Emperyalist kapitalist sistem sürekli bir kriz halindedir. Bu, kapitalizmin doğasında vardır. Ancak dünya çapında yaşanan bunalımların her birinin ayırt edici özelliklerinin de olduğu bilinen bir gerçektir. Hepsinde de aşırı üretim denilen, oysa bizim eksik tüketim dediğimiz olgu yatmaktadır. En özgün sayılabilecek kriz ise 2008’de başlayan ve bugüne sarkan “küresel kriz”dir.
90’lı yıllarda reel sosyalizmin çözülüşüyle dünya tek pazar haline geldi Küreselleşme denilen süreç, aslında uluslar arası tekellerin sınırsız dolaşımından başka bir şey değildir.
Emperyalizm, reel sosyalizmin çözülüşüyle birlikte sosyalizmden boşalan pazarları ele geçirme eğilimi gösterdi. Dünyanın çok az bir kısmı bu ablukanın dışında kalmasına rağmen yapılması gerekenler artık, kapitalizmin işleyiş yasaları tarafından dikte edilmeye başlandı. Hızlı bir şekilde uluslararası tekellerin serbest dolaşımını sağlamak amacıyla MAİ, MİGA gibi anlaşmalar, Dünya Bankası, IMF ve DTÖ tarafından birçok ülkeye dayatılıyor ve bu ülkeler çokuluslu şirketlerin sömürüsüne uygun bir zemin haline getiriliyordu. Bilindiği gibi yine gümrük duvarlarının kaldırılması bu tekellerin isteği üzerine gerçekleştirilmişti.
Bu uygun ortamda dünyadaki üretim de büyük tekellerin ellerine geçerek, üretim artık en ucuz olan yerde yapılıp en pahalı pazarlara sürülmeye başlandı. Türkiye gibi emeğin çok ucuz olduğu ülkeler, çevreyi kirleten üretim için de çok uygundu ve bu alanlar emperyalizmin sömürüsü için çok cazip görülmekteydi. İşbirlikçi iktidarların sık sık yabancı sermaye için uygun ortam hazırlama diye söz ettiği de aslında, emeği ucuz ve örgütsüz olarak sömürücülere sunmaktı. Bunun için “sosyal devlet” ten geriye kalanları ve ülke kaynaklarını uluslararası tekellere peşkeş çekmek için baş döndürücü hızda bir özelleştirme atağı başladı. Emperyalist tekeller; perakende satıştan hizmet sektörüne, bankacılıktan, içme suyuna kadar her alanı talan ederken aslında bir anlamda kendi mezarını da kazıyordu. Çünkü örgütsüz ve ucuz emek, satın alma gücünü de yitirirken, pazar ve üretim alanlarına el konulan orta burjuvazinin tüketim kapasitesinin de daralmasına neden oluyor ve lüks tüketim sayılabilecek otomobil vb. gibi sanayi dallarında tıkanmaya yol açıyordu.
Yaklaşık beş yıl önce “küreselleşmenin sonuçları sonunu hazırlıyor” derken bunları anlatmaya çalışmış ve örgütlenme ihtiyacına dikkatleri çekmek istemiştik. Emperyalizm krizi ötelemek için kredi köpüğü yaratmaya, yani henüz harcanmamış (üretime girmemiş) emeğe el koymaya karar verdi. Tüketici kredileri, otomobil kredileri, kredi kartları, mortgage vs.gibi önlemler tam da bu sırada krizi öteleme amaçlı devreye sokuldu. Özellikle konut kredilerine bel bağlandı. Çünkü üretim yeri sabit olduğu için istihdam yaratması da bekleniyordu. Ama krediler ödenemeyince köpük adeta patladı ve finans sektörü çöktü. Hemen ardından reel sektörde de çözülme başladı. İşte böylesi bir durumda 1929 bunalımından farklı olarak ulusal ölçekte önlemler alınamadı ve sistem bir bütün olarak ölüm sancıları çekmeye başladı.
Ancak kriz ortamına gelinceye kadar işçi sınıfı tüm dünyada sendikasızlaştırma saldırısından fazlasıyla etkilendi. Tüm dünyada mülksüzleşme ve yoksulluk artarken sendikalar da üye kaybetmeye devam etti. Üretimin esnekleştirilmesi ve taşeronlaştırma gibi sebeplerle sendikalar politik öznelerden hızla uzaklaşarak mevcudu korumak için işverenin çizdiği
çerçevenin içinde kalmaya özen gösterdiler. İşyerini kapatma tehditleri karşısında % 0 zamlarla TİS’ler (Toplu İş Sözleşmeleri) imzalanır oldu. Bu duruma en çarpıcı son örnek ise ABD’den geldi: Boston Globe adlı basın yayın organındaki yetkili Sendika, Boston Newspaper ile TİS imzaladılar. İmza karşılığında ise sendika 20 milyon dolar taviz vermiş, işçilerin mevcut gelirinin altında bir sözleşmeye imza atmıştır.
Kısacası tekeller küreselleşmenin getirdiği fırsatlardan yararlanarak karını artırma ve orta burjuvazinin alanlarını ele geçirme gibi başarılar elde etmiştir. Ama aynı zamanda bu durum kendi sonunu da hazırlayan bir olgudur. Ancak Marksizm’in en bilinen evrensel kuralını bir kez daha hatırlatmakta yarar var. Kapitalizm kendi kendine yok olmaz. Onu ortadan kaldıracak politik bir özneye ve politik öznenin yol göstericiliğinde birçok örgütsel yapılanmaya ihtiyaç vardır.
TEMEL SİYASİ GÖREV
Leninizm, işçi sınıfının partisinin olmadığı koşullarda temel siyasi görevin öncü, savaşçı partinin yaratılması olduğunu saptamıştır. Devrimi organize edecek olan siyasi organizasyon, ancak ideolojik netliğin ve kadro doygunluğunun olduğu koşullarda parti adını hak eder. Diğer durumlarda ise sadece o iddiada olma hali vardır. Türkiye özelinde düşünecek olursak; bu boşluğun yarattığı alanlar, emperyalizm tarafından ideolojik ve politik saldırılara uğramaktadır. İşçi sınıfının bağımsız siyasi partisinin olmaması sebebiyle solda duran birçok yapı ideolojik bombardımanın etkisi altına girmiş ve kafa karışıklığı yaşar hale gelmiştir. Emperyalizmin kimi saldırgan müdahalelerinden demokrasi beklentisi damıtanlardan, köylülüğün tasfiyesinden işçi sınıfının gelişeceği beklentisine girenlere kadar birçok düzeniçileşme durumu yaşanır olmuştur. Pratik karşılıklarına sık rastladığımız bu durumu birkaç örnekle incelemek konuyu daha da anlaşılır kılacaktır: Kürt ulusal sorununun çözümünü, “burjuva bir sorun” olduğu gerekçesiyle faşizmle barış arayışlarına girmek biçiminde şekillenen düşünceler, Leninizm tarafından saptanmış olan “emperyalizm çağında burjuvazi ilerici niteliğini kaybetmiştir bu görevi ancak devrimci sınıf olan proletaryanın öncülüğünde çözmek mümkündür” tezinden sapma olarak değerlendirilmelidir. Ulusların kendi geleceğini belirleme hakkını teslim etmeyen hiçbir çözüm halkların lehine bir çözüm değildir. Ayrıca emperyalist halkayı zayıflatmayan ulusal çözümler demokratik bir muhtevaya da sahip değildir. Bu nedenle bu temel çerçeveyi bildikleri halde başka kulvarlarda çözüm arayan sol yapılar için samimiyet eksikliğinden söz etmek haksızlık anlamına gelmez.
Solda durduğu halde düzeniçileşme kulvarında yol alan yapıların birçoğu sisteme karşı mücadelenin yerine AKP karşıtlığını koymuş bulunuyor. Sisteme karşı örgütlenmenin ve mücadelenin zorlaştığı bu süreçte, sistem tarafından üretilen hükümetlere karşı duruşu temel argüman haline getirmek devrimciliğin yerine düzeniçi arayışları koymaktan başka bir anlama gelmez. Seçimler (yerel) sürecinde devrimci bir örgütlülük değil, burjuva yöntemlere denk düşen aday gösterme yarışı da duruş kaymasının bir başka boyutuna örnektir. Devrimciler için hiçbir araç baştan lekeli değildir. Lekeli olan ise başvurulan yöntem ve çalışma tarzıdır. “En iyi adayı biz gösteriyoruz” edasıyla seçimden seçime halkın karşısına çıkanlar aynı zamanda, Fat sa deneyiminin de içini boşaltmaya çalışmışlardır. Yerel yönetim deneyimini seçim kazanmaya indirgeyenler Hopa’da Fatsa’yı yaratamamışlarsa eğer, bunun tek nedeni sistemin alışkanlıklarından kopamamaktır. Faşizme karşı mücadelenin yerine AKP karşıtlığını koyarak popülizmin peşinden koşanlar yerel seçim sürecinde şartlarını Murat Karayalçın’a imzalatarak CHP’yi açıktan destekleme şaşkınlığına düştüler. AKP karşıtlığında daha genel bir tabana hitap ederek omurgasız bir duruş sergileyen bu çevrelerin, bir taraftan de geçmiş devrimci değerleri istismar etmeye bugünlerde hız verdiklerini görüyoruz. “Dev-Genç’liler Denizler’in Yolunda AKP’yi Yıkacağız” afişi ile Öğrenci Kollektifleri imzasıyla Dev-Genç’li olma yarışında yerini almışa benziyor. Bu sloganı 70’lere götürüp Dev-Genç’in o yıllarda ki mücadele anlayışının tersine salt hükümetlere karşı bir politik hat izlediğini düşünecek olursak eğer, bugüne miras olarak ne kalırdı bilemiyoruz. Çünkü konjonktürel olanla mücadele edenler sürecini tamamladığında tarih sahnesinden çekilirler. Oysa temel mücadele alanı olarak emperyalizme karşı bağımsızlık, faşizme karşı demokrasi ilkesi ile hareket eden yapılar yenilse de tarihe iz bırakırlar. Düzen içi kulvarlara koşar adım gidenlere elbette dur deme sorumluluğunu hissediyoruz. Ancak sistem içine koşanların yanlarında değerlerimizi götürmelerine asla izin vermeyeceğiz.
SINIF MÜCADELESİ SENDİKAL MÜCADELE İLE SINIRLANAMAZ
Türkiye’de kelimenin tam anlamıyla işçi sınıfının öncü savaşçı partisinin boşluğu temel neden olmakla birlikte; sendikaların, gün geçtikçe nitelik ve nicelik olarak güç kaybettiği gözleniyor. Türkiye’de bu boşluktan kaynaklı olarak sendikalar sınıf mücadelesinin tek alanı görülür olmuş ve yer yer partilerin/siyasal öznelerin görevlerini üstlenme pozisyonuna getirilmeye çalışılmıştır. Bir anlamda at ile arabanın yer değiştirmesi biçiminde tanımlanacak bir duruma gelinmiş, hatta kimi kesimler tarafından da desteklenen bir eğilim olarak dışavuran, siyasal içerikli mitinglerin organizasyonu, sendikalara ve meslek örgütlerine bırakılır hale gelmiştir. En son İstanbul’da yapılan Nato Karşıtı 4 Nisan Kadıköy Mitingi’nde kura sonucu belirlenen yerleri kortejin sonunda olması gereken sendikalar ve TMMOB bu durumu kabul etmeyip ayrı bir yürüyüş kolu oluşturmuşlardır. Bu tavır siyasi yapılara pratik öncülük yapmaya alışmış sendikaların kompleksinden de öte bir açıklayıcılığa sahiptir. DİSK, KESK, TMMOB gibi yapılara hak ettiğinden daha fazla anlam (misyon) yükleyen siyasi yapıların tavrı da değerlendirilmeye muhtaç bir konudur. Soldaki birçok siyasi oluşum sınıf mücadelesini sendikal mücadeleye daraltarak, hem muhalefeti zayıflatmış hem de sendikaları kaldıramayacağı bir yükün altına sokmuştur.
Sınıf mücadelesi, devrimden çıkarı olan tüm sınıf ve katmanları kapsadığı gibi aynı zamanda çok farklı araç ve yöntemi uyumlu yürütebilmeyi gerektirir. Elbette ki işçi sınıfının ekonomik demokratik mücadelesinin aracı olarak sendikaların önemi azalmamıştır. Ancak bugünkü koşullarda işçi sınıfının bile çeşitli yıkım yasalarıyla sendikalaşmasının önünün kesildiği bir süreçten geçilirken, öğrenci gençliği Genç-Sen gibi literatüre de, pratiğe de uygun olmayan araçlara hapsetmek sendikalizm dışında bir anlam ifade etmiyor. Gençliğin akademik-demokratik mücadele potansiyeli görmezden gelinerek üretim sürecinin hiçbir asli unsuru olmayan gençliği sendikalarda örgütlemeye çalışmak kafa karışıklığının dışında, mücadelede yanlış yerde durmak anlamına gelir.
Tarım kesimindeki tasfiye sonucu mülksüzleşen köylülükten tutun da kamu çalışanlarına kadar tüm yoksulları işçi diye tarif etmek, politik örgütlenme çalışmasından kaçıp sendikalara sıkışma tutumunu da beraberinde getirmektedir. Oysa ki sanayi işçisinin dahi sendikalarda örgütlenemediği bu kriz ortamında tüm bu kesimler, mahallelerde sorunları etrafında örgütlenip üretim alanlarında da kuşatılabilir ve harekete geçirilebilir. Bu çalışma tarzı her daim önerilecek bir yol değildir elbette. Ancak politik örgütlenme ihtiyacı karşılanmadan sendikaların önünün açılamayacağı gerçeğini de akıllardan çıkarmamak gerekiyor.
Türkiye’de 15 milyon civarında çalışan olduğu söyleniyor. Bunun yaklaşık 10 milyonu kayıt dışı ve güvencesiz çalışmaktadır. 5 milyon sigortalı çalışan içerisinde DİSK, TÜRK İŞ ve HAK İŞ’in toplam üye sayısının 600 bin civarında olduğu açıklanıyor. Bu tabloya bakarak işçi sınıfının nitelik ve nicelik yönünden ne durumda olduğu görülebiliyor. Çıkartılan istihdam yasası, işçi
kiralamayı yasal güvenceye alıyor. Hazırlanmakta olan Yeni Personel Rejimi Yasası ise, güvencesiz çalışmanın yanında personelin kurumlar arasında da görev yerinin değiştirilmesini öngörüyor. Kriz sürecinde işçi çıkarmalarının kanıksandığı bir ortamda sermayeye destek programlarının arka arkaya açıklandığı sürece rağmen konfederasyonların hiçbir programı ve eylem takviminin ise olmadığı görülüyor. Tek program olarak açıklanan ve Mustafa Sönmez’e hazırlatılan “Krize Karşı Dayanışma Programı” KESK ve Halkevleri tarafından sıkı bir şekilde savunuluyor. Programın özü sosyal devletin eski uygulamalarını “hak” olarak talep etmeye dayanmaktadır. Yine aynı programda İşsizlere maaş, ucuz enerji ve ulaşım gibi talepler kitlelere çözüm olarak sunulmaya çalışılmıştır. Politik duruşlarını yitirmiş olmanın getirdiği kafa karışıklığının ürünü olan bu programın bir bölümünü, AKP hükümeti de uygulama anlamında tartışmaktadır. Tabi ki AKP, bu uygulamaları sosyal patlamayı önlemenin bir aracı olarak tartışmaktadır. Uygulayabilme şansı ise bizce oldukça zayıftır. Unutulmamalıdır ki sosyal devletin uygulamaları (sunduğu haklar) sosyalizmin basıncı sayesinde uygulanmıştır. Sosyalist bir basıncın olmadığı koşullarda bu “hakları” alabilmenin yolu da ancak devrimci bir baskılanmayla mümkündür. Bırakalım bu hakların uygulanmasını, çalışma yaşamındaki kırılmalar daha da hızlanmaktadır. Son olarak çalışma bakanlığı sosyal politika ve istihdam faslının açılması için AB’ye 116 sayfalık eylem planı gönderdi. Plandan bazı bölümleri aktarmayı sürecin emekçiler açısından ne ifade ettiğini anlaşılır kılmak için uygun görüyoruz. Plan, Türkiye’nin kayıt dışı ile mücadelede bugüne kadar neden başarılı olamadığının resmi ağızdan itirafı oldu. İşte planda yer alan Türkiye gerçekleri:
-Vergi ve kayıtlı istihdam üzerindeki denetimlerin artırılması sorunu daha da kötüleşebilir ve firmaları kayıt dışına yöneltebilir.
-Resmi makamlara bildirilmeyen veya yarı bildirilen işyerlerinin kapatılması, birçok niteliksiz ve düşük ücretli işçinin işten çıkarılmasına yol açabilir.
AB’ye sunulan planda kriz ortamında önlem alınmaması halinde işsizliğin daha da derinleşeceği tespiti yapıldı. Kayıtdışılığın azaltılması için alınması düşünülen önlemler şöyle sıralandı.
-Özellikle ekonomik krizin etkileri de dikkate alındığı zaman, işletmelerin ayakta kalmak için desteklenmesi gerekmektedir.
-Türkiye’de kayıtdışı çalışmanın sebeplerinden biri işverenler üzerindeki mali yükün fazla olmasıdır. Maliyetlerin bir kısmı düşürülerek kayıtdışı istihdam azaltılabilir. Bunun için;
-İstihdamı desteklemek için sübvansiyonlar. Ekonomiyi desteklemek amacıyla vergi indirimleri
-İşletmeleri desteklemek amacıyla finansal destek.
-Girişimciliği desteklemek amacıyla kredi, rehberlik hizmetlerinin sağlanması ve idari yüklerin azaltılması sağlanacak,
-Bütün bunların ardından kayıt dışıyla mücadele yoğun bir şekilde başlayacaktır.
Böylesi bir ortamda işçi sınıfının bu temel sorunlarına çareler üretmek ve mücadele hattı oluşturmakla yükümlü olan siyasal yapılar ve sendikalar, tam bir kriz hali yaşamaktadır. Emperyalizmin, krizin yükünü yeni sömürge ülkelere yansıtacağı bilinen bir gerçektir. Nihayet üretimlerini merkez ülkelere kaydırarak krizin yükü daha çok bizim gibi ülkelere yıkılmaya başlanmıştır. Tüm bu yaşananlara karşın şimdiye kadar yapılan dişe dokunur tek eylemlilik ise 29 Kasım 2008’de Ankara’da yapılan mitingdi. Bu miting, ülke genelinden katılımla düzenlenmesine rağmen düşük bir katılımla gerçekleşmiş ve sonuçları itibarı ile uzun vadeli bir yarar sağlamamıştır. Ancak başarının tarifi birçok alanda olduğu gibi burada da nicelik üzerinden yapıldığı için eylem başarılı sayılmıştır. Oysa ki bu eylemliliklerde o eylemin bir sonraki aşamaya hangi olanaklar sunduğuna bakmak, örgütlülüğü ise hem nitel hem de nicel olarak artırıp artırmadığı üzerinden değerlendirmek daha anlamlı olacaktır. Nitekim sonraki süreçte gerçekleşen yıkım yasaları da göstermiştir ki söylediğimiz çerçevede objektif bir tarzda yapılan bir değerlendirmeyle eylemin başarısı/başarısızlığı daha net görülebilecektir.
Sistemin krize girdiği ve tüm bedellerin işçi sınıfına ve emekçilere ödetildiği bir ortamda yapılması gerekenler aslında bellidir. Yerellerden başlayarak merkeze doğru giden aynı zamanda kitleselleşen ve politikleşen bir kitle mücadelesini temel almak gerekiyor. En küçük birimlerden başlayan, emekçileri sorunları etrafında örgütleyip; ilçe ve il düzeyinde çözüm programında ortaklaştırılan bir mücadele, bölgesel eylemliliklerle büyütülebilir. Bu mücadele hattı yaz ayları da gözetilerek merkezi bir eylemle günlere yayılacak bir mitinge evriltilebilir. Buradan hemen maddi bir sonuç alınabileceğini düşünmüyoruz. Ancak emekçiler sorunlarını dile getirirken aynı dili konuşmaya başlayacak ve bu durum kitlelerin kendi gücünün farkına varacağı ve çözümün sevdalısı olacağı bir zemini olgunlaştıracaktır.
Böylesi bir mücadele programının yaratılmadığı ortamda yalnızca 1 Mayıs’lar da Taksim girişiminde bulunmak olsa olsa asli sorumluluklardan kaçış anlamına gelir. Devletin 1 Mayıs’ta Taksim’e makul bir kalabalığı, makul bir süreyle alması Türkiye’de Faşizm gerçeğini değiştirmemiştir. Yaygın ve etkin bir şekilde kullanılan imaj siyasetine soldan verilen desteklerin emekçilere daha çok zarar verdiği gerçeğinden hareket etmek gerekiyor. İşte bu nedenle kitleleri örgütleme ve mücadeleye sevk etme çabasının yanında ideolojik mücadelenin de önemi giderek artıyor.
Temel siyasi görev ancak böylesi engebeli, dolambaçlı ve sarp bir yoldan geçerek gerçekleşecektir.
Sayı 28 (Mayıs – Temmuz 2009)