Geçen sayımızda yeni açtığımız bölümlere bir yenisini daha ekliyoruz. Bundan sonra bu köşemizde sendikal alan dahil olmak üzere işçi-emekçi kesimin sorunlarına/üretimlerine yer verilecektir.
Dünya’daki gelişmelerden bağımsız olmayan biçimde ülkemizde de sol siyasal yapıların uğradığı nitelik kaybı, yaşanan üretim ve kitleselleşme eksiği, sendikalar başta olmak üzere demokratik kitle örgütlerini öne çıkarmış; siyasal yapılar, adeta bu tür yapıların ardına gizlenir(gölgesinde kalır) olmuştur. Olması gereken ilişkilenme açısından baktığımızda, arabanın atın önüne koşulduğunu söyleyebiliriz.
Genel bir doğrudur. Sendikaların ideolojik değil, ama örgütsel olarak bağımsız olması gerektiği savunulur. Ancak, Türkiye solunun bu denli parçalı olduğu, kendi içinde çeşitli sorunlar yaşadığı, ideolojik-teorik sorunlarla boğuşurken dağınıklığı da aşamadığı koşullarda sendikal yapılar, ister istemez siyasal mücadelenin odağı durumuna geliyor. Fakat, siyasal yapılar homojen olduğu halde sendikal yapılar homojen değildir. Yani, çok farklı siyasal eğilimleri kendi tabanında taşıdığından, sendikalar siyasal işlevi üstlendikçe kendi kitlesi üzerindeki inandırıcılığı ve gücü azalıyor. Bir süre sonra da sendikaların tabanı, temsil ettikleri siyasal yapıların taşıdığı insan sayısına kadar daralıyor. Daha önce demokratik muhtevada yapılan bir kitlesel basın açıklamasına 5-6 bin kişiyle katılan demokratik kitle örgütlerinin, orada doğrudan kendileriyle ilintili olmayan, temsil ettikleri siyasal düşünceyle birebir denk düşmeyen bir eylem çizgisine birkaç kez katıldıktan sonra geri çekildiği görülüyor.
Sendikaların örgütsel bağımsızlığı doğru ve gereklidir . Ancak sendikaların birliği de sendikal mücadele de, işçi sınıfının siyasal temsilcilerinin kendi sorunlarını aşıp mücadelenin önünü açmasına bağlıdır. Türkiye’nin temel sorunlarına ilişkin, geleceğe dair oldukça uzun erimli somut bir program ve hedeflere sahip olan bir siyasal yapılanma olmadan, içerilen siyasal motifleri çekim noktası olarak almadan bir sendikal hareketin de başarı şansı yoktur. Bir taraftan örgütsel anlamda bağımsız olacak, diğer taraftan ideolojik açıdan belirli bir çekim noktasının etkisinde olacak ki o ideolojik motifler toplumu etkileyebilsin; sendika da toplumu etkileyen o ideolojik motiflerin birer simgesi/temsilcisi olarak kitlelerle bütünleşebilsin. Yoksa, varlığı kendinden menkul ve sınırlı sayıda insana kadar daraltılmış olan bir siyasal yapının kitlelerde ciddi bir destek görmesi mümkün değildir.
Sahip olunan siyasal perspektif(kimlik), kitlelerle bütünleşmede tayin edici bir ölçüdür. Örneğin bugünkü siyasal kimliğiyle, uzlaşmacılık ve gericilik ağırlıklı programıyla tasfiyeci Kürt hareketi; Türkiye’deki devrimci yapılanmayı, işçi sınıfının ve emekçi kesimlerin mücadelesini güçlendiren/besleyen konumda değildir . Tabii sorun tek başına Kürt hareketi değildir. Sol, Türkiye’nin genel sorunlarına ilişkin köklü bir program ortaya koyamamıştır.
Tabii bu sorunlar, salt Devrimci Hareket Dergisi’nin çabasıyla veya Üreten biziz köşesindeki üretimle aşılamayacak denli boyutludur. Ancak bu köşede sağlanacak üretim de küçümsenmemelidir. Tüm okur ve yoldaşlarımızın katkılarını bekliyoruz.
SENDİKALARIN ÖNEMİ VEYA İŞLEVİ SORUNU
Sendikalar temel anlamda sınıf örgütlenmeleri olarak emekçinin kendi bilinç düzeyini yakaladığı ve geliştirdiği hak alıcı, bilinç taşıyıcı kurumlar olarak önem taşımakta. Her emekçinin bulunduğu yaşam koşullarını ve bilinç düzeyini geliştirmek için örgütlenme arayışı sonuçta farklı arayışları olsa da- bir örgütlülük içinde bulunmasını zorlar. Günümüzde bu durum yasal prosedürlerin sınırlarını belirlediği sendikalar olarak karşımıza çıkmakta.
Sendikalara bazen olduğundan daha fazla bir anlam, görev verme gibi bir yanılgı içerisine düşmek siyasal alanda yaygın bir durumdur . Sendikaları siyasal bir parti veya yan organı ya da devrimin öncü partisi gibi görme eğilimleri emekçiler arasındaki abartılı yaklaşımın görüntüsü olarak karşımıza sık sık çıkmakta.
Sendikalar, bu emekçilerin bilincindeki belirgin olmayan ya da yanlış bilinen işleviyle sanki devrimin bir öncü partisiymiş gibi bir yerde görünür. Oysa sendikalar temel anlamda bir amaç değil sonuçta bir araçtır. Bulundukları yer olarak kapitalist toplum içerisinde bir tamamlayıcı işleve de sahiptirler.
Kapitalizmin deyim yerindeyse tamamlayıcı bir bileşeni olarak da görülebilirler.
Sendikalar sistem içidir; sistemin bileşenlerinden birisidir. Bu anlamda sendikaları sistem karşıtı alternatif örgütler olarak görmek çoğu zaman muhalif bilinçli emekçileri hayal kırıklığına uğrama riskiyle karşı karşıya bırakmakta. Bu durumu, İngiliz işçi sendikalarının 19. yüzyılda siyaset yaparak haklarını daha kararlı bir şekilde elde etmek için İşçi Partisini kurmaları iyi örneklemekte. Günümüzde yeni sosyal demokrasinin örnek modeli sayılan bu parti, işçi düşmanı politikaları ve emperyalist hedefleriyle emekçilere siyaset yapmanın veya hak alıcı politikalar için örgütlenme amaçlarının bazen nereye savrulacağını iyi örneklemekte.
Sendikaları sistem içerisinde bir yere koyduktan sonra reddetmek olası mı; bunu tartışalım …
Doğal olarak örgütlenmek, kapitalist sistem içerisinde bir ihtiyaçtır. Emekçiler için de bunun en uygun aracı sendikalardır . Gerek ekonomik gerek sosyal gerekse de siyasal birtakım hakların kazanımı için sınıf dinamiğiyle ve öncüsüyle donanmış bir örgütlülük, emekçiler için vazgeçilmez bir araçtır. Mevcut konumlarını daha iyiye sürükleyecek dayanışma ruhunu körükleyecek bir sendika, emekçiler için bir çekim merkezi olabilmekte.
Her sendikada, kuruluşunun ilk döneminde birtakım kararlı ve radikal taleplerle ortaya çıkma, emekçileri örgütleme çabası içerisine girme, varlığını ortaya koyma çabası vardır. (İşveren destekli kurulan işbirlikçi sendikalar bunun dışındadır). Fakat zamanla, sınıf bilinçli emekçilerin sendika içerisinde etkisizleştirilmeleri ve yerlerine bürokratik mekanizmaların yerleştirilmesi riskini hep taşımakta. Belirli bir aidat ve sonuçta ekonomik birikimin yığılması, sendika yönetimlerinin cazibe merkezi olmasını sağlamakta. Yönetimler bir kere emekçilerin inisiyatifinin ya da yanılgılarının sonucu bürokratikleşme mekanizması içerisine girerse kurtuluşları pek mümkün olmamakta. Özellikle toplumsal muhalefetin zayıfladığı dönemlerde sendikaların işlevleri dışında birer Sivil Toplum Örgütü (STÖ) konumuna savrulmaları olasıdır.
Günümüzde dünya geneli ve ülkemiz özelinde değerlendirdiğimizde sendikalar sınıf hareketini temsilden her gün biraz daha uzaklaşmakta. Bunun en temel sebeplerinden birisinin genel ideoloji yetersizliği ve buna bağlı olaraktoplumsal muhalefetin gelişmemesi olgusu olduğu açıktır.
Ülkemizdeki sendikaların genel yapısına baktığımızda, sağdan sola doğru bir çoğunun birbirine benzemeye başlamalarının en temel sebebi, bu ayrışmayı sağlayacak toplumsal muhalefetin oluşamamasıdır.
Genel olarak sendikalarla ilgili tartışmalarda hep sendikal bürokrasiden şikayet edilmekte, fakat tek başına sınıf bilinçli emekçilerin sendikalarda hak alıcı, devrimci bir oluşum yarattıkları durumlarda nasıl ayakta kalabileceği konusunda pek düşünülmemektedir. Sendikalar, toplumsal muhalefetin sadece bir ayağıdır . Önemlidirler, ama tek başlarına var olmaları bir anlam ifade etmez. Esas tartışılması gereken noktanın sendikaların niye bürokrasiye takıldıkları değil de toplumsal muhalefet
dinamiklerinin niye gelişemediği sorusu olması gerekirken, sondan başlamak hep tartışmaları bir kısırdöngüye taşımaktadır. Sonuçlar üzerinde tartışmak, sebepleri ortadan kaldırmaz. Önemli olan sonuçları ortaya çıkaracak olan koşulların nasıl gerçekleşeceği üzerinde durmaktır.
Günümüz koşullarında sendikaları reddetmek olası dışıdır. Yani sendikalar sınıf örgütlenmesinin temel dinamiği olarak yerlerini korumaktadırlar. Fakat istediğimiz kadar yeni devrimci bir sendikal anlayışın çerçevesini çizelim.Toplumsal muhalefetin yetersiz ya da güdük kaldığı bir süreçte sendikaların doğal olarak devrimci bir doğrultu da gelişimleri zor olmaktan öte imkansız gibidir.
Sendikalar, her zaman için sınıfın temel dinamiklerinden birisi olarak kalacaktır. Fakat sınıf hareketi içerisinde kimi sendika yönetimlerini ele geçirmek veya sendikalarda egemen olmak, emekçileri sınırlı ve geçici bir sürecin aktörleri olmanın dışına götürmeyecektir. Önemli olan sürecin gerçekçi bir tanımını yapmak ve bunu toplumsal muhalefetin bir sıçrama tahtası olacak politikalarla ileriye taşıyabilmektir. Koşullar olgunlaştığında Sendikalar zaten bu sürecin tamamlayıcısı olarak kendini şekillendirme zorunluluğunu ortaya koyacaklardır.
ADIYAMAN DEVRİMCİ HAREKET KAMU ÇALIŞANLARI
SENDİKAL BÜROKRASİ
Bizde bilim adamları ekseri memur kafası’ taşıdıkları ve asıl amaçları devleti kutsamak olduğu için, aralarında geçerli paradigmaya eleştirel bakabilenleri son derece sınırlıdır…
Oysa eleştirel olmayan hiçbir zihinsel-entelektüel çaba bilim tanımına dahil edilemez
Fikret BAŞKAYA
Bürokrasi; yetkili idareciler topluluğu ile belirli bir idare sisteminde geçerli prosedür ve işlerin bütününe verilen genel bir kavramdır. Bu anlamda bir örgütteki yönetici kademesinden memuruna, merkez yönetiminden en alt birimlerine (temsilciliklerine) kadar her alandaki yöneticiler ve yaptıkları kırtasiye işlemlerinin bütünü olarak anlaşılabilir. Bürokratik mekanizma özellikle devlet sistemi içerisinde egemen olan hiyerarşinin (ast-üst ilişkilerinin) biçimsel olarak da yansımasıdır. Özellikle geleneksel memur tiplemesinde amirim, memurum rolünde ortaya çıkan: emirlere boyun eğen, eleştirmeyen, bulunduğu konumu sorgulamaktan aciz, emir kulu mantığı; devlet bürokrasisinin temel işlerliğini ve mantığını da oluşturur.
Koşullar, bu bürokratik yapılanma kurumlarında çalışan, zamanla sistemi ve bulunduğu konumu sorgulayan, yaşam standardını yükseltmeye çalışan ekonomik taleplerin yanı sıra siyasal talepleri de hedefine koyan devletin yaramaz çocukları memurları da kendi örgütlülüğünü yaratmaya itmiştir.
Memur sendikaları bu anlamda geleneksel memur görüntüsünden bağımsızlıklarını ilk defa sendikalaşma yoluyla koparmaya çalışmışlardır. Bu başkaldırı, memurların örgütlülüklerini ve önderlerini de yaratmıştır. Fakat zamanla sermaye kendisi için risk olarak gördüğü örgütlenmeleri ya ortadan kaldırmak ya da kendisine bağımlı kılmak için formüller aramıştır. Bu arayış sendikal bürokrasi dediğimiz kavramın memur sendikalarında da ortaya çıkış sebebi de olmuştur.
Bürokratik bilgi güçtür; hem uzman bilgi anlamında, hem de memurların rutin işlemler ve prosedürler arkasına gizlenmelerini sağlayan saklı bilgi olarak güçtür. Bu terimin geçmişten beri, memurların aşırı derecede güce başvurdukları ya da örgüt yapısının aksadığı her durumu anlatmak üzere kullanılmaya başlaşması şaşırtıcı değildir… Formaliteler ve dosyaların yine gerekli olan ölçüleri çok fazla aşacak şekilde çoğaldığı ve görevlilerin hizmet ettikleri var sayılan amaçları hiç dikkate almadan (başka bir deyişle bürokratik kendi başına bir amaç durumuna gelmesine kölece seyirci kalarak) sadece düzenlemelerin metnine harfi harfine bağlı kaldıkları zamanlarda etkilerini kaybedebilirler… 1
Bu anlamda sendikaların Bürokrasiyi yaşatmaları ve yasal sınırlar içerisine hapsolmaları; zamanla amaçlarının da ortadan kalkmasına ya da esas amaçların ikincil konuma gelmesine sebep olduğunu belirtebiliriz. Dünyada sendikal mücadeleler incelendiğinde en radikal ve hak alıcı eylemliliklerin genellikle bürokratik mekanizmanın dışında, emekçilerin doğal tepkileri sonucunda işyeri merkezli örgütlülüklerle oluştuğunu söyleyebiliriz.
Sendikal bürokrasi; sendikal mücadeleyi ekonomik taleplerle sınırlayarak emekçilerin sermaye ile açıktan çatışmasının önüne geçmek için adeta bir engel durumundadır. İşçi ve memur örgütlenmelerinde işverene karşı verilen mücadele kadar var olan sendikal bürokrasi ve reformist önderliklere karşı verilecek ideolojik çatışma da kaçınılmazdır. Çünkü zamanla bir çok bedeller üzerine yaratılan sendikalar, kendi amaçlarının dışına çıkarak mevcut statükoyu koruma çabası içerisine girebilmektedirler.
İşverenler ya mevcut örgütlenmeyi terörle ve baskıyla dağıtmaya çalışacaklar, ya da karşı örgütlenmelerini (sarı sendikalar) kurdurarak mevcut emek mücadelesini bölmeye çalışacaklardır. Bunda başarılı olamazlarsa kendilerine en yakın ya da mücadele çizgisinden kopuk, ılımlı, radikal eylemleri olmayan, uzlaşmacı kişiliklerin önderlik konumuna gelmelerini destekleyerek bürokratik yapılanmanın temelini atarlar. Bu yöntemler sermayenin kendi sürekliliğini sağlaması açısından önemlidir.
Kamu emekçilerinin bugün sendika hakları için zorlu mücadeleler vermesi hatta sendika haklarını tamamen meşru mücadeleleriyle kazanmaları da bir gün o sendikaların devlete ve düzene entegre olmasını engellemenin güvencesi olamaz. Tarihte örnekleri görülmüştür. Bugün İngiliz Kapitalizmine entegre olan sendikaların tarihi şanlı direnişlerle doludur. Yasakları aşarak meşru mücadeleler sonucu kurulmuşlardı. Uzun yılların ürünüydüler… (2)
Yukarıdaki örneği biraz daha geliştirirsek; diyebiliriz ki, günümüzde kapitalizmin ve sosyal demokrasinin Avrupa’daki en güçlü kalelerinden birisi olan İngiltere İşçi Partisi’nin kuruluşu sendikaların parlamentarizm kaygıları sonucu direk işçi konfederasyonlarının katkılarıyla oluşmuştur. Günümüzde ise Irak halkının geleceğini karartan sömürgeci politikaların bir uygulayıcısı olarak emekçi düşmanı politikalarıyla kuruluş amacına ne kadar yakındır ?
Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası hükümetler, ekonomiyi daha rahat kontrol altına alabilmek için sendikaları da kontrol etme ihtiyacını hissetmişlerdir. Bizim ülkemizde de 1952 yılında TÜRK-İŞ in kuruluşu da bu anlayışın ürünüydü. Bu anlayış günümüzde varlığını farklı görünümlerle de olsa devam ettirmektedir. (Örneğin Türk Kamu-Sen , HAK-İŞ veya MEMUR-SEN’in dönemsel olarak iktidara yakın durmaları, eleştirilerinin dozunu icraatlarından çok hükümetlerin siyasal kimliğine endekslemeleri…)
Sendikal bürokrasiyi aşmanın en temel yollarından birisi işyeri örgütlülüğünü temeline alan sınıfsal bakış açısıdır. Bu anlamda yeni bir sendikal anlayış ve örgütlülüğe bakış açısı olmadan mevcut sendikal mücadelenin sürdürülemeyeceği gerçeği açıktır.
(1)-Sosyoloji sözlüğü. Gordon Marshall Sf:86 Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara 1999 (2)-Sendikal Mücadele ve Politika. Hacay Yılmaz. Sf:103. Devinim Yayıncılık .1993
ADIYAMAN DEVRİMCİ HAREKET KAMU ÇALIŞANLARI
SENDİKAL BÜROKRASİ VE KAMU YÖNETİMİ REFORMU
AKP iktidarı ile birlikte son dönemde yeniden tartışmaya açılan kamu kesimindeki yeniden yapılandırmayı amaçlayan yasanın temelleri ve içeriği incelendiğinde, birçok çelişki ve aldatmacayı barındırdığı çeşitli açılardan görülebilir.
Özünde Neo-Liberal politikaların bir yansıması olan bu yasa tasarısı, kamuda bir reform-yenilik gibi yansıtılarak kamuoyu oluşturulmaya çalışılmaktadır. Sözde kamudaki personel yığılmasını ve adil olmayan ücret dağılımını düzenlemeyi amaçladıklarını beyan ederek basın aracılığıyla oluşacak tepkileri şimdiden boşa çıkarmayı amaçlayan bir yaklaşımı sergilemeye çalışan hükümet yetkilileri, sonuçlar konusunda çok da açıklayıcı değiller. Özellikle çıkacak yasayla birlikte ilk etapta bir milyona yakın kamu emekçisinin iş (eğitim, sağlık, tarım, kültür, vb. kamu alanında çalışanlar) güvencesinin ortadan kalkacağı, sözleşmeli sisteme geçilmesi konusu gözlerden uzak tutulmakta.
Bu yasa taslağının dayandırıldığı temellerin büyük çoğunluğu şunlardır :
-Norm Kadro
-Toplam Kalite Yönetimi
-Yönetişim
-Performansa Dayalı Ücret
-Kamuda Verimlilik
-Memur Sayısının Fazlalığı
Norm kadro uygulaması, özellikle milli eğitimden başlanarak tüm kamu kurumlarına 2003 yılı sonuna kadar yaygınlaştırma hedeflenmektedir.2001 yılında milli eğitimde başlayan uygulama, bir çok aksak yönüne rağmen sonuçlanma aşamasındadır. Buradaki asıl amaç, iş güvencesinin kapsamını daraltarak olabildiğince fazla işi, az sayıda personele yaptırmaktır . Düzenli çalışma sisteminin kaldırılarak çalışanların görev yerlerinin belirsizleşmesine, birden fazla işyerinde görevlendirme esasıyla işyerinin parçalanması uygulamasına gidilmektedir. Kamu personeli rejimi yasasının iktidarlara bağlı olmadığı (devlet politikası-ya da Dünya Bankası kökenli olduğu) 3 yıllık norm kadro uygulamasının çıkacak yasanın bir alt hazırlığı olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Hatta ilk yasanın tartışmaya açıldığı tarihin 1993 yılı olduğu gerçeği bilinirse esas kaynağın, tamamen uluslararası sermayenin politikaları olduğu rahatlıkla anlaşılabilir. Dünya Bankası’nın sadece bu proje için hükümetlere milyonlarca dolar aktardığı,Profesör Dr. Birgül Ayman Güler tarafından Basında defalarca aktarılmıştır.
Toplam Kalite Yönetimi (TKY) uygulamasının ilk kökeninin ABD kaynaklı işletmelerde uygulanan bir sistem olması ve zamanla, sömürüye açık ülkelerde uygulanması için teşvik görmesi niyeti açıkça belli etmektedir. İlk bakışta demokratik bir uygulamaymış gibi gözüken bu anlayış özünde; çalışanları bireyselleştirerek işyerinde rekabeti körüklemeyi amaçlamaktadır.. Hep daha fazla kar ve verimlilik esasını taşıyan bu anlayış, çalışanları adeta bir yarış atı konumuna indirgeyerek emekçinin; gerek sosyal yaşamını, gerekse de kolektif bilincini parçalamayı hedeflemektedir. Demokratik bir görüntü adı altında emekçilerle onların sınıf organları olan sendikalar arasındaki bağı kopartmayı gizli amaç
olarak taşıyan TKY; sömürü çarkının daha da belirgin ve sınırsız bir çizgiye çekilmesini kendisine birincil hedef olarak koymuştur.
Yönetişim kavramı, kamu yönetiminde köklü bir değişimi anlatan kavram olarak bu günlerde hükümet tarafından sıkça kullanılmaya başlanmıştır. Bu anlayışa göre devletin kamuya yönelik hizmetlerin üretiminden vazgeçerek, sermayenin taleplerine daha etkin bir şekilde duyarlı olması anlaşılmaktadır. Kamu yönetimi 3’lü bir model üzerinde inşa edilmeye çalışılmaktadır: Devlet Sermaye ve Sivil Toplum Kuruluşları. Devlet bu noktada özel sektör tarafından üretilen hizmetleri düzenleyici bir konuma doğru evriltilmektedir. Kurumlar arasındaki eşgüdümü sağlayan devlet bütün mali yükü özel sektör aracılığıyla vatandaşın üzerine yıkmaktadır. Sivil Toplum Kuruluşları da bu noktada demokratik bir görüntü altında mevcut sömürü ve yağma düzenini meşrulaştırma görevine soyundurulmaktadırlar. Özünde sendikaları devre dışı bırakarak sanal bir demokrasi görüntüsüyle özelleştirme uygulaması meşrulaştırılmakta.
Performansa Dayalı Ücret sistemi ise, İngiliz kamu personeli sistemi örnek alınarak hazırlanan bir anlayıştır. İşyerinde çalışan emekçilerin performans kriterleri hazırlanarak yıllık bazda değerlendirilecek ve ücret ona göre hazırlanacaktır. Sözleşmeli personel sisteminin bir parçası olacak bu sistemin, sonuçta iş güvencesini ortadan kaldırarak çalışanların kişiliksizleşmesine, işverenle yakınlaşma adı altında muhbirliği arttırarak, ücretlerin arttırılması adına her türlü olumsuzluğun sergileneceği bir ortamın yaratılmasına sebep olacağı bilinmelidir. Mevcut kamu işverenlerinin Liyakat usulünden çok siyasi kanallarla yönetici oldukları düşünüldüğünde, çalıştıracakları sözleşmeli emekçilere de bu siyasal yaklaşımla performans kriteri dolduracakları bilinmesi gereken bir gerçekliktir.
Kamuda verimlilik kriterinin özünde, özelleştirmeyi meşrulaştırmayı amaçlayan bir yaklaşım sezinlenmektedir. Kamu hizmetlerinin hantallaştığı ve verimsizliği iddiasıyla personel sayısını azaltmak ve kamu hizmetlerinin paralaştırılırsa vatandaşa daha iyi hizmet götürüleceği propagandası yapılmaktadır. Oysa öz olarak bir çok kamu kurumunun siyasi partilerin çiftliği gibi görülmesi
personel yığılmasını getirirken, çoğu kurumda da personel sıkıntısı çekilmektedir. Kamuda verimliliğin esası adil bir dağılım ve personelin denetim mekanizmasının iyi işletilebilmesidir. Sat kurtul
mantığıyla tüm kamu hizmetlerinin vatandaşın üzerine yıkılması ülkemizde zaten adil olmayan dengesiz gelir dağılımı arasındaki uçurumun artmasına ve vatandaşın kendi kaderiyle baş başa kalmasına sebep olabilecektir.
Memur sayısı fazlalığı bahane edilerek yüz binlerce emekçinin işten atılmasına zemin hazırlanmaktadır. OECD rakamlarına göre, bir çok ülkedeki Memur sayıları ve nüfusa oranları incelendiğinde ülkemizdeki memur oranlarının en altlarda olduğu görülmektedir.
-
OECD ÜLKELERİNDE MEMURLAR
ÜLKE
MEMUR SAYISI
NÜFUSA ORANI %
Finlandiya
536.632
10,4
Fransa
4.819.300
8,2
Kanada
2.548.137
8,1
Macaristan
791.436
7,8
ABD
20.572.000
7,5
-
Çekoslavakya
715.858
6,9
İrlanda
235.326
6,2
Avusturya
441.560
5,5
Yeni Zelanda
205.305
5,4
Almanya
4.364.100
5,3
Hollanda
828.033
5,2
İtalya
2.275.946
3,9
İspanya
1.552.838
3,9
Türkiye (*)
2.143.206
3,2
Yunanistan
270.897
2,6
Yukarıdaki tablo Türkiye’deki memur oranlarının normalin daha da altında olduğunu göstermektedir. Çünkü yukarıda gösterilen ülkelerin bir çoğu halen teknolojik anlamda her türlü olanağa rağmen, memur oranı bakımından teknolojide yetersiz, halen bir çok bölgede bilgi-işlem sistemine geçememiş bir ülke (Türkiye) açısından normalin altında sayılabilecek bir rakamda olduğumuzun göstergesidir.
Ayrıca Kaldı ki tabloda Türkiye’deki memur sayısı 2.143.206 olarak görülmektedir bu sayı boş kadroları da içermektedir. Oysa şuandaki dolu kadro sayısı 1.750.000 civarındadır. Yani dolu kadro baz alındığında memur sayısının toplam nüfusa oranı %2,2 olarak çıkmaktadır. Bu oran OECD ülkelerindeki en düşük orandır. Ayrıca kamu kuruluşlarına 10 binlerce taşeron işçisi alınması memur sayısı fazladır. Gerekçesini tamamen ortadan kaldırmaktadır . (Cengiz FAYDALI-Enerji Yapı-Yol Sen Başkanı)
Yakın zamanda meclis gündemine getirilmesi düşünülen bu yasa ile ilgili sendikaların basın açıklamaları dışında belirgin bir karşı duruşları hala gündemde değildir. Üyelerini yasayla ilgili bilgilendirmeyen, yasaya karşı bir eylemselliği örgütleme yeterliliğinden yoksun tabandan kopuk sendikaların, yakın dönemde kapılarına kilit vurulduğunda bakalım çıkaracak sesleri kalacak mıdır? Sendikaların yasaya geleneksel miting veya basın açıklamaları yöntemleriyle muhalefet edecekleri imajı vermesi yeni eylem stratejilerini de belirlemektedir.
Sendikal bürokrasinin duruşu; hükümetin tüccar anlayışlı politikalarına karşı muhalefetin topyekün alanlarda direnmesi yerine yine uzlaşmacı zihniyetin sendika binalarında oluşacağı izlenimini güçlendirmektedir. Sendikaların çıkacak yasaya karşı eylemlilikleri, özellikle yasanın meclis gündemine gelmesine endekslemeleri baştan kaybedilecek bir savaşı göstermektedir . Bu açıdan sendikaların tabanındaki duyarlı kesimlerin çıkacak yasayı şimdiden tartışmaya açmaları, ilerisi açısından yapılacak eylemlerin de ön hazırlığı aşamasını oluşturacaktır. Aksi durumda yasadan sonra büyük çoğunluğu sözleşmeli olacak (polis, asker, üst düzey bürokratlar ve hakim savcılar hariç) kamu emekçilerinin örgütlü sendikalarının da varlık sebebi ortadan kalkacaktır.
ADIYAMAN DEVRİMCİ HAREKET KAMU ÇALIŞANLARI
DEVRİMCİLİKTE ISRAR BAŞARININ YOLUNU AÇACAKTIR
Toplu bir saldırı altında ilerleyen yaşamda her şey metalaştıktan sonra; metayı üreten insan öğesi de mal haline getiriliyor.Modern kölelikte kazanılmadan çıkarılan her yasa, yasa koyucunun sahibini destekliyor, yani egemenin çıkarına hizmet ediyor. Modern kölelikte 4857 sayılı iş kanunu 10 Haziran 2003′ te yasalaştıktan sonra işçilere, yeni çıkarılmaya çalışılan Kamu Yönetimi Yasası ile de kamu çalışanlarına karşı emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin talepleri doğrultusunda bir adım daha atılmış oluyor.
Ülkemizde emperyalizm varlığını hissettirdiği oranda bu,çalışma yaşamına olduğu kadar hak ve özgürlüklere de yansımış; bir dönem(1960’lı yıllar) kapitalizmin gelişiminin de devamı olarak, kimi nispi haklara sahip olunmuş ise de, bunların kapsamlı ve planlı saldırılar eşliğinde gaspı gecikmemiştir.Ülkemizde kamusal kesim 24 ocak 1980 kararları ile adeta zorla ve militarizmle yeniden yapılanma sürecine girerken çalışma yaşamı da emperyalizmin uzun vadeli çıkarları paralelinde biçimlendirilmiştir.Bu dönemin konjonktürel özellikleri ve alternatifler için mücadele yürütebilecek devrimci kadrolardan yoksun kalınmış olması bir fırsat olarak görülmüş ve sermaye çevrelerinin beklentileri adım adım devreye sokulmuştur.
Üretenler adına sürecin örgütsüz ve kısır geçtiği, tasfiyeciliğin ve değer erozyonunun büyütüldüğü bir dönemin sonunda egemenler, yeni ve eski isimleriyle denemekten bıkmadıkları siyasal partilerin içinden bu kez, ABD’nin de destek ve tercihiyle, ılımlı İslami normların da temsilcisi AKP’yi devşirip iktidara taşıdılar. IMF,DB,DTÖ,AB,vb. oluşumlar yaşamımızı emperyalist ellerce belirlemenin araçları olarak işlev görürken, aynı araçlar, yükselen değerler eşliğinde kafalara bir olumluluk karesi, bir pozitif imaj öğesi olarak yerleştirilmiştir. Gerçekte sömürünün ve paylaşımın yeni şekillerini üreten bu örgütlenmeler, medyaya sahip olan egemenler ve patronlar sayesinde yaşamın olmazsa olmazı haline getirilmiş ve daha çok içselleştirilmesi sağlanmıştır.Bu içselleştirmeye, her alanda edilgenlikle,
yerine koyulacak politikalar yokmuşçasına boyun büküklüğü ile cevap verilmiştir.Bu, tüm çalışanlar ve tüm alanlar için bir kader kabul edilecek olsa dahi, Devrimci Hareket Kamu Çalışanları için bir kader değildir/olmamalıdır.Devrimci kamu çalışanları olarak bizler her konumda söyleyecek söze, atılacak adım ve dolayısıyla çözüme sahip olmak durumundayız. Karamsarlık ve çözümsüzlüğün kanıksanması bize yakışmaz.Her bireyin vuruş ve görüş menzili farklıdır.Ancak insanın yaşamdaki etkisini belirleyen temel faktör, bu görüş ve vuruş menzilini besleyen fikri ve fiili donanımdır.EVRENSEL DOĞRULARIMIZ değer olarak davranışımıza yansımalı,yaşantımızda söz ve eylem bütünlüğü olmalıdır. Bütünlük yakalandığında, nitelik ile nicelik birlikteliği de sağlanacaktır.Bizi bilince götüren farkındalıklar aynı zamanda tüm çalışanlarda olduğu gibi kamu çalışanlarında da darbe almış devrimci kültür eksikliği hastalığını tedavi eden damlalara dönüşecektir.Bugün özel mülkiyete dayalı ilişkilerle beslenen ve kapitalist kültürle güçlenerek yaygınlaşan bireycilik, hırs ve rekabet; kollektivizmi, dayanışma ve kardeşleşme fikrini, bu fikre ait ruhsal şekillenmeyi tahrip ederken; başkasının sırtına basarak güçlü olmak, başkasını ezebilme şansına sahip olmak, bir değer olarak büyütülmüştür. Bugün revaçta olan ve insanların kimliğine kazınan bir diğer duruş da, parasal zenginlik eşliğinde güç büyütmek; bunu, varlığın ve mutluluğun koşulu olarak görmektir.
Düşünme ve yaşama ihtiyacı dizi filmlerle,reklamlarla,haber programlarla hatta dünya insanlığının evrensel dili olarak gördüğümüz müzik kullanılarak kalıplanmış ve robotvari biçimde kapitalizmin kendi ihtiyacı için sınırları çizilerek medya tarafından zoraki ve hissettirmeden sunulur olmuştur.
Bugün sendikal yapıların örgütlü duruşlarındaki kitlesel bağların zayıflığı ortadadır. Meşru hakkımızdır diyerek, kitle ve sınıf sendikacılığı ilkeliliği ile çalışmalarına başlamış olan sendikalar, aidatların maaştan kesilmeye başlaması ile birlikte ekonomik çıkar tuzağına düşmüş ve sınıfı, kapitalist sınıfla karıştırır duruma gelmiştir.Varılan yer, sınıfsal proleter bilincin yaratılmasına yönelik kitle çalışması değil; bakanlıklarda dikkate alınmayacağı bilinen göstermelik görüşmeler ile sendika binalarında yapılan 10-15 kişilik bürokratik basın açıklamaları olmuştur.Yani sınıf ve kitle sendikacığına ilişkin
iletişimin içeriği ve ilişki düzeyi yanlış kanallarla biçimlendirilmeye başlamıştır.Kitle ile ilişkide de , gönderilen mesajların nasıl yorumlanacağını belirleyip içerik düzeyine anlam veren yaklaşımı oluşturacak olan bir üst çerçeve oluşturulamamıştır.Bu üst çerçeve, doğru önderliktir.Doğru önderlikle iletişim sağlanamayınca da bireyler kendilerini ilişki içinde
tanımlayamamışlardır.Sadece ekonomik kazançlar örgütü gibi algılanmalara yol açan sendikalar, bir anda kendileri özelleşmenin ilk adımını atan ve yapı taşları olan unsurlar haline gelmiştir.Bir yandan iş yükünü azaltmak için sözleşmeli kadrolarla alımlara izin vermiş ya da şirketler eliyle yapılan sözleşmelerle işe başlayan çalışanların kendi örgütlülüğünde örgütlenmesi için meşru zeminler, kanallar yaratmamıştır.Bir diğer örnek de döner sermaye uygulamaları karşısındaki duruşutur.İnsanca yaşamak için gerekli ücreti sonuna kadar savunmak yerine, döner sermaye uygulamalarının getirdiği ek kazanımın bir ücret artışı gibi sunulmasında bir sakınca görülmemiştir.Döner sermaye alımının eşit paylaşım ilkesi ile yapılmasına ve arttırılmasına mücadele edilmiştir.Bu talep gerçekte zor koşullarda yaşayan kamu çalışanlarının yaptığı eylemliliklerde enerji boşalımına sebep olmuş, asıl talebin önünü kapatmış ve ekonomik koşullarda iyileştirmeyi anında sunmaya yaradığı için,sosyal yaşam olanaklarını arttırmış, kişinin bulunduğu iş ortamına getirdiği öz saygıyı ise yok etmiştir.Diğer bir deyişle, iş ortamındaki herkese eşit hizmet anlayışının koşullarını hızla yok etmeye başlamıştır.Özel odalar,özel hastalar,özel öğretmenler, özel insanlara özel hizmetler dönemini başlatmıştır.
Her mesajın bir öyküsü ve derinliği vardır.Özel mesajının tek bir sözcük olarak ve daha iyi hizmet olanağını içeren öyküsü, içinde bulunduğu dizin ile anlamlandırılınca kimlerin özel olduğu ortaya çıkmaktadır.Kamusal alan özelleştirilip alınıp satılan mal haline dönüştürülen çalışanlarıyla özel müşteriler için hazırlanmaktadır.Yani parası olanın parası kadar ulaşabileceği pazarlara dönüşmektedir.Aynı insani, yaşamsal ihtiyaçlar için parası olan dikkate alınmakta, yoksa ölüme ve baştan yenilgiye razı olması istenmektedir.
Olayların tek başına anlamı yoktur.Olaylara anlamı biz yükleriz.Eğitim,tecrübe,kültür gibi faktörler bir olayın anlamlandırılmasında etki eder.Aynı olaya farklı insanların farklı anlamlar vermesi mümkündür ve anlaşılırdır.Top yazılı tahtaya bakan çeşitli kişilerin futbol topundan savaş topuna kadar algılamalarının olması doğaldır.Özelleştirme yanlıları işte bu algılama farkını sürekli olarak kendi çıkarlarına kullanmaktadırlar.Algılama farkları, kaynağın gizlenmesine de imkan vermektedir. Stresin asıl kaynağını da bu oluşturmaktadır.Bugün kamu alanında yaşanan olumsuzlukları ve gelinen noktada çalışanlar ile hizmeti alanlar arasındaki gerginlikleri yadsımak olanaksızdır.Bir çok yetersizlik,yozlaşma ve acımasız göründüğü tartışılmaz muamelenin sebebi ise, yine kapitalist çıkarcı düzenin kendisidir.Düzen, sadece çalışma yaşamında değil, hayatın bizzat içinde bir soysuzlaşma yaratarak insana özgü güzellikleri yok etmiştir. Sanılmaktadır ki sosyal roller ve beklentiler yönetilmemektedir.Elbette personel atamalarındaki sınırlamalar,ek norm kadro çalışmaları,üç beş saati aşmayan sürelerle okutman adı altında ikinci sınıf öğretmenlerin oluşturulması, aynı kesimlerde farklı çalışma kadrolarını ve farklı ücret oluşumunu gündeme getirmiştir.Bu kesimlerin birlikte örgütlenmesinin ve mücadele etmesinin önü de kesilmiştir.Çifte standardı da geçen bu durumun yenilmişleri kamu çalışanları aynı yenilgide rakip duruma gelmiştir.Bu da hizmet içi rekabet kültürünü besleyerek birbiriyle kardeşleşmeyi değil birbirinin bertarafı için uğraşmayı büyütmüştür.Az personel,az ücret ve aynı işyerinde aynı işte farklı konumlandırılışlarıyla rakip konuma gelmiş çalışanların, çalışma yaşamında kendilerinin de mağduru olduğu olumsuzluklar, medya tarafından simsiyah paradigmal gözlükler halinde işlenir konuma gelmiştir.
Paradigma, özelleştirilmenin sunumu olunca, medya-yöneten işbirliği en yaratıcı halini almıştır.Özelleştirme paradigması önce bireyleştirdiği çalışanlar ile halkın iç ve dış dünyasının algılanmasındaki,yorumlanmasındaki ve anlam vermesindeki psikolojik gözlüğü değiştirmiştir.Bu,
örgütlü ve dinamik bir süreçtir.Hak alma,taraf olma,müdahale etme biçimlerini değiştirmiştir.Öğrenme sonucu oluşmuştur.Bireyselleşen halk ve kamu çalışanları, olanı biteni, televizyondan izlediği bir başkasının yaşamı gibi algılamaktadır.Bize düşen de bireyin kimliğini ve özdeğişiminin temelini gerçeğe getirmek ,yanlış öğrenmeyi doğru okutup terse çevirebilmektir.Yani özelleştirme, çalışan ve hizmeti alan için ne(tanım),nasıl(değerlendirme)ı içeren boyutuyla medyanın sonsuz gibi görünen desteğiyle tersten yorumlanmıştır.Asıl aşılması gereken sınıf bilincinin aşılanmasını da engelleyen bu süreçtir.Ancak unutulmamalıdır ki her süreç kendi içinde iç çelişkisini de barındırmaktadır.Zorunlu emeklilik,yeni atama yapmama, taşeronlaştırma ,sözleşmeli personel yasası,geçici işçilik uygulamaları, bireysel performansa dayalı uygulamalar esas alınarak dayatılmaktadır.Bu, bizi her koşulda kendimizle ve çalışan kesimin her parçasıyla,halkla karşı karşıya getirecektir.Hizmette kalite düşecek ve parça başı çalışma başlayacaktır.
Yeni kamu çalışanları yasası ile birlikte ele alınması gereken bir yeni yasa tasarısı daha vardır ki durumun vehameti açısından dikkatle incelenmelidir.Mahalli İdareler Kanun Tasarısı .Bu tasarının 14.maddesi incelendiğinde kamu hizmetlerinin belediyelere devri anlamlanmaktadır. Denmektedir ki MAHALLİ İDARİ HİZMETLERİNDEN YARARLANANIN HİZMET BEDELİNİ ÖDEMELERİNİN ESAS OLUP
açıkça hizmeti alan ve satan olacaktır.Alım ve satım para ile yapılır.Mahalli idarelerin hizmeti özellikle sağlık ve eğitim hizmetlerini devr alması merkezi veya yerel yönetimlerin demokratikleşmesini getirecek ve ihtiyaca göre şekillenecektir denmektedir.Gerçekte ise,yerel yönetimler, ülkenin yönetimi kimin elindeyse onun tasını doldurmak üzere planlanırken ve de ilişkinin rüşvetçi yanını kesmek bir yana daha bir açık tutmak üzere yapılandırılırken bunun yaşanma olasılığı hiç yoktur.Bu çalışanı, yerel yöneticinin ve amirin iki dudağı arasına koşulsuz vermektir.Hele bir kez tekrarlanan olumsuz sicilden sonra çalışanı işten atma hakkıy la donatılmış işveren bunu en ufak bir hak aramada bile aleyhte kullanacaktır. Bilinir ki hak alma mücadelesiyle oluşturulmamış tüm yasal değişiklikler onu yapana hizmet eder.
Biz ne yapmalıyız? Devrimci kamu çalışanları olarak kendimizi deklere ettiğimiz bu süreçte müdahalesiz kalmamız düşünülemezdi. Söylenenle, yapılıp edilen arasındaki açının giderek büyüdüğü de bir gerçektir. Biz devrimciyiz. Ezilmeye ve tarafsız kalmaya hakkımız yok. Bu nedenle sendikalara büyük bir hızla dönme sorumluluğuyla karşı karşıyayız. Hem de sendikaların demokratik ,ekonomik hak alma örgütü olduğunu bilerek ve sınıf bilinci şiarını hedefleyerek dönmeliyiz. Sadece insan hakları ve kadın komisyonu gibi başkalarının umursamadığı alanlarda mücadele etmek için değil, örgütlenmenin her alanını sesimize kürsü yapmak ve doğruları söylemek için dönmeliyiz.
Biliyoruz ki şimdiye kadar yapılan iş bırakma eylemlerinin başarı yüzdesi; hastanelere gelmeyerek, çocuğunu okula göndermeyerek, bugün de sizin için yürürüzü göze alarak otobüslere binmeyerek katkı koyan halkımıza aittir. Bu sürecin hızla yeniden örülmesi gerekmektedir. Küçük davetiyelerin değil sonuç verici davetlerin zamanıdır. Her eylemlilikte mağduriyetinin büyümediği tam tersine onun refahı içinde eylem yapıldığı ifade edilmelidir. Bunun için evde, okulda devrimcileri görme şansını arttırıcı çalışmalarda bulunulmalıdır. Kitle bağı yeniden ve mutlaka sağlanmalıdır. Bunun yöntemi çoktur ve yaratılır.
Bugün önerilen en uç eylem genel grev genel direniştir. Böyle bir eylemi en güzel örecek olan yine devrimcilerdir. Devrimcileşerek kazanılmayacak hiçbir hak, geliştirilemeyecek hiçbir bilinç yoktur.
İZMİR DEVRİMCİ HAREKET KAMU ÇALIŞANLARI
Sayı 15 (Kasım ‘2004 – Ocak ‘2005)