Sınıflar mücadelesi, sınıflı toplumların tarihi kadar eskidir. Sınıfların varlığıyla beraber dışavuran çelişmeler, aynı zamanda bir çatışmanın/mücadelenin nedeni olmuştur. Bu mücadele, kimi biçim değişikliklerine uğramış ise de sınıflı toplumlar boyunca her dönem var olmuş, egemen sınıfların rejim tercihlerini belirlemiş ve günümüze dek sürmüştür.
Bugünün emek dünyasından, üretim alanlarından çekilen fotoğraf, söz konusu çelişmelerin daha da derinleşmiş, keskinleşmiş olduğunu gösteriyor. Bunun nedeni, kimi ağızlarca olumluluk atfedilen, ileri bir model olarak sunulan,globalleşme denen, gerçekte ise emperyalizmin saldırısını küreselleştirmesi anlamına gelen düzenlemelerdir.
Marksizm’in kapitalizme özgü yaptığı saptamalardan biri de kar hırsıyla, kar eğiliminin düşüşünü önleme ile ilintilidir. Bilinir ki burjuvazinin, mevcut üretim girdileri içerisinde en çok oynayabileceği kalem, işçi ücretleridir. Amaç, maliyetleri aşağı çekmek ve kar oranını büyütmek oluncada gerilme, işçi ücretleri üzerinde odaklaşıyor. Bugün ihracat ekonomisinin hakim olduğu Tayvan, Malezya, Singapur, Endonezya, G.Kore gibi ülkelerde günlük işçi ücretlerinin neredeyse 2-3 dolara kadar gerilediği görülüyor. Gelişmiş kapitalist ülkelerde sermaye, farklı dayatma biçimleri geliştirmiş durumda. Küreselleşmenin tekellere sağladığı hareket serbestisi ve tercih şansı, üretenlerin karşısına bir tehdit olarak çıkarılabiliyor. Ya istediğim koşullarda çalışırsın ya da üretim yerini
değiştiririm tehdidi, işsiz kalmak anlamına gelmekte ve sonuç vermektedir. Dünya çapında üretim potansiyeline sahip tekeller, üretimi; emeğin ve enerjinin daha ucuz, hammaddenin daha çok olduğu, vergi kolaylıklarının sağlandığı, çevresel kaygıların öne çıkarılmadığı yerlere kolaylıkla kaydırabiliyor. Üretim alanlarına dayatılan esneklik, en uygun yerde üretip en uygun koşullarda pazarlama şansını artırıyor. Tekellerin, farklı yerlerde değişik maliyetlerle istenilen üretimi sağlaması, daha küçük birimler tarzında istediği miktarda üretim yapabilmesi önemli bir avantajdır. Bu tür üretim tarzının emekçilere maliyeti iki biçimde yansıyor. Birincisi , bu durum, ürün maliyetini düşürmek için işgücünün maliyetini minimuma doğru çekmeyi, yani doğrudan net ücretlerin azalması eğilimini ortaya çıkarıyor. İkincisi , esnek üretimin devamı olarak tekellere sağlanan ticari kolaylıklar, vergi avantajı vb. nedenlerle işverenlerce aktarılan dolaylı gelirlerin düşmesi, devletin sosyal niteliğini bütünüyle ortadan kaldırmakta; eğitim, sağlık, altyapı vb. hizmetler satın alınan (paralı) hizmetler haline gelmektedir.
Çalışanların, ücret düşüşü ve dolaylı gelirlerin azalması biçiminde iki yönlü bir saldırıya maruz kalması, dünya genelinde karşılaşılan bir durumdur. Ama bizimki gibi ülkelerde sosyal hizmetlerin zayıf olması sebebiyle, bu alandaki kayıptan çok işgücünün ücretlendirilmesi noktasında dışavuran uygulamalar önem kazanmaktadır. Mevcut yasaları da fiilen aşındıran atraksiyonlarla çalışma süresi uzatılmakta, taşeronlaştırma yoluyla veya kaçak işçi çalıştırılarak sosyal güvenlik fonlarından yararlanma oranı düşürülmekte ve sonuçta çalışma yaşamına kölelik koşulları hakim kılınmaktadır.
Dünya ölçeğinde işçi sınıfına yönelik kapsamlı saldırıların tetiklediği direnme eğilimi , emekçileri bir araya getiren, örgütlenme ihtiyacını doğuran en kolay ve en gerçekçi neden olmuştur. İşçi sınıfının burjuvaziye karşı kendi taleplerini savunabilmesi, belli bir mevzi oluşturabilmesi, aynı işyerinde çalışan ya da benzer sınıfsal özellikler taşıyan kesimlerin örgütlenmesinden geçiyordu. Aynı işyerinde çalışan işçilerin sendikada örgütlenmesi ya da benzer sorunlar taşıyan işçi sınıfının, farklı iş kollarındaki, farklı işyerlerindeki işçilerle birlikte daha üst sendikal örgütlenmeler oluşturması ve giderek bu örgütlenmelerin geliştirdiği mücadele biçimleri ve sağladığı kazanımlar, işçi sınıfının burjuvazi karşısında tek silahı konumundaydı. 1850’lerden itibaren bu tür örgütlenmelerin hızlı bir şekilde güçlendiğini, hatta konfederasyonlar oluşturarak Avrupa çapında devrimci hareketleri yönlendirdiğini görüyoruz. AB ülkelerindeki işçi sınıfının bugünkü kazanımları, o günkü örgütlü mücadelenin ürünüdür. Farklı dönemlerde değişik biçimlerde saldırıya uğramış, hatta bazı inişler– çıkışlar göstermiş olmakla birlikte, sürdürülen güçlü mücadelelerin ürünü olarak bugüne kadar gelebilmiş durumdadır. Ama günümüzde, söz konusu zeminde burjuvaziyle çok yakın ilişkiler içerisinde bulunan işçi aristokrasisinin giderek işverenin bir alt örgütlenmesi haline gelmiş olması, hatta bazı işyerlerinin kendi çalışanlarına doğrudan kendi güdümünde bir sendikal örgütlenmeyi dayatmış olması sebebiyle, kazanımlar adım adım aşındırılmakta, geriye doğru bir gidiş gözlenmektedir. Örneğin Almanya’da metal işkolundaki çalışanların büyük bir bölümü IGMETAL çatısı altında toplanmıştır. Bu, Siemens çalışanlarının da örgütlü olduğu ve artık büyük oranda işveren tarafından yönlendirilen bir sendikadır. İşverenin talepleri ile sendikanın talepleri arasında önemli bir farklılık kalmamıştır. Bu modelin özellikle Avrupa’da uzun süredir uygulandığı görülüyor. İşveren, sendika vasıtasıyla bir uzlaşma önermekte, talep ettiği ücret indirimi vb. koşulları kabul ettirmenin bir aracı olarak söz konusu sendikaları öne çıkarmaktadır. İşçiler, küreselleşmenin sağladığı avantajla işverenin fabrikayı kapatıp başka bir coğrafyaya taşıma tehdidi karşısında, belirli oranlardaki ücret indirimine ve hak gerilemesine rıza göstermektedir.
Avantajlı bir konumda saldırıya geçmiş tekeller karşısında, emekçilerin kazanılmış haklarının zaten sınırlı olduğu ve verili durumu korumanın bile zorlu ve karmaşık bir süreç gerektirdiği Türkiye gibi ülkelerde, direnç noktaları giderek daha güçsüz/etkisiz bir görüntü veriyor.
Türkiye’de bugün gözlenen tabloda 12 Eylül ile birlikte yoğunlaştırılan saldırıların önemli bir rolü vardır. Sendikalar dahil tüm demokratik kitle örgütlerinin kapatılması ve kendi kitlelerinde varolan olumlu imajı ortadan kaldıracak tarzda ideolojik bir şekillendirmeye gidilmesi, hızlı bir depolitizasyonun önünü açmış; örgütlü yapılar giderek, pek çok olumsuzluğun nedeni/kaynağı gibi gösterilebilmiştir. Bunun peşinden devreye sokulan kısıtlayıcı yasal prosedür, sendikalı olmayı giderek daha zor/zahmetli bir süreç haline getirmiştir. Örneğin, işçinin bir sendikaya üye olabilmesi için mutlaka noterden bir bildirimde bulunması ve bunu işverene açıktan bildirmesi gibi zorunluluklar, örgütlü ilişkilerin yaratılmasını güçleştirici rol oynamıştır.
Bugün, kazanılmış haklarda yaşanan geri düşüşte ve sermayenin cüret oranında, örgütlü zafiyetin rolü yadsınamaz. Tabii ki bu gelişmeler, dünya genelinden bağımsız/kopuk değildir. Küresel ekonominin bir parçası olmaya aday hiçbir ekonomi, tekellerin müdahalesinden muaf değildir.
Türkiye’ye gelen IMF başkanının 250 dolarlık asgari ücreti yüksek bulup, Kore’deki 120 dolarlık ücretle kıyaslaması, bu nedenledir. Böyle bir bütün içinde var olabilmek, sermaye çekebilmek ve yatırım alanı olarak kabul edilebilmek; maliyeti dünya ölçeğinin altına çekebilmeyi, dolayısıyla da işgücü, vergi, hammadde, enerji, devlet arazisi vb. alanlarda kolaylık sağlamayı gerektiriyor. Bu,
küresel saldırının doğrudan sonucudur; herhangi bir ülkedeki yöneticilerin tercihlerinden bağımsızdır. Türkiye’deki gelişmeler de AKP iktidarının öznel bir uygulaması değildir. Emperyalizmle girilen ilişkiler bu biçimde devam ettiği sürece, parlamentoda hangi parti olursa olsun, bu gelişmeler doğal seyrini sürdürecektir. Böyle global bir saldırının salt bölgesel, sınırlı dirençlerle ortadan kaldırılması da olası değildir. Sendikal örgütlenmelerin, hak taleplerinin bugün dünya ölçeğinde yaşadığı zorlanma ve geri düşmenin kaynağında yatan neden budur.
Globalleşen sistemde kar hadleri düşen burjuvazinin, üretimi karın daha yüksek olduğu aktararak ayakta kalma tercihi, tek tek ülkelerde işçi sınıfının koşullarını iyileştirme yönünde çok ileri sonuçlar elde etmesini daha da güçleştirmiş, yöntem ve araçlarda da bir yenilenmeyi ihtiyaç haline getirmiştir. Üretimin farklı alanlarda paylaştırılarak esnekleştirilmesi ve taşeronlaştırma , en yaygın uygulanan yöntemdir. Hatta taşeronlaştırmanın tek tek işyerlerinde örgütlülük oranında önlenebilmesi durumunda, bu direnç sözleşmeli statüsünde kimi vaatler eşliğinde aşındırılıp kırılabilmektedir. Bugün bu yöntem telekomda, sağlıkta, eğitimde özendirilmekte, daha fazla maaş
verilerek yaygınlaştırılmaktadır. Sonuçta, bu oran önemli bir büyüklüğe ulaştığında ise, tüm personelin sözleşmeli olması için dayatmaya gidilecektir.
Anımsanacak olursa, ekonominin bu şekilde globalleşmediği, tekelci burjuvazinin dünya genelinde artık çok rahat bir şekilde istediği yerdeki üretimini istediği gibi durdurup, istediği yerdekini ön plana çıkarabilecek hale gelmediği dönemlerde, ulusal ekonomiler içerisinde belli işkollarında örgütlü olan işçi sınıfı bazen bulunduğu birimde yaşama koşullarını ortalama standartların üzerine çekebiliyordu ve bu, bir kaldıraç görevi görüyordu. Bir yerde kazanılan haklar başka bir yerde işçi sınıfının sendikal mücadelesine temel teşkil ediyor; ondan bir adım daha ileriye gidilebiliyor, ortalama bir nispi refah olanaklı olabiliyordu. Aynı şekilde, kapitalizmin Türkiye’de gelişme eğiliminde olduğu 60’lı-70’li yıllarda feodal üretim tarzından kapitalist üretim tarzına geçişle birlikte sağlanan nispi refah, yani meta üretimine geçişte yaşanan pay alma, işçi sınıfının örgütlü mücadelesiyle bire bir orantılıydı.
Nitelikli örgütlenmelere sahip olan, örgütlü mücadeleyi bilinçli bir şekilde sürdürebilen kesimlerde kazanılan haklar daha üst boyutlara ulaşabiliyordu. Ama artık günümüzde bu koşullar giderek değişiyor. Ve bir ülkenin ulusal sınırları içinde bağımsız bir ekonominin olmayışı, ülke ekonomisinin global ekonominin bir parçası haline gelmesi ; ücretlerin, mal ve hizmetlerin uluslararası pazarda ortalama bir değerinin olması; işgücü maliyetlerinin ortalama bir değerinin olmasını zorunlu hale getiriyor. Bu bağlamda sendikal örgütlenmelerde, kapitalist sistemle topyekün bir hesaplaşmayı önüne koyan, bunu bütünlüklü bir devrim stratejisinin bir parçası olarak kavrayan örgütlülükler olmadan ülkedeki sendikal hareketin başarı şansı yoktur . Bir çeşit açmaz görüntüsü veren bu durum çok iyi tahlil edilmelidir. Mesele, yerelliğin yerine evrenselliğin konması değil, ezberin yerine gerçekliği dikkate alan yöntem ve araçların konmasıdır.
Sendikalar, ekonomik-demokratik yaşama koşullarını iyileştirmeye yönelik örgütlenmeler olarak bilinir. Ne var ki, hemen her ülke ekonomisinin, global tarzdaki ekonominin bir parçası olması nedeniyle, böyle bir iyileştirme çabasının önünde ciddi engeller belirmiştir. Sistemin globalleşmesi, ölçeği genişletmiş, burjuvazi açısından, parçalı/farklı tutum alma olasılığı zayıflamıştır. Hiçbir ülke burjuvazisi, düşen kar oranları nedeniyle, fabrikasında işçiye daha fazla ücret verme lüksüne sahip değildir. Çünkü böyle bir uygulama, piyasa koşullarında uygulama sahibini eşitsiz bir rekabetle karşı karşıya bırakacaktır. Tabii aynı sonuç, tekellerin kar ettiği yerde üretme biçiminde bir tercihe yönelmesini beraberinde getiriyor.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi sistemin bütünlüklü hareket etme kabiliyeti, sendikaların önündeki engelleri büyütmüştür. Bu, konjonktürel bir durum olsa da bugün için yaygındır; salt Türkiye’ye özgü bir durum değildir; Türkiye’deki durum da sendikacıların becerilerinin/tercihlerinin ötesinde, doğrudan emperyalizmle girilmiş olan ilişkilerin niteliğinden kaynaklanmaktadır. Bugün bu koşullarda ülkenin kurtuluşu mücadelesinden bağımsız , sadece belli işkolundaki veya işyerindeki işçilerin örgütlü mücadelesiyle bu sorunu aşma şansı yoktur. Belki örgütlenmenin niteliğine, işkolunun özelliklerine bağlı olarak nispi bir iyileştirme sağlanabilir. Örneğin, bankacılık işkolunda herhangi bir sendika, güçlü direnişlerle yaşama/çalışma koşullarında iyiye doğru göreli bir değişim sağlayabilir. Ama bunun belirleyici konuma, ülkedeki sendikal hareketin başarısına ölçü olabilecek noktaya gelmesi mümkün değildir. Dikkat edilirse, mevcut sendikal yapıların etkinlik alanları daralmış, aralarındaki farklar adeta ortadan kalkmıştır. DİSK, TÜRK–İŞ veya HAK–İŞ arasındaki fark, birinin % 6,5 istediği ücret zammını diğerinin %7 istemesi biçiminde yansımaktadır.
Tabii bu durum, artık tek işyerinde, tek işkolunda veya tek ülkede örgütlenme yapılamayacağı anlamına gelmiyor. Ama sorunun düğümlendiği nokta tam da burasıdır. Eğer araştırma yapılacak, değişime gidilecek, yeni yöntem ve araçlar geliştirilecekse, ilgi bu çerçeveye çekilmelidir.
Gelişmelerden çıkarılacak ilk sonuç, saldırının büyüyen niteliği karşısında, direncin niteliğinin büyütülmesidir. Eğer yaşanan gerileme ve kan kaybı, bütünlüklü bir gelişmenin doğal sonucuysa, bundan sonra sağlanacak nispi kazanımlar da ülkeyi bütünüyle emperyalist-kapitalist sistemden koparacak bir mücadele ekseninde ele alınmalıdır. Yaşama koşullarındaki kalıcı değişmenin ancak kapitalist sistemden kopuşla mümkün olduğu, böyle bir kopuş sağlanmadan yaşam koşullarındaki değişmenin çok sınırlı olacağı bilinmelidir. Bu gerçeklik, sendikaların her zamankinden daha çok devrimci olmalarını zorunlu kılıyor.
Bugün mevcut sendikal zeminde bir taraftan belirsizlikler ve işlev zorlanması yaşanmakta, diğer taraftan mevcutların hemen yanı başında gerici, iktidar beslemesi sendikalar geliştirilip büyütülmektedir. Bu durum, aradaki nitelik farkını ortaya koymayı acil bir ihtiyaç haline getirmiştir.
Bugüne dek sendikaların hedefinde kısa vadeli somut kazanımlar daha ön plandaydı. Bugün daha zor da olsa, artık daha uzun vadeli ve sistemin bir bütün halinde değişimini önüne koyan çalışmalar geliştirilmek durumundadır. Tabii bu durum, mücadele yöntem ve araçlarından hedef kitleye kadar, pek çok olgu üzerinde değiştirici etki yapacaktır. Bu değişimin başarılması bir çırpıda mümkün değilse de, sorunu belirleyip çözüm yönelimini tayin etmek önemli bir ön adım olacaktır.
Bilinmesi ve dikkate alınması gereken bir diğer gerçeklik de; bir sendikanın süreci devrimci bir tarzda sorgulayarak kendi kitlesini buna inandırması ve bunun gereği bir mücadeleye hazırlaması, ülke genelinde sürece müdahale edebilen devrimci bir hareketin (siyasal yapının) varlığını öngerektirir. Sorunu bu şekilde kavrayıp yorumlayabilen bir siyasi hareket olmak, söz konusu siyasi hareketin örgütlenme düzeyinden çok, perspektifine bağlıdır. Bugün sadece böyle bir siyasal hareket değil, devrimci-demokrat zemindeki tüm örgütsel formlar, zayıf ve yetersizdir. Bu nedenledir ki, yaşanacak ayıklanma, saflaşma ve giderek toparlanma süreci salt sendikal zemine özgü değildir. Böyle bir süreçtenetleşmeye hizmet edecek yolgöstericilik büyük önem taşımaktadır.
"Mücadelenin çeşitli dönemlerine ait kesitler incelendiğinde, dışarıdaki siyasal ivme ile dernek, sendika vb. kurumlardaki mücadele ve örgütlülük düzeyi arasında doğrudan bir ilinti olduğu görülecektir. Örneğin 1980 öncesinde dernekler, sendikalar ve odalar dolup taşarken ve mücadelede örnek bir tutum sergilerken, 12 Eylül sonrasında, susan sokaklarla beraber suskun demokratik kitle örgütleri ortaya çıktı. Bugün de özellikle '90 sonrasında sokaklara hakim olan edilgenlik, atalet ve ehlileşmenin çeşitli renklerine; sendika vb. yerlerde rastlanmaktadır. Bizzat yaşamın içinde gözlediğimiz; ÖDPlileşme, Halkevcilik, legal araçların fetişleştirilmesi, illegalite fobisi, Leninist Parti modelinden ve farklı mücadele biçimlerini bir arada kullanma ustalığından uzaklaşma gibi olgular doğru anlaşıldığında sendikaların durumu da doğru anlaşılacaktır. Yani ortada salt bir karaciğer, mide veya böbrek rahatsızlığı yok; bünye bütünüyle zehirlenmiş. Bu nedenle, iyileşmenin yolu, sendikacılık alanında müthiş buluşlar aramak değil; sokakta da sendikada da reformizmin, ehlileşme ve uzlaşmanın yerine doğru devrimci bir duruşun gereklerini hakim kılabilmektir.(Devrimci Hareket, Sayı:18) Bugün sendikaların yaşamakta olduğu problemler, yukarıda çizdiğimiz genel tablodan bağımsız değildir. Ve gerçekte emeği temsil eden tüm örgütsel yapıları cenderesine alan kapsamlı bir saldırının sonuçlarıdır. Bu sorunları aşmak için tartışmalar yapmak, kararlar alıp koşullarını zorlamak doğru ve gereklidir. Ne var ki, önüne amaçsız/şekilsiz tartışma süreçleri koyup, meseleyi salt sendikacılık sınırlılığında görmek ve daha tehlikelisi, diğer başka konularda olduğu gibi, bu alandaki önkabullere de kuşkunun/bilinemezciliğin gölgesini düşürüp; doğru bilgiye ulaşmayı bir bilinmeze ertelemek -niyet ne olursa olsun- kavgaya yarardan çok zarar getirecektir. "(D.H. agy)
Bizler bugün sendikaların başarısızlık nedenlerini ve çıkış yollarını elbette ki tartışacağız. Önemli olan, bu çabayı, örgütsel mevcutları dağıtıcı, belirsizlikleri arttırıcı biçimde değil, bütünleştirici ve bir yenilenme sürecinden geçiren tarzda yürütebilmektir. Bunu yaparken, tüm bilim çevrelerinin yaptığı
gibi biz de dünden bugüne deneyim aktarmayı başarabilmeli, zincir kopmasına izin vermemeli, Dün; Tariş, Çeltek, Yeraltı Maden İş veya Fatsa bir tesadüfün ürünü olarak ortaya çıkmadı. Eğer çözüm aranıyorsa, bu örneklerin oluşum karakteri incelenmeli ve oradan çıkarılan dersler ölçü
alınmalıdır. (agy) biçimindeki öneriler hafife alınmamalıdır.
Bugün devrimci-demokrat zeminden yansıyan toplu durum, bizi de ruhsal olarak zorlamakta, hepimizde sokakları tekrar kazanabilme umudunu/beklentisini büyütmektedir. Ama, yine hepimiz biliyoruz ki, bu türden süreçler duygusal baskılanmalarla hızlandırılamaz; temenni, gerçekliğin yerine geçirilemez. Önemli olan, teşhisi doğru yaparak enerjiyi çözüm noktalarına
yoğunlaştırabilmektir. Hatta mevcudun bütünüyle bir çaresizlik hali olarak algılanmaması da önemli bir hareket noktası/başlangıç olacaktır.
Globalleşme, emperyalist tekellere avantajlar sağlamış, hareket kabiliyetini arttırmış olsa da bu, tüm üretim alanları için aynı düzeyde değildir. Örneğin, dünya ölçeğinde kamu hizmetlerini üretip pazarlayan emperyalist bir düzeneğin henüz olmaması, bu alanın rekabet cenderesine yeterince sokulamamış olması, kamu emekçilerinin önünde bir avantaj olarak durmaktadır. Gerçi sistem ülke özgülünde de olsa bu alanı hızla rekabete açmakta, kazanılmış hakları yok etmenin araçlarını geliştirmektedir. Örneğin, sağlıkta özel sektör kurumlarının kullanılmasını teşvik ederek devlet hızla buradaki görevlerinden kurtulup o alanı da rekabete açmayı planlıyor. Rekabete açılması, oradaki çalışanların ya da o alandaki sendikal örgütlenmelerin haklarının büyük oranda tüketilmesi anlamına geliyor. Bu süreç, sağlık işkolunda başlamış durumdadır. Eğitim işkolunda da yapılan hazırlıklar ve atılan adımlar var. Bir süre sonra yerel yönetimler yasası, personel rejimi yasası vb. düzenlemelerle belediyelerin ve kamu kurumlarının yetkilerinin büyük bir kısmı taşeron şirketlere devredilerek o alanda çalışan emekçilerin de yetkileri kısıtlanacak, çalışma alanları daraltılacak, örgütlenme şans ve koşulları güçleştirilecek; devlet küçültülerek artık maliye, vergi daireleri vb. dahil pek çok işlev özel şirketlere devredilecek, oradaki mücadeleleri bölme yoluna gidilecektir.
Kamu alanında hala bir takım avantajların olması, özel sektörde ise yeni hak kazanımlarının adeta olanaksız hale gelmesi, ülkemizle sınırlı olmayan genel bir durumdur; bir çeşit sonuçtur. Bu sonuç oluşmadan önce mücadele özellikle globalleşme tercihine karşı verilmeli; hemen her yöntem ve araç denenerek karşı durulmalıydı. Ne var ki ülkemizde de görüldüğü gibi globalleşme, büyük oranda edilgen bir duruşla karşılanmış ve hatta yer yer olumlu atıflarda bulunularak gerekli/yeterli direncin oluşması engellenmiştir. AB süreci dahil, globalleşmeyle ilgili güçlü bir direnişin geliştirilememiş olması, bugün telafisi çok güç olumsuz sonuçlar doğurmuştur.
SİSTEM ALTERNATİFSİZ, EMEKÇİLER ÇARESİZ DEĞİLDİR
Bugün sistemin emek örgütleri karşısında sağlamış olduğu konjonktürel avantaj bir çaresizlik hali olarak algılanmamalıdır. Hatta sosyalizm tercihine yönelmeden, bugünkü koşullarda dahi emperyalizmle ilişkilerini sorgulayıp, mevcut gidişe dur diyen ülkeler olabiliyor. Arjantin’in İMF ile yaptığı anlaşmaları yırtıp atması, borçlarını ödemeyi reddetmesi veya Venezuella’nın emperyalist yönelimler karşısındaki direnci, bugünkü koşullarda bile sistemin alternatifsiz olmadığının göstergesidir.
Bilindiği gibi 1900’lü yıllarda sosyalizm tehdidi sisteme bir çeşit ara evre yaşattı. Bugün bu tehdidin sıcaklığını yitirmiş olması, kapitalizm için bir rahatlama sebebidir; ama o kadar… Yoksa bugün
de yapılabilecek şeyler tükenmiş, yollar tıkanmış değildir .
Burjuvazinin sınıfsal karakteri gereği, koşullar lehine olduğu sürece, ücretle ilgili sorunlarda sınır tanımadığı bilinir. Örneğin bugün Brissa’da bir işçi 3,5 milyar (3500 YTL) ücret alabiliyor. Bir başka yerde benzer bir işkolunda ise ücretler 350 milyona (350 YTL) kadar düşebiliyor. Bu farkın sebebi,
birinin sendikalı/örgütlü olması; diğerinin ise örgütsüz olmasıdır. Bugün hala pek çok işyerinde işçilerin kaybedecek şeyleri vardır. Benzer şekilde; kapitalist işletmeler arasında da duruş/avantaj farkı vardır. Örneğin rekabet koşulları olan büyük şirketler, kalifiye eleman çalıştırarak nispeten daha yüksek bir ücret politikası uygulayabiliyor. Uluslararası pazarda pay kapabilecek büyük firmalar, yukarıda belirttiğimizin aksine, tekel karıyla, çok yüksek kar marjlarıyla çalıştıkları için diğerlerine göre daha yüksek ücretler verebiliyor. Bu bir özgünlüktür. Çünkü marka tekeli olmak, maliyet üzerinde ekstra bir tekel karına imkan veriyor. Ama küçük üretime dayalı olan ve marka olmayan ürünleri pazarlayan firmalar, çok düşük bir kar haddiyle çalışmak zorunda kalıyor ve kendi çalışanlarına yüksek ücretler verebilecek durumda olmuyor. Mesela, konfeksiyon gibi basit işgücü kullanan ve işçilik ücretlerinin çok düşük olduğu sektörlerde rekabet şansı yok denecek kadar azdır. Bu durum, örgütlü mücadeleyi de, sendikalaşmayı da güçleştiriyor.
Mevcut sorunlar, ücret gibi somut ve kısa vadeli kazanımları güçleştirmiş; ancak, ücretin her şey olmadığı bilincinin gelişmesinin önünü açmıştır. Sendika bugün hala bir gerekliliktir; çünkü yaşam ücretten ibaret değildir. İşyerindeki yaşam koşulları, işleyiş, yönetime katılma gibi doğrudan parasal olarak ölçülemeyen konularda da kazanımlar sağlanabilir. Kaldı ki günlük yaşamı iyileştirme, kısa vadeli kazanımlar vb. alanlarda da sendikanın hala yapacağı şeyler vardır/olacaktır. Söz konusu değişim, bu alanda bir daralmanın yaşanmakta olmasıdır. İşte tam da bu daralmayla eş zamanlı olarak, sistemi değiştirme ve alternatif toplum örgütlenmesi öne çıkmaktadır.
Burada, yanlış bir çağrışıma yol açmamak açısından, kastettiğimiz modelin belirli ideolojik motiflerle tanımlanmış parti gibi sendika olmadığını özellikle vurgulama ihtiyacı duyuyoruz. Anımsanacak olursa, 1980 öncesinde, işçileri salt günlük ekonomik–demokratik kazanımlar etrafında örgütleyen yapıları eleştiriyor, onlara sendikalist diyor; mücadelesini, uzun erimli, ülkenin kurtuluş mücadelesinin bir bileşeni olarak düşünmemekle suçluyorduk. İşte bugün bu biçimde, salt ekonomik- demokratik kazanımlar için mücadele eden bir sendikanın yaşama şansı yoktur; ama bu, o alanda mücadele edilemeyeceği anlamına da gelmiyor. Sendikal mücadele, bu alanı tali olarak görmeli
ve sınıfın emperyalizmle ilişkisinin sorgulanması düzeyindeki bir mücadele ön plana çıkarılmalıdır. İşte böyle bir mücadelenin, sistemi sorgulayan devrimci bir mücadele olması, kimilerini örgütlenmenin de devrimci sınırlar içinde tutulması anlamında bir çeşit grup sendikacılığı tercihine yöneltmektedir. Tabii ki bu doğru değildir. Partinin sendika, sendikanın da parti olmadığı bilinciyle, ilişkilenme doğru kurulmalıdır. Ülkemizde demokratik halk devrimini gerçekleştirebilecek ve bunda çıkarı olan bütün sınıf ve katmanları örgütleyebilecek güçlü bir parti nasıl bir zorunluluksa, benzer şekilde ülkedeki bütün işçi sınıfının kazanımlarını bir devrim mücadelesine bağlı olarak ele alan, ama ekonomik-demokratik mücadeleyi de yadsımayan sendikal örgütlenmelerin ortaya çıkışı da bir zorunluluktur. Biri diğerini etkileyecektir; bunlar birbirinden bağımsız olmayacaktır. Güçlü bir merkezi siyasal hareket olmadan, güçlü bir sendikal hareket olmaz.
Bu noktada KESK, bir çeşit özgünlüktür; konjonktürel bir durumdur. Siyasal yapıların çok sınırlı boyutlarda varlık gösterebildiği koşullarda o alana yatırım yapan siyasal kadroların da etkisiyle büyümüş, yarım milyonu kapsayan güçlü bir yapıya dönüşmüştür. Bugün KESK’in yaşamakta olduğu çözülmenin de sebebi budur. Onu var eden koşullar değişmektedir; bu geçiş, siyasal olarak taşlar yerine oturuncaya kadar sürecektir.
Yenilgi, dağınıklık, başarısızlık dönemlerinde veya arayış hallerinde sapla samanın karışabilmesi olasılığı sebebiyle bazı genel doğruların altını çizmekte yarar görüyoruz. Sendikalar; dernek, oda,
baro vb. yapılar gibi sistem içinde oluşmuş da olsa (gerici yönetimlere sahip örnekleri dışta bırakırsak) son tahlilde sistem karşıtı örgütlenmelerdir. Partiyle aralarında organik bağ olmasa da partinin (öz örgütlenmenin) kitlelere ulaşmasında, kitlelere demokratik fikirlerin taşınmasında bir basamaktır.
Benzer bir biçimde, ekonomik- demokratik mücadele politik mücadeleye hizmet eder, ona tabidir;
niteliği gereği dar ve homojen olmaz. Bu bağlamda, ekonomik– demokratik mücadeleyi yürüten bir organizasyon olarak sendikalar da dar ve homojen olmaz.
Bilinir ki sınıfsal konumu gereği işçi olan herkeste, salt çalışma koşullarından yani objektif yaşamından kaynaklanan nedenlerle işçi sınıfı bilinci oluşmaz. Maddi yaşam koşulları doğrudan doğruya, birebir siyasal bilinci belirlemez . Eğer öyle olsaydı, işçilerin çoğunlukta olduğu bütün ülkelerdeki yönetimlerin sosyalist olması gerekirdi. Eğer maddi yaşam koşulları, sınıfsal konum,
siyasal bilinç birbiriyle farklılıklar gösterebiliyorsa (göstermesi doğalsa) aynı işyerinde, aynı iş kolunda ya da farklı yerlerde çalışan işçiler arasında farklı siyasal eğilimlerin bulunması doğaldır. İşte bu farklara rağmen, işçilerin işverene karşı konumu aynıdır. İşverene karşı verilebilecek mücadeleden kazanımları ortaktır. Bu nedenle onların bu ortak yönleri öne çıkarılıp, bunu gözeten bir örgütlenme amaçlanmalıdır. Bu örgütlenmeler, tüm siyasal eğilimleri kucaklayabilecek tarzda, heterojen örgütlenmelerdir.
İşyerlerinde, siyasal hareketlerin uzantısı biçimindeki çalışmalar yanlış değildir. Ancak bunlar, sendikal çalışmanın kendisi de alternatifi de değildir. Bir işyerinde pek çok hareketin çalışması olabilir. Hatta bunlar, sendikal yönetimde inisiyatif için doğal bir rekabet içinde de bulunabilir. Önemli olan bu mücadelenin dostluk zemininde olması, tahammül sınırlarını aşmaması ve ideolojik mücadele temelinde kalmasıdır.
EĞİTİM–SEN’DE BÖLÜNME EĞİLİMLERİ
Eğitim emekçilerinin mücadele tarihi, bugünün sorunlarına ışık tutan derslerle doludur. Eğim-Sen’den önceki örgütlenmeler, gücünü ve fikri zenginliğini birliğinden almıştır. Bu birliğin asgari ortaklığını, anti-emperyalizm ve anti-faşizm oluşturmuştur. Sol içi farklılıklar, yine sol içi ideolojik mücadele çerçevesinde algılanmış ve bütünlük korunmuştur. Mücadelenin seyrine göre dönemsel geriye düşüşler mümkündür. Böylesi durumlarda yapılması gereken, sendikal bölünme değil tam tersine bütünlüğü korumaktır.
Eğim–Sen’in kapatılma süreci ayrıca bir değerlendirme konusudur. Bu dönemin en acı sonucu bölünme eğilimleri ve girişimleri olmuştur. Böylece sendikayı kapatma girişimi en önemli amacına ulaşmıştır. Ülkenin en kitlesel sendikası, eğitimde özelleştirme çabalarının, personel rejiminin yasalaştırılması girişimlerinin hız kazandığı şu dönemde zayıflatılıyor.
Kuruluşunu ilan eden Eğitim–İş, sendikal mücadeleyi ekonomik kazanımlara hapsetmeyi hedefleyen bir anlayışın ürünüdür. Bu anlayış, sendikaların politikadan uzak
durması gerektiğini savunarak ayrılmayı ve gücü bölmeyi göze almıştır. Sınıflar mücadelesine sağdan vurulan bu darbenin mutlaka boşa çıkarılması gerekmektedir.
Diğer yanda ise, dar grup sendikacılığı anlamına gelecek başka bir eğilim kendini göstermektedir. Sendika yönetimine hakim olan reformist anlayışa tepki olarak ortaya çıkan bu anlayış, demokrasi mücadelesini sendikalar üzerinden yürütmeyi hedefleyerek başka bir yanlışa düşmektedir. (Elbette
sendikalar demokrasi mücadelesinin bir bileşenidir. Burada kast edilen, partilerin misyonunu sendikalara havale etmektir.) Kızıl sendikacılığı hatırlatan bu eğilim, ileri söylemlere sahip gibi görünse de sonuç itibariyle mücadeleyi bölen bir duruşun ifadesi olarak geri bir tutumdur. Genelde KESK’te, özelde Eğitim–Sen’de rastlanan bürokratlaşmayı, üretimsizlik ve edilgenliği bizler de eleştiriyoruz; ehlileşmenin bu alanda bir kanserleşmenin sebebi olduğunun da bilincindeyiz. Buna rağmen her siyasal öznenin adeta küserek kadrolarını bu alandan çekmesini ve beliren az olsun benim olsun anlayışını doğru bulmuyor, arayışların parçalanmaya imkan vermeyen bir zeminde yürütülmesini önemsiyoruz.
Marksist yaklaşımlı sendikalar, genelde ekonomik mücadelenin araçları olarak bilinir. Ama bizim gibi demokratik devrim sürecini tamamlamayan ülkelerde, ekonomik, demokratik mücadelenin araçları olarak tanımlanır. Bunlardan birini görüp diğerini kavramamak olsa olsa bir sapmanın ürünüdür.
Ayrıca sağ ve sol sapmanın sonuç olarak benzer sonuçlar doğurduğu bilinir.
Küresel sermayenin saldırılarının arttığı, mücadele araçlarının etkisizleştiği bir dönemde emekçilerin birliğine olan ihtiyaç daha da artmıştır. Biz, ortak çalışanlar yasası talep ederken, mevcudun bölünmesi yalnızca egemen sınıfların işine yarayacaktır. Emekçilerin birliği, salt güç biriktirmek için değil fikri zenginlik içinde gerekliliktir.
Devrimci öğretmenler, ekonomikdemokratik mücadeleyi bütün olarak kavramakla yetinmemeli; bu hatalı ve tehlikeli eğilimlerin de önüne geçmelidir. Siyasal tarihimiz boyunca sağ ve sol sapmalara karşı ideolojik mücadele yürütürken, kitleleri bir arada tutmayı sağlayan bir tutkal olmayı da başarmıştık. Bugün yine dar grup sendikacılığına karşı, emekçilerin bütünlüğünü sağlamakla karşı karşıyayız. Bir taraftan bütünlüğü sağlarken, diğer taraftan devrimci bir program etrafında kitleleri dönüştürmek gibi zorlu bir süreç bizi bekliyor. Bu süreci, Devrimci Öğretmen’in yöntem zenginliğini bugüne izdüşürerek ve zenginleştirerek karşılayabiliriz.
Bugün yine siyasal tükenmişliklerin ortasında, Devrimci Öğretmen’in yolgöstericiliğine ihtiyaç vardır. Bunun için işyerlerine dönüp, sorunları saptayıp kitleleri sorunları etrafında örgütlenmeye koyulmalıyız. Gerçek, somuttur. Somut sorunlar etrafında örgütlenen kitlelerin, politik özne haline getirilmesi ertelenemez bir görevdir.
EĞİTİMDE KAFA KARIŞIKLIĞININ YENİ ADRESİ
– ÇOKLU ZEKA KURAMI –
Elmadan muz olmasını istemek…
Pozitif bilimlerdeki yeni buluşlar test edilerek ve sonuçlarına bakılarak değerlendirilir. Bilimsel tutarlılığı olan yenilikler kabul görür ve hayatta karşılığını bulunur. Örneğin mide ülserinin bir kısmının asit baskılanması sonucu değil, bakteriyel nedenlere dayandığı bulunulunca tıp doktorları hemen anti-biyotik tedavisi uygulamaya başladı ve sonuç aldılar.
Ancak sosyal bilimlerde durum bu denli net ve kesinlik arz etmez. Hele eğitimbilimde durum daha da karmaşıktır. Bir üst yapı kurumu olan eğitimin, üretim ilişkilerinin ihtiyaçlarına göre belirlendiği düşünülürse tartışmalar daha da uzuyor. Bugünlerde gündeme gelen bilimsel tutarlılığı ve sonuç alıcılığı hale tartışmalı olan çoklu zeka kavramı bize yeni transfer edildi.
Bugüne kadar, eğitimin tanımı şöyle yapıldı: bireyde istendik davranışlar geliştirme sürecidir. Bu tanım, sanayi devriminden sonra üretim ilişkilerinin bir ihtiyacı olarak yapıldı. Çünkü okullar, hedefi önceden belirlenmiş, standartlara uygun insan yetiştiren fabrikalar olarak tasarlanmıştı. Bu eğitim anlayışına göre, bilgi değerli bir tahvil, öğrenci ise boş banka kasalarıydı. Tahvilleri kabul edip koruyanlar iyi öğrenci (edilgen kişi anlayın), tahvilleri sorgulayanlar ise disipline edilerek dize getirilmesi gereken öğrenci (etkin insan) olarak değerlendirildi.
Bu anlayış yıllardan beri oturmuş giderken birden davranışçı eğitim anlayışı çağ dışı ilan edilip, yerine çoklu zeka anlayışı seçenek olarak sunuldu. Sözün içeriğine elbette bakılmalı ama sözün kimin ağzından çıktığına da dikkat edilmeli. Kuramın sahibi olan Howard Gardner, ABD’ li bir avukattır.
Yüksek lisansını psikoloji alanında yapan Gardner, hükümet tarafından 1983 yılında eğitim araştırma komisyonunu başına getirilir. Ve hükümete hazırladığı raporla ABD’ de eğitimin felaket sınırına geldiğini tespit edip, önerilerini çoklu zeka kuramında formüle etmiştir. 1983′ ten beri ABD’ de uygulanmakta olan bu yaklaşım, 2002′ de yapılan uluslar arası karşılaştırmalı test sınavında dünyada
19. sırada yer alarak başarısını ! göstermiştir. Sonraları Almanya’ da uygulamaya sokulan bu kuram, onları da Avrupa sonuncusu yapmıştır. Başarısızlığı örneklerinden de anlaşılan bu kuramı incelemekte fayda var.
Howard Gordner’ e göre insanda yedi tip zeka vardır. Buna sonradan doğa zekası da eklendi. Bu zeka türleri ve özellikleri kısaca şunlardır:
-
Sözel zeka : Dilin kullanılması ve üretilmesinden sorumlu zeka türüdür. Bu zeka türü gelişkin olan bireyler, okuma, dinleme ve konuşma yoluyla daha kolay öğrenirler. Yazarlar, şairler, komedyenler, hatipler bu zeka türü gelişkin olanlardır.
-
Matematik Zeka: Bu zekayı geliştirenler neden-sonuç ilişkisini kurmada, sembollerle çalışma ve problem çözmede başarılı olurlar. Bilimsel düşünme yeteneğine sahiptirler.
-
Görsel Zeka: Görsel algılama, algılarını yansıtma zekasıdır. Resim, heykel, haritacılık, satranç gibi alanlarda kendilerini gösterirler.
-
Bedensel Zeka: duygu ve düşüncelerin beden diliyle aktarılmasında bu zeka türü kullanılır. Aktörler, sporcular, dansçılar, alet kullanan sanatçılar bu zeka türüne başvururlar.
-
Müzikal Zeka: Ritim, ses, melodilerle öğrenmede etkili olan zeka türüdür.
-
Sosyal (kişiler arası) Zeka: Grup içinde çalışabilen, diğer bireylerin farklılıklarını ayırt edebilen zeka türüdür. Rehberlik uzmanları, öğretmenler, terapistler bu zeka türüne sahiptir.
-
İçsel Zeka: insanın kendi içinde duygu ve yeteneklerinin farkında olma bilinciyle ilgilidir. Filozoflar, psikiyatrlar ve ruhani liderlerde gelişkindir.
-
Doğa Zekası: İnsanın içinde yer aldığı doğayı, doğanın zenginliğini anlamasını, doğadaki farklı türlerin özelliklerini kavramasını ve doğayı sevmesini sağlayan zeka türüdür. Ziraat mühendisleri
H.Gartner’e göre insanda bu zeka türlerinden bir tanesi başat zekadır. Ama diğer zeka türleri de herkeste mevcuttur. Başat zeka, olayları algılarken diğer zekaların yardımına başvurur. Ve onlardan transfer yapar. Zeka konusu henüz bilimsel bir kesinliğe kavuşmasa da yukarıdaki saptamalar çok itiraz edilecek noktalar değil. Asıl itiraz edilmesi gereken; bunlardan yola çıkarak eğitime izdüşürülen çoklu zeka kuramıdır. Bu kurama göre; bir sınıfa bulunan başat zeka türleri tespit edilerek hepsine uygun araç-gereç ve yöntemle aynı konu 8 defa değişik biçimlerde işlenmelidir. Böylelikle hem tam olarak herkes öğrenmeyi gerçekleştirecek hem de herkesin diğer zeka türleri de (başat olmayan) harekete geçirilerek geliştirilecek.
Bu kurama eğitimbilim açısından bir itirazda bulunmak gerekiyor:
-
Başat zeka, bireyde kalıtsal olarak mı belirleniyor? Eğer öyleyse bireyin bu durumu kabul edilmeli ve b özelliği saptanıp geliştirilmelidir.
-
Kalıtsal değil çevre koşullarıyla belirleniyorsa, kaç yaşında netleşiyor? Çevre koşulları belirleyici oluyorsa, eşit koşullarda eşit insan tipleri ortaya çıkarmak mümkün müdür? Okul öncesi eğitime eğilerek zeka tipleri insanlar tarafından yönlendirilebilir mi?
Bu soru ve itirazlar daha çok zekaya bakış açısıyla ilgilidir. Ancak biz, yine okul dönemine bakalım: Eğer her bireyde farklı zeka türü başat zeka olarak öne çıkıyorsa bu bir sonuç olarak kabul edilmelidir. Ve buradan hareketle bireyin ilgi ve yeteneklerine uygun bir eğitim programı uygulanmalıdır. Belli bir yaşa kadar ortak eğitim alan çocuklar, başat zekası yani ilgi ve yetenekleri açığa çıkınca kendi alan eğitimine yönlendirilmelidir. Örneğin görsel zekası öne çıkan bir çocuğa üniversiteye kadar
matematik veya dilbilgisi öğretmeye kalkışmak o bireyin resim konusunda gelişimini de geriletici bir uygulamadır. Ancak o birey ilgi duyuyor ve istiyorsa bu alanlarla ilgili programlara da katılabilmelidir. Asıl programın yanında ilgili olduğu diğer dersler seçmeli hale getirilebilmelidir. Bu, bir zorunluluk olmaktan çıkartılmalıdır. Kabaca açıklamaya çalıştığımız bu eğitim anlayışına yönlendirme eğitimi diyoruz ve uygulamalar sağlıklı sonuçlar veriyor. Bireyin iç barışı, kendini sevmesi, nelerle mutlu olacağının farkına varması sağlanıyor.
Çoklu zeka kuramına göre tek bir eğitim programı tüm bireylere uygulanmalıdır. Bu yapılırken her zeka türüne seslenecek yöntem ve araç çeşitliliği kullanılmalıdır. Bu yanıyla şimdiye kadar uygulanan programlardan hiç de farklı (yeni) değildir. Tek tip insan varmış gibi üniversiteye kadar hemen herkese aynı programlar dayatılmıştır. Böylece okul sıralarında çocuklar hayat yorgunu haline getirilmiştir. Sözünü ettiğimiz eğitim anlayışını bu örneğe benzetirsek abartı olmaz sanırım: Kuş, tavşan ve balık aynı programa tabi tutuluyor. Yüzme dersinde balık, koşmada tavşan, uçma dersinde ise kuş başarılı oluyor. Ancak bu sürekli denenip hepsinin de tüm derslerde başarılı olması beklenmektedir. Bir süre sonra kuş eskisi kadar iyi uçamaz, tavşan koşamaz ve balık yüzemez hale gelmektedir. Doğru olanı ise bireyin yeteneklerini bilimsel yöntemlerle doğru saptayıp uygun eğitim programıyla bireyin gelişimine uygun ortamlar hazırlamaktır. Bunu uygulamak için insana kaynak ayırmak gerekiyor.
Çoklu zeka kuramını Türkiye’ye taşıyan Prof.Dr.Ziya Selçuk, ABD’ye giderek bunun eğitimini aldı. Şimdi talim terbiye kurulunun başkanı olan Ziya Selçuk, aynı zamanda Özel Maya İlköğretim
Okulu’nun da sahibidir. Eğitimcilerde kafa karışıklığına yol açan bu kuramın arka planı çok netleşmese de özel okulları özendiriciliği dikkat çekiyor. Kuram, bilimsel ve yeni şeyler söylemese de yeni tanıtıldığı için kafa karıştırıcı etkisini sürdürmektedir. Tüm bunlara itiraz edebilmenin en iyi yolu, alternatif eğitim programını (yönlendirmeli eğitim) ayrıntılandırıp buna uygun ders kitaplarını hazırlamaktır. Bunları yapabilmenin yolu ise Eğitim–Sen’in bilim kurulları oluşturmasıyla açılacaktır.
Akademisyenler ve eğitimcilerden oluşan kurullar, profesyonel bir çalışmayla eğitim programı ve buna uygun ders kitaplarını hazırlamalıdır.
Somut hale getirilen ders kitapları daha ciddi tartışmalara yol açacak ve Eğitim–Sen’i ilgi odağı haline getirecektir. Tasarladığımız eğitim anlayışı bugün mevcut olanı da sorgulatıcı hale getirecektir. Başka bir dünyanın mümkün olduğunu eğitim alanında somutlama görevi ile de karşı karşıyayız. Eğitim-Sen içerisinde Devrimci Öğretmenler bu çalışmayı önermeli ve örgütlemelidir. Bu çalışmayı üstlenmeye devrimci öğretmen adayı olmalıdır. Çünkü bizler geleceğin toplumsal ilişkilerinin nüvelerini bugünden yaratmada ustalaşmış bir gelenekten geliyoruz.