toplamı sendikaların zayıflamasının akla gelen ilk nedenlerini oluşturmaktadır. Ancak, yaşanan erimenin dışsal nedenleri kadar içsel ve siyasal öngörüsüzlük gibi iradi sebepleri de yakıcı bir öneme sahiptir. Bütün olumsuzlukları küresel saldırıyla açıklamak kimi zaman eksikliğe neden olmakta, dolayısıyla bir yanlışa da ortak olmayı beraberinde getirmektedir.
Türkiye’de 12 Eylül yenilgisinin (örgütsel dağınıklık) üstüne dünya solunun 90’lı yıllarda yaşadığı yenilgi de eklenince ödenen bedeller daha da arttı. 90’lı yıllardaki genel yenilgi, örgütsüz, dağınık ve moralsiz karşılanmış, daha doğrusu karşılanamamıştır. Tam bir şaşkınlık hali yaşanırken -işçi sınıfının kimi dönemsel çıkışları olsa da- kamu emekçilerinin örgütlenme, sendikalaşma çabası devreye girdi. Politik örgütlenmelerin ya yenildiği ya tasfiyeye uğradığı bu kritik süreçte, siyasal kadroların büyük bölümü sendika, dernek ve vakıf çalışmalarına katılmaları demokratik kitle örgütlerine geçici bir ivme kazandırdı. Ancak bu kadro transferi tüm bu alan örgütlenmelerine ideolojik gıda taşıyacak, politik çizgiyi oluşturacak siyasal örgütlenmelerin içini boşaltmaya yol açtı. Bu durum başı olmayan kol ve bacakların şuursuz hareketlerini andıran bir pratik oluşturdu. Olması gereken ise sendika ve diğer alan çalışmalarının birer okul olarak siyasal zemine kadro yetiştirmesidir. (Bu durum sendikal kadroların alanlarını boşaltması biçiminde anlaşılmamalıdır.)
SINIF MÜCADELESİ, SENDİKAL MÜCADELEYİ DE KAPSAYAN GENİŞ BİR CEPHEYİ İFADE EDER
Sendikal mücadeleyi, sınıf mücadelesiyle eşitleyen kimi “işçici” anlayışlar, politik mücadelenin tüm sorunlarını sendikalar üzerinden çözme alışkanlıklarıyla başka bir tıkanmanın sebebi olmuşlardır. Politik örgütlerin sendikalara da yol göstericiliği beklenmeliyken tam tersi bir
durum alışkanlık haline gelmeye başladı. Politik öznenin üstlenmesi gereken ve çözümü siyasal olan sorunların tamamı, sendikalara havale edildiği, siyasal yapıların da tersinden bir duruş sergileyerek sendikaların gerisine düştüğü bir süreç yaşanmaktadır. Misyonu, hedef kitlesinin ekonomik demokratik taleplerini örgütleyerek politik mücadelenin aktif bir bileşeni olma biçiminde tarif edilebilecek sendikalar, devrimci yapılanmanın yerine geçirilerek her iki alanın da boşalmasına sebep olmuştur.
VAROLANA İTİRAZ ETMEK, ALTERNATİFİNİ YEŞERTMEKLE ANLAM KAZANIR
Burjuvazinin oluşturduğu demokrasi anlayışı ile devrimci demokrasinin temelden farklı bir işleyişe sahip olduğu bilinen bir gerçektir. Burjuvazi, yönetilenlerin önüne belli periyotlarla koyduğu seçimlerle sistemini meşrulaştırır. Ancak her seçim sonrasında yöneten-yönetilen arasındaki mesafe yeni bir seçim periyoduna kadar korunur. Oysa devrimci demokratik işleyişte sosyalizmin temel ilkelerinden olan, sürekli seçim ve sürekli denetim esastır. Yönetilenler tüm karar süreçlerine katılarak yöneten konumuna yükselirler. Bu temel yaklaşım 12 Eylül öncesinde kısmen de olsa kimi işçi sendikalarında hayat bulmuş, iş yeri komite ve konseyleri biçiminde tarihsel birikim içerisinde yerini almıştır. Bugünse devletin yaratmak istediği tabana yabancılaşmış bürokratik sendikal modele, yukarıdaki temel ilkemiz terk edildiği için daha da yaklaşılmıştır. Burjuvaziden devşirilen seçim anlayışı sistemin hastalıklarını saflarımızda tekrar tekrar üretir.
Mevcut olan yönetim anlayışı ve örgüt modelinin yerine mutlaka alternatifi olan ve tabanı söz sahibi yapacak demokratik açılımlar geçirilmelidir. Bu açılımlar aynı zamanda devlet güdümlü sendikalarla aramızdaki çizgiyi kalınlaştıracak ve çekim merkezi olmamızın önünü açacaktır.
Yaşanan bu kan kaybında elbette ki devlet güdümlü sendikaların sistem tarafından beslenmesi de bir etkendir. Belediyelerde devrimci demokrat emekçilerin sık sık yasadışı baskılara, sürgünlere uğraması artık magazin haberi gibi televizyonlardan da verilmektedir. Kavşaklarda araba sayan işçilerden, mezarlıkta ot toplayan kadın çalışanlara kadar akıl dışı uygulamalara rastlanmaktadır. Bunlara karşı gerici faşist sendikalara üye olanlara yöneticilik gibi ödüllerin verilmesi çalışanların tercihini etkilemektedir. Örneğin, MHP’nin iktidar olduğu süreçte Türkiye Kamu-Sen’de üye artışı gözlenmiş, AKP döneminde ise Memur Sen ve Hak İş’in nicelik yönünden büyüdüğü görülmüştür. Yine bu dönemlerde emekçilerin reel kayıpları en üst seviyede olmuştur. Böylece mücadele ikili bir boyut kazanmıştır. Hem işverene karşı hak mücadelesi yürütülmeli hem de devlet güdümlü sendikalarla mücadele esas alınmalıdır.
Dolayısıyla iş yerindeki hedef kitleye seslenmek ve ikna etmek için “Biz daha iyiyiz” cümlesinin ötesinde bir programa ihtiyaç vardır. Örgütlenme modeli ve mücadele programı işvereni taviz vermeye zorlarken işbirlikçi sendikaların da maskesini düşürmeyi esas almalıdır.
Sendikal mücadeleyi, genel politik mücadeleden bağımsız ele alamayacağımız gerçeğinden hareketle, siyasal örgütlenme ihtiyacının yakıcılığı doğru kavranmalıdır. Sendikaların siyasallaşması; politik öznenin rolünü üstlenmekle değil, politik özneyle ideolojik bağ kurmak ve oraya güç vermekle mümkün olur.
Sayı 25 (Aralık 2007 – Şubat 2008)