Üzümden şarap, hayattan şiir damıtır gibi
Olgunun özüne ve en doğru yerine inebilmeli.
Ustaların adıyla, özet tanımlarla,
Alıntılar veya aforizmalarla değil;
Mücadelenin ihtiyaçlarına
denk Karşılıklarla, hergün yeniden doğurmalı,
Tüm zamanların birikimini;
Marks, Engels ve Lenin’in yaşayan öğretisini…
Ortadoğu, geniş bir kapsam içinde değerlendirildiğinde, ortaya pazarlanabilir kaynaklar ve ticaret yolları açısından dünyanın en merkezi/cazip coğrafyası çıkar. Bu alanda tam denetim sağlamak, mevcut imkanları kontrol etmek, uzun yıllar boyunca emperyalistlerin öncelikli hedefleri arasında yer almıştır. Öyle ki, emperyalist aktörlerin tahakküm mücadelesi, ekonomik alanla sınırlı kalmamış, askeri ve politik alanda da sürdürülmüştür. Bir süredir gündemde olan BOP bağlamında bölgenin yeniden düzenlenmesi, sömürünün derinleştirilmesini ve kapsam dışı olan alanların sistemin kapsamına alınmasını amaçlıyor. Bugün artık bu amaçlara, (genelde dünya, özelde bölge için) bir yenisinin daha eklendiği görülüyor. Bu da “bölgesel güçleri zayıflatmak, parçalamak ve kolay yönetilebilir hale getirerek, bölgelerinde etkili olmalarını önlemek”tir.
Dikkat edilirse, son 15–20 yılda kapitalizmin eşitsiz gelişiminden kaynaklı, bazı zayıf ülkeler konjonktürel koşulların elvermesiyle gelişip güçlendi. Örneğin Çin, Güney Afrika Brezilya, Hindistan, Rusya gibi ülkeler, 15–20 yıl önce yoksul ve zayıf ülkelerdi. Bugün bölgelerinde etkili olabilen birer güç haline gelmiş durumdalar. Bunlar, emperyalist ülkelerle doğrudan çatışmaya girmeseler de, bulundukları bölgeye dair planları geciktirici veya engelleyici rol oynayabiliyor.
Chavez’in Latin Amerika’da veya İran’ın Hürmüz Boğazı ve çevresinde etkili olması, olup-bitene müdahale etmesi gibi. Hele de İran’ın Şiilik eksenindeki rolü, hemen tüm bölgede ciddi
sonuçlar doğurmaktadır.
ABD, Afganistan ve Irak pratiğinden sonra bölgede yeni bir strateji izlemeye başladı. Halkların baskıcı rejimlere karşı birikmiş öfkesinin istismarını içeren ve Arap Baharı olarak adlandırılan yeni süreçte ABD, kendisi öne çıkmadan ‘işgal’ görüntüsü vermeden daha ‘meşru’ görünümlü araç ve yöntemlerle amaca ulaşmaya çalışıyor.
Emperyalist krizle beraber, çok büyük altüst oluşların yaşandığı ve sürecin en az onbeş yıl bu doğrultuda devam edeceği düşünülürse; bölgeye dair adımların bu hesaplar çerçevesinde atıldığı görülür. ABD’nin İran’la geriliminin bir boyutu, çatışır gibi yaparak, bölgeyi silahlandırmak iken, diğer boyutuyla, onbeş yıl sonrasında bölgede güçlü bir İran istememesidir. Geriye bu amaca varmak için hangi ara evrelerden geçileceğinin planlanması kalıyor. Bunun için çatışır gibi yapmak da, kazan-kazan yöntemi de, iç muhalefeti kamçılamak veya kısmi saldırılar da gündeme gelebilir.
Bizler, “Suriye artık yalnızca Suriye değildir”, derken bölgenin birbirini tetikleme ve ortak reflekse dönüşme ihtimali taşıyan potansiyeline işaret ediyorduk. Kaldı ki ABD’nin, Hizbullah-Suriye-İran ve Irak’taki Şiiler karşısında bölgede bu etkiyi kırmak ve bu çerçevede oluşumu engellemek için, “Arap Baharı” rüzgarını da arkasına alarak, çeşitli ülkelerde sünnilik eksenli “yenilenme” atraksiyonlarını kullanmaya çalıştığı bilinmektedir. Geriye, bu sürecin nasıl işleyeceği kalıyor.
Kısa bir süre önce, bir ABD yetkilisinin verdiği ve “İran’ın nükleer silah yapımına engel olabilecek askeri bir olanağımız yok” olarak özetlenebilecek demeci, “ABD’nin İran’ı işgal edebilecek askeri bir gücü yok” biçiminde de okunabilir. Sesli olarak dillendirilebilir hale gelen bu gerçeklik, ABD’nin İran’a karşı nasıl bir süreç geliştireceğinin de ipuçlarını veriyor. Zaten ambargo silahı sürekli gündemde tutuluyor. Bunun yanında, muhalif kesimlerin daha radikal adım atmalarını sağlayacak cesaretlendirici destek ve adımlar gündeme gelecektir.
Başlangıçta ABD’nin amacı, bölgedeki sorunları (önündeki engelleri) tespih tanesi gibi adım adım çözmekti. Ancak İran, karşı bir hamleyle süreci bütünleştirdi. Irak Başbakanı Maliki, mezhep eksenli bir çatışmada, Suriye’ye destek vereceklerini açıkça söyledi. Ve Maliki’nin bu sözü, Irak’ta fitili ateşledi. Suriye’de Şiiler, Irak’ta ise sünniler azınlıktadır. Bölgede mezhep içerikli bir kıvılcımda tüm ülkeler anında etkilenebiliyor. Bu eksendeki çatışmalar, zamana yayılarak keskinleşecektir. Özellikle Irak’ta sünnilerin işgale karşı direniş zamanında oluşturduğu mevziler, bugün şiilere karşı mücadelenin araçları olarak kullanılıyor. Bunun Irak’taki süreci giderek daha da ısıtacağı açıktır. Bu durum, Suriye’de muhtemel radikal adımlar için aday ülke Türkiye’nin işini güçleştiriyor.
Planlanan işin boyutları, sanıldığından da büyüktür. Uçak Krizi’ni önceleyen süreçte, Türkiye’nin sesinin ilk etaptaki gibi yüksek perdeden çıkmaz hale gelmesinin sebeplerinden biri de, bunu anlamış olmasıdır. AKP, sürecin Mısır, Tunus veya Libya gibi olacağını, kısa sürede sonuçlanacağını varsayarak hareket etmişti. Sürecin uzamasından, ciddi boyutlarda rahatsız oldu. Çünkü, ekonomik olarak en çok etkilenen ülke durumunda. Suriye üzerinden yapılan ticaret, bütün Arap ülkelerini kapsıyordu. Bu nedenle, Suriye’ye karşı alınan ticari yaptırım kararı, öncelikle bölgede iş yapan kesimlerden tepki aldı. Benzer bir durum, Irak’la ilişkilerde de geçerli. Irak’ta artan çatışmalar, bu bölge ile süren ekonomik ilişkileri sekteye uğratmaya başladı.
İşte “Uçak Krizi”, böyle bir dönemde, Suriye’ye müdahalenin AKP tabanında bile büyük oranda istenmediğinin anketlerde açıkça dışa vurduğu bir süreçte gündeme geldi. Bu nedenle, ne olup bittiğini doğru değerlendirebilmek için deyim yerindeyse “söz”e değil “öz”e bakmak ve saldırıyı önleyen günlerin barındırdığı potansiyelleri dikkate alarak değerlendirme yapmak gerekiyor.
SİSTEMİN KÜRESEL KRİZİ VE ORTADOĞU
Yukarıda özetlediğimiz toplu görünümün içerdiği çelişmelere ve genel boyutuyla krize, görünür vadede çözüm üretilemediği oranda, an’a ve (bütün içinde) “parça”ya dair geçici çözümler öne çıkabiliyor. Bugün, krize “çözüm” dahil, küresel güçlerin hemen her konuda önceliği Ortadoğu’ya vermiş olması bu nedenledir.
Kimi ülkeler, çözüm üretemediği krizi, bankacılık sistemini rahatlatma gibi yöntemlerle geçiştiriyor. Bir süredir Avrupa üzerinden yayılan zincirleme sarsıntılara, artık talep yetersizliği de eklenmiş ve hemen tüm ülkeleri kapsamış durumdadır. Batı’da, artan işsizlik alım gücünü düşürürken; Çin, Hindistan, Brezilya gibi ülkelerde talep olmaması, büyümeleri yavaşlatıyor. Bi r süre için, gelişmekte olan ülkelerin hammadde ihtiyacından kaynaklı olarak dünyada geçici bir hareketlilik yaşandı. Ancak, bugün bu da zayıflamış ve olumsuz etkileri açık biçimde gözlenir hale gelmiştir.
2008’de ABD, krizden en çok etkilenen ülke durumundayken, son iki yıldır Avrupa, yaşadığı sarsıntılarla öne çıktı. Ancak içinden geçilmekte olan yaz aylarıyla beraber, tüm dünyada bir daralma bekleniyor. Bu durum, G–20 zirvesinde de tartışıldı ve ulusal çitler örerek krizden korunmanın doğru olmadığının (bunun kabul edilmeyeceğinin) altı çizildi.
Bugün artık dikkat çeken ve özellikle üzerinde durulması gereken olgulardan biri de, krizin yalnızca ekonomik olarak değil, siyasal olarak da yaygınlaştığıdır. İşsizlik, açlık, yoksulluk üzerinden siyasallaşan kriz, iktisadi göstergelerin çeşitli nedenlerle “normal”miş gibi ölçüldüğü ülkelerde de çap ve derinliğini büyütüyor.
Yunanistan’daki seçimlerde, sol partilerin toplam oyunun %50’yi bulması; Fransa’da cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sonucu; Almanya’da Merkel’in yenilgisi; İngiltere’de İşçi Partisi’nin içinde sol eğilimin/radikalleşmenin belirginleşmesi, krizin siyasallaştığının altı çizilmesi gereken göstergeleridir. Bütün bunların sonucunda öncelikle Avrupa’da, giderek de krizin sonuçlarını emekçilerin sırtına yıkma, kazanımlarını ve yaşam standartlarını geriletme yönünde saldırıların gerçekleştiği hemen her coğrafyada muhalefet eğilimleri ve tepkiler artacaktır. Bunun örgütlü veya örgütsüz olması; radikalleşip nitelikli sonuç ve kazanımlar doğurması veya güncel salınımlarda tüketilmesi, ülkelerin mücadele açısından sahip olduğu farklara göre değişecektir. Öyle ki, direnme eğilimlerinin, mevcut örgütlülüklerin tanım ve sınırlarını zorladığı/aştığı anlar da olacaktır. Yine de her ülkede aynı sonuçlar beklenmemelidir. Örneğin Türkiye, Yunanistan değildir; HDK veya ÖDP de Syriza değildir.
Süreç, hemen her açıdan çok hızlı ilerliyor. Yapılan bir tasarı henüz hayata geçmeden, bir başka tasarıyı ihtiyaç haline getiriyor. Yapılan bir düzenleme, ancak bir kaç ay için geçerli oluyor ve devamında ortalığa yine belirsizlik hakim oluyor. Kriz, bu şekilde dikiş tutmazken ve ülkelerin yönetimlerini sarsarken, halkları ikna etmek daha da zorlaşacak, olanaksız hale gelecektir.
Daha önce de söylediğimiz gibi Ortadoğu, dünyanın kalbidir. Emperyalistlerin siyasal ve ekonomik olarak krizi aşma çabaları, Ortadoğu’ya odaklanmış (hatta Ortadoğu’da kilitlenmiş) durumdadır. Kriz karşısında rahatlamaları, bir yanıyla da Ortadoğu’daki gelişmelere bağlı. Ortadoğu’daki gelişmeler de büyük oranda, Suriye’de neler olup biteceği ile ilgili.
Suriye’ye yapılan emperyalist müdahale karşısında “Şii hilali”nden, kimi çıkar kesişmelerinin belirlediği ortaklaşmalara kadar çeşitli direnç kümelenmeleri söz konusu. Öyle ki bu, yer yer, bir düğümü çözüldüğünde bir başka yeri düğümlenen bir ağ’a benziyor. Buna rağmen elindeki imkanları yaygın bir çeşitlilikte kullanan ABD’nin, Suriye etrafında oluşmuş direnç bloğunun geriletilmesi ve giderek parçalanması yönünde, yavaş yavaş da olsa mesafe almakta olduğu söylenebilir.
Bilinir ki, bir ortaklaşma ne denli güçlü görünürse görünsün, aradaki bağlar, sınıfsal değilse, çözülme olasılığı her zaman vardır. “Şii hilali” içerisinde en önemli direnç noktalarından biri olarak bilinen Lübnan Hizbullah’ı, daha şimdiden (sünniler ile bir çatışma içerisine sürükleme olasılığına bağlı olarak) varlık kaygısına düşürülmüş durumda. Örneğin Lübnan’lı hacıların halen Suriye’li muhaliflerin elinde olması meselesi çözülebilmiş değildir. Bir başka şii halka, Irak’ta, Maliki hükümeti adeta uzatmaları oynuyor veya pamuk ipliğine bağlı. Yazının giriş bölümünde de belirttiğimiz gibi Maliki ilkin, Suriye için savaşa girebilecek bir kararlılık göstermişti. Bugün artık aynı oranda bir kararlılıktan/netlikten söz etmek zor. Bu da, Suriye eksenli bir başka direnç noktasının geriletilmekte olduğuna işarettir. Irak, İran’ın Suriye’ye yardım edebilmesi açısından da tayin edici niteliktedir.
Rusya’ya gelince, Suriye’nin Akdeniz’deki konumundan Tartus Limanı’na, aradaki tarihsel ilişkilerden silah vb. satışına kadar çeşitli nedenlerle, Suriye’nin mevcut denklemden çekilip çıkarılmasını istemez. Ne var ki, diğer ülkelerden farklı olarak eli güçlü olmasına rağmen, Rusya da belirli oranlarda geriletilebiliyor. Bunun ilk belirtisi, tamir edilip Suriye’ye geri götürülmekte olan uçakları taşıyan gemisinin Baltık Denizi’nde İngilizler tarafından engellenmesiyle ortaya çıktı. Gemi, Rusya’ya geri dönmek zorunda kaldı. Bu olayla beraber Rusya’nın Batı karşısındaki üstünlüğünün de bir oranda sarsıldığı söylenebilir. Hatırlanacak olursa, gemi krizi öncesi Lavrov, çok sert bir açıklama yapmış, Batı’nın Suriye’ye koyacağı ambargoyu tanımayacağını ve askeri yardım meselesini tartıştırmayacağını söylemişti. Gelinen aşamada, süreç içinde de olsa, Rusya’nın duruşunun geriletilmekte olduğu ve belirli ara çözümlere doğru zorlanacağı görülüyor.
HIZLI, ZORLU VE ÇOK BİLEŞENLİ BİR SÜREÇ
Hızlı, zorlu ve çok bileşenli gelişen süreçte ABD, aynı anda birden çok araç kullanmakta, önündeki engelleri, uzun erimli hesaplarını riske sokmayan yöntemlerle aşmak için çeşitli taktikler denemektedir. Zamana yayıyor gibi görünse de gerçekte, ivedilikle aşmak ve planlanan yolda daha büyük hedeflere doğru ilerlemek istiyor.
Öne çıkarılan halkada Rusya, Çin, İran vb. ülkeler karşı duruyor olsa da, toplamda bakıldığında, sorunların büyük oranda emperyalist aktörlerin gündemleştirdiği biçim ve içerikte ele alındığı görülür. Örneğin Suriye, insan hakları açısından eleştirilip boy hedefi yapılırken tam da uçak krizinin yaşandığı süreçte İsrail’in Filistin’i on gündür durmadan bombalamakta olması, gündeme bile gelmiyor. Öyle ki, bu konuda soru sormak, AKP’yi Suriye politikası konusunda eleştiren CHP’nin bile aklına gelmiyor. Veya özellikle tercih etmiyor. Ve sonuçta, tarihin en zorba gücü ABD, ülkeleri fethe çıkan imparatorluklardan öz itibariyle pek de farklı davranmadığı halde, bu hamlelerini, eşitlik-özgürlük-adalet eşliğinde gerçekleştirebiliyor. Obama’nın, Erdoğan’ın veya işbirlikçi Körfez şeyhlerinin zulmü değil, Esad’ın zulmü konuşuluyor.
Bu nedenle, planlamanın sanıldığından da büyük, kapsamlı yapıldığını ve konjonktürün küresel aktörler lehine bir görüntü arz ettiğini söylemek mümkün.
Bugün Ortadoğu’da yaşananlar, emperyalistlerin krizi, enerji yönünden bu bölgeye bağlı olan ülkelerin üzerine yıkarak süreçten en az hasarla çıkacak şekilde planlama yaptığını gösteriyor. Bu bağlamda, önümüzdeki yakın vadede süreci belirleyecek olan, Ortadoğu’dur.
T.Erdoğan’ın ABD’de yaptığı görüşmelere ve devamında yaşanan trafiğe bakılırsa; İran’ı, Suriye meselesinde ortak bir çözüm bulma konusunda ikna etme işi Türkiye’ye verilmişti. Deyim yerindeyse, (Rusya dahil) aktörler, kapsamlı çatışmalar öncesinde denenebilecek yolların olduğunu gösterme çabasında.
Bu süreçte, açıkça telaffuz edilmese de, bölgenin en etkili dinamiklerinden biri olan Kürt Sorunu konusunda da, kaygan/değişken bir hat izleniyor. ABD ilkin, tüm parçaları kapsayan bir “Kürdistan” oluşturma eğilimi içindeydi ve Irak’tan çekilirken, güçlerin bir kısmını Kürt bölgesine kaydırma yönünde bir planlama yapmıştı. Bölge ülkeleriyle ters düşme nedenlerinden biri de buydu. Son zamanlarda bu projeden vazgeçmiş (veya ertelemiş) görünüyor. Irak’ın parçalanması yerine, bütünlüğünün gözetilmesi ve Kürt Sorunu’nun ülkelerin ulusal sınırları içinde çözülmesi planı, başta Türkiye olmak üzere, bölge ülkelerinden destek gördü. Bu bağlamda, Irak’ın parçalanmaması için Şiilerin (Sadr yanlılarının) rol alması da, Türkiye’de Kürt Sorunu konusunda hemen her ‘çözüm’e mesafeli duran CHP’nin bir anda öne çıkması da ABD’nin söz konusu planından bağımsız düşünülmemelidir. İran da, Suriye de, çok köklü değişimler olmadığı sürece, böyle bir plana destek verme eğilimi taşıyor. Dikkat edilirse, BDP’nin ABD ziyareti de Leyla Zana’nın çıkışı da bu sürece rast geldi. Tek tek duruş ve niyetleri tartışacak değiliz. Ancak bu süreçte, çözümün nerede, kimlerle, nasıl ve hangi ölçülerle geliştirileceğinin; araç-amaç bütünlüğü ile doğrudan ilintili olduğunu, emperyalizmin hiçbir coğrafyada özgürlüğün doğumunda olumlu rol oynamadığını (emperyalist çözüm olmadığını); bugün de gerek ABD’nin gerekse AKP’nin amacının çözüm değil tasfiye olduğunu, bir kez daha hatırlatma ihtiyacı duyuyoruz.
KÜRESEL KRİZ VE TÜRKİYE
General Elektrik, yaklaşık üç aydır Türkiye’yi inceliyor. Yaptığı araştırmaların sonucunda, Türkiye’yi yeniden “yatırım yapılabilir” bir ülke olarak gördüğünü açıkladı. Ve yatırım yapma kararı aldı. İşte alınan bu kararın ardında yatan nedenler, emperyalizmin Türkiye’ye, bu kriz koşullarında nasıl bir rol biçtiğinin ayrıntılarını içeriyor.
AKP, bugüne dek yaptığı yasa değişiklikleri ile tekellerin ülkedeki gelişiminin önündeki hemen her engeli kaldırdı. Ucuz işgücü temini ve ucuz yatırım yapılacak alan sorununu çözdü. Artık kamu arazileri tekellere verilebilecek. Bunun yanında kıdem tazminatının oluşturulacak fonlara aktarılması, tekelleri önemli bir sorundan kurtarıyor. İşçi sayısına (istihdama) göre yapılacak teşvikler, vergi kolaylıkları, grev yasakları, sendikalara yönelik yaptırımlar ve sınırlayıcı önlemler; Türkiye’yi yatırım için cazip bir merkez haline getirmenin adımlarıdır. Bu, öyle bir düzenlemedir ki, yalnızca emeği cazip hale getirmekle kalmamış, deyim yerindeyse, sermayenin Türkiye’de yatırım ve üretim yaparken karşılaşabileceği tüm “dikenler” ayıklanmıştır.
Özel yasayla korunan tüm kamu kaynaklarının satışı kolaylaştırıldı; kıyılar, akarsular, sulak araziler, SİT alanları, Boğaziçi dahil İstanbul’un hiçbir alanı, artık koruma kalkanı altında değil. Suudi Kralı’na verilen arazi gibi hemen her yer, kolaylıkla satılabilir hale getirildi. Ülkenin ve değerlerinin nasıl satışa çıkarıldığına ve bunun ekonomiye nasıl yansıdığına dair, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın söyledikleri, anlamak isteyenler için yeterince açıklayıcıdır. Bakan, Kral Abdullah’a “Sevda Tepesi”ne imar izni çıkarılmasını şöyle gerekçeliyor: “Adam 20 küsur yıl önce satın almış, yazıktır. İmarı da çok verilmedi. Arazisi 57 dönüm, imar 3400 metrekareye verildi. Kral ailesi Türkiye’ye yardımcı oluyor. 10 milyar dolar tutarında bir yardımı oldu. Dünya piyasaları krizde ve nakit darlığı var. Şimdi Suudi Devleti yeni bir yardım yapabilecek” (Star Gazetesi, 23 Haziran 2012) Bu durum, yakın süreçte talanı arttırırken; hem Avrupa’dakine benzer bir krizin yaşanmasını önleyecek, hem de Türkiye’yi emperyalist tekeller için önemli bir üs haline getirecektir. Atılan hemen her adım ve yapılan her düzenleme buna hizmet ediyor. Bu durumda, iktisadi boyutta ciddi bir tıkanma olmayacağına göre, AKP’nin en büyük handikapı; Suriye’dir; olabilecek bir askeri müdahalede ne yapacağıdır ve devamındaki belirsizliklerdir. Üstelik bugüne kadar yürüttüğü kahya-taşeron rolünü kendi tabanına bile anlatamamış; buna Kürt Sorunu’ndaki bocalamaları da eklenince, sahip olduğu milliyetçi oylarda da bir kayma gözlenmiştir. İşte Türkiye’ye ait uçağın Suriye sınırında vurulması, böyle bir döneme rast geldi.
UÇAK KRİZİ, NEDENLER VE MUHTEMEL GELİŞMELER
Biz bu olayda da, “kaç metreden ne ile ateş edildi?” gibi teknik meselelerden çok, olayın süreçteki rolünü ve sonuçlarını değerlendirme konusu yapmayı daha uygun görüyoruz. Dikkat edilirse T.Erdoğan, bu konuda yapacağı konuşmayı, Cuma’dan Salı’ya dek sarkıtmış, kamuoyuna seslenmek için daha uygun bir zemin olarak gördüğü grup toplantısını beklemiştir. Suriye’de ne olup biteceğine, bırakalım karar vermeyi, söz hakkı bile olmadığı halde, savaş ilan eder edalarda milliyetçi şiir ve marşlardan alıntılar yapmış, bir gün sonra da hızını alamayarak “Hürkuş”un kokpitinde pilot kıyafetiyle basına poz vermiştir. Bunlar, işin özünü ele veren dışavurumlardır; olguya kimin nasıl baktığının, nereye oturttuğunun ve ondan nasıl yararlanmayı tasarladığının göstergeleridir.
Ortada elbette Türkiye ile Suriye arasında büyük oranda Türkiye’nin sebep olduğu ve organize ettiği dolaylı ve örtük araçlar üzerinden yürüyen bir çatışma (hatta savaş) var. Ancak ne bu ana kadar ki sürece, ne uçak krizi sonrasında yaşanacak tayin edici gelişmelere karar veren Türkiye değildir.
Artık günlük herhangi bir gazetede bile “Suriye sadece Suriye değil…” manşetine rastlanabiliyor; “Rusya’nın bölgesel çıkarlarının devrede olduğu” yazıyor. Veya Türkiye-Suriye arasındaki uçak düşürme geriliminden sonra Cenevre’de toplanan geniş katılımlı zirve için, ABD Dışişleri Bakanı Clinton, “Çığır açıcı sonuç” beklenmemesi yönünde peşin peşin uyardı. Nitekim zirveden de tanımı bile net olmayan bir “Geçiş hükümeti”, dolayısıyla da sorunu sürece yayma eğilimi çıktı. Yani mesele, sanıldığından da kapsamlı ve uzun erimli bir süreci işaret ediyor.
Böyle bir süreçte ne olup bittiğine Türkiye’nin karar verdiğine inanmak için, adeta aklın ve geniş ufuklu bakabilmenin ışıklarını kapatmış ve bütünüyle, önüne uzatılan fikir ve bilgi kırıntılarıyla yetiniyor olmak gerekiyor.
Türkiye’yi, ¨Allah Allah¨ nidaları eşliğinde Suriye`ye saldıracakmış gibi gösteren değerlendirme ve haberler, ya bu kapsamda, ya da iliştirilmiş kimliklerin hezeyanı olarak değerlendirilmelidir.
Elbette, emperyalist aktörlerin ihtiyaç duyduğu an ve biçimde Suriye’ye, savunma sistemlerini hedef alan bir hava saldırısı da, başka türden fiiliaskeri müdahale de beklenmelidir. Türkiye’nin silah yığınağı da bu kapsamda bir hazırlıktır. Süreç devam ediyor. B ugün öncelikle bilinmesi gereken, böyle bir sürecin, taşeron bir gücün milliyetçi soslarla makyajlanmış iç kamuoyuna dönük ihtiyaç ve söylemlerini çokça aşan proje(ler) bağlamında planlandığıdır. Bu planlar, büyük oranda yapılmış durumda ¨zirve¨ler de, anlık gelişmelerin tutuşturduğu heyecanlar da o planların uygulanmasında daha çok kamuoyu oluşturma işlevi görüyor.
O halde planlamanın en yakın/görünür halkası nedir?
Bu soruyu uçak krizini neden-sonuç ilişkileri içerisinde değerlendirerek yanıtlamak gerekiyor.
UÇAK KRİZİ, SURİYE’YE DÖNÜK PLANLAMADA YENİ BİR AŞAMADIR
Sürecin güçlüğüne, bölgenin hassasiyetine ve bileşenlerin çokluğuna rağmen, uçak krizini tesadüf; peşinden atılan adımları da refleks olarak veya Türkiye’nin saldırıya uğramış olmaktan kaynaklı haklarını kullanması sınırlılığında değerlendirmek eksik (dolayısıyla da yanlış) olur ve gelişmelerin anlaşılmasını güçleştirir.
Evet, yukarıda da belirttiğimiz gibi T.Erdoğan, Türkiye’nin uçağının düşürülmesini, iç kamuoyu için azami biçimde kullanmaya çalıştı. Ancak gelişmelerin hangi mecrada akacağına Türkiye karar vermeyeceğine göre, Suriye’ye müdahale yönünde bir kamuoyu oluşturma gayretinin Türkiye’den beklenen yol haritası ile iç içe geçtiğini söyleyebiliriz. Görünen o ki, Türkiye azami biçimde öne çıkarılmaya ve sorun, Türkiye’nin sorunuymuş gibi gösterilmeye çalışılıyor.
Silah yığınağı ve tehditlerle başlayan süreç, ABD’nin öngörüleri çerçevesinde adım adım işletilecektir. Bunun için ilkin, silah yığınağı meşrulaştırılacak, sonra da sınırlı çatışmalar, sürtüşme ve gerilimler meşru/olağan hale getirilecek ve koşullar, askersiz bölge statüsünün fiilen sağlanması yönünde zorlanacaktır. Böyle bir statüye bir anda, aşırı güç kullanılarak geçilmeye kalkılsaydı, büyük çatışmalar kaçınılmaz olurdu. Şimdi aynı amaca, aşındıra aşındıra ulaşılmaya çalışılacaktır. Süreç, ABD’deki seçimlere kadar bu şekilde gidecek, seçim sonrasında ise, bu durum tırmandırılacaktır. Mevcut veriler, sonbaharda ciddi boyutta çatışmaların yaşanacağını gösteriyor. Bu süreçte içinde Esad’ın olmadığı bir geçiş hükümeti fikri dillendiriliyor. Hatta böyle bir formüle Rusya’nın da sıcak baktığı haberleri yayıldı. Ne var ki Suriye gerçekliğini bilen Rusya bu iddiayı yalanladı.
Tam da bu noktada, öngörülen adımların Suriye gerçekliğine ne denli uygun düştüğüne bakmak gerekiyor. Suriye’de köklü bir yapı ve işleyiş söz konusu. Bu yapı içerisinde Esad, kaldırılıp kenara konulacak bir “kişi” değildir. Aksine, sistemle iç içe geçmiştir. Dolayısıyla böyle bir değişim, Esad’ın gitmesiyle sınırlı kalmaz, sistemin bir bütün halinde parçalanmasını beraberinde getirir. Ordu ve siyasal güçlerin, böyle bir öneriye bu nedenle sıcak bakmadığını Rusya çok iyi biliyor. Muhaliflerin güçlenmesi halinde, Esad’ın bölgeyi de içine alacak şekilde bir savaşı provoke etmesi, tam da bu nedenle, zayıf bir olasılık değildir. Mevcut askeri/siyasal yapı, yavaş yavaş yok olmaktansa, bölgeyi ateşe sürüklemeyi tercih edebilir. Bugün bile, Esad’ın böyle bir savaşı kışkırtıp, savaş sonrasında güçlü bir şekilde masaya oturmasından söz ediliyor.
Türkiye’nin ise eli hiç de rahat değil ve kaybedecek çok şeyi var. ABD’nin dayatmaları ve kendi zorunlulukları iç içe geçmiş ve Türkiye’yi kaçınamayacağı bir taşeronluk rolü ile öne çıkarmıştır. Bu süreçte ABD, Türkiye’nin hareketine yön veren ağırlıklı nedendir. İkinci neden ise, ekonomiye dair hesaplar ve beklentilerdir.
Bilindiği gibi Türkiye, uzun vadede sağlıksız sonuçlar verecek çarpık nedenlere dayalı olsa da, hala Avrupa’da en büyük oranda gelişme sağlayan ülke konumunda. Buna Ortadoğu’daki ticari çıkarlar, rant alanları ve bölgede etkili güç olma isteği de eklenince, Türkiye oligarşisinin beklentileri çerçevesinde tüm handikap ve çekincelere rağmen, taşeronluk, gönüllü bir role dönüşüyor.
İktisadi veriler, bu durumu daha net biçimde ortaya koyuyor. Savaş koşullarına rağmen Türkiye’nin bölgedeki ticari rolü, şu veya bu şekilde devam etmiştir. İşin en dikkat çekici yanı ise, İran ile olan ticaretin bu arada dört kat artmış olmasıdır. Önemli bir kısmını altın, gümüş gibi madenler oluştursa da ilişkiyi tümüyle bununla açıklamamak gerekiyor. Türkiye ile Suriye arasında azalan ticaret, İran ve Irak üzerinden telafi edilmeye çalışılıyor. İran’daki artışta bunun etkisi olmuştur.
Dünyada ticaretin daraldığı bir dönemde Ortadoğu pazarı, Türkiye burjuvazisi açısından vazgeçilmez bir alandır. Türkiye’yi savaşın eşiğine getiren nedenlerden biri de budur. Buna karar veren T.Erdoğan değil, onun iktidarına destek veren burjuvazidir. Tabii bunu, bir taşeronun inisiyatif ve nemalanma sınırları içerisinde düşünmek gerekiyor. Yoksa alınmakta olan rolde birincil (ana) neden, ABD’nin zorlamasıdır. Bu zorlayıcı faktör içerisinde cemaati de saymak gerekiyor. Bölgede ABD karşıtlığının bu konjonktürde şiilikle örtüşmesi, şiiliğin salt dini olarak değil, siyasal olarak da önemli bir güç haline gelmesi, cemaatin istemediği, karşı duracağı bir durumdur. Bu bağlamda, cemaatin eğilimiyle ABD’nin planları örtüşüyor.
AKP, kaçınmayacağı bir rolü oynarken, kamuoyu desteğini arttırmak için hemen her yola başvuruyor. Cemaatle yaşanan gerilimli-çatışmalı süreç, T.Erdoğan’ı yeni arayışlara itti. Bir taraftan milliyetçi kesimlere yönelirken, diğer taraftan, yaklaşık %10 oy potansiyeline sahip “milli görüş” tabanı ve kadrolarının desteğini alabilmenin arayışları gözleniyor. Bu durum basına, “Numan Kurtulmuş AKP’ye katılacak” biçiminde yansıdı.
Bu süreç, kısa vadede (ABD seçimlerine kadar) AKP’nin kendisine dayatıldığı biçimde, Suriye’ye muhtemel müdahale(ler) için siyasal ve askeri zemin oluşturmak biçiminde gelişecektir. Orta vadede ise, özellikle ABD Kongresi sonrasında, sürecin tırmandırılması kararı çıkarsa, “Suriye’nin yalnızca Suriye olmadığı” daha somut biçimde ortaya çıkacak; taraflar, daha geniş bileşenler eşliğinde sahnedeki yerini alacak, rolünü oynayacaktır. Gelişmelerin kısmen veya kapsamlı bir savaşa evrilmesi halinde, özellikle Rusya’nın Suriye’den vazgeçmeyeceğine ve aktif rol alacağına dair güçlü belirtiler var. Böyle bir olasılık da, istenmeyen ve hatta hesaplanamayan boyutta çatışmaları tetikleyebilir. Bu noktada, Rusya’nın durumunu/rolünü biraz daha açmakta yarar görüyoruz.
Hatırlanacak olursa Lavrov, Cenevre’de yapılan zirve sonrasında düzenlediği basın toplantısında, Suriye’ye hava saldırılarında kullanılabilecek, kendini koruyabileceği silahlar sattıklarını söyledi. Bu açıklama, Rusya’nın NATO’ya üstü kapalı mesajı olarak değerlendirildi. Öyle görünüyor ki, Rusya, son zamanlarda ABD’nin (Afganistan, Irak, Libya dahil) geliştirdiği stratejileri yakından incelemiş. NATO/ABD, saldırının başladığı ilk birkaç saat içinde, komuta kontrol merkezlerini, hava savunma alanlarını ve önemli gördüğü daha başka hedefleri hava saldırısı ile vurup, sonra da askeri alanlara yönelerek 48 saat içinde sonuç almaya çalışıyor. İşte ABD’nin bu yöntemi ve özellikle hava saldırı sistemleri, Rusya tarafından çözüldü. Ve bu stratejiye alternatif, onu etkisiz kılacak bir teknoloji geliştirildi. Eğer, Suriye’de (içinde TSK’nın da olduğu) ciddi bir çatışma yaşanırsa, Rusya geliştirdiği bu teknolojiyi deneyecektir. Belki Rusya ile ABD, doğrudan savaşmayacak, ama geliştirilen saldırı ve savunma sistemleri, bir anlamda yarıştırılacaktır. Çünkü Rusya’nın son birkaç ay içinde Suriye’ye daha gelişmiş hava savunma sistemleri yerleştirdiği biliniyor. Ve büyük olasılıkla, Türkiye’nin düşürülen uçağı, bu sistemi denetlemek üzere bölgeye gönderilmişti. Bu veriler, neyin neden ve nasıl olduğuna (yani tesadüf olmadığına) dair yeterli ipucu veriyor.
İşte tüm bu nedenlerle ABD, orta vadede sorunu, Türkiye’nin meselesi haline getirip, bu zeminde çözme eğilimine daha yakın duruyor. Bu bağlamda, Libya’dakine benzer, NATO ve ABD’nin çok aktif rol aldığı bir süreç öngörülmüyor. Orta vadedeki böyle bir sürecin/planlamanın Suriye sorununu kısmen de olsa çözmesi, kapsamlı bir çatışmaya
varılmadan bir noktada uzlaşma sağlanması, ABD açısından istenen bir sonuçtur. Gelişmelerin böyle bir seyir izlemesi halinde, BOP hedeflerinin yeniden şekillendirilmesine geçilecektir.
Sürecin çatışmalı bir seyir izlemesi halinde ise, taraflar karşıt çelişmeleri tırmandıracaktır. Kürt Sorunu dahil, pek çok mesele, karşılıklı atraksiyonların konusu/zemini olacaktır. Ne var ki bu olasılıklar içinde, hemen hiçbir kesim, kapsamlı çatışmalara girmek istemediği için, “zamana yayma”, “aşındırarak yol alma” taktiklerinin ağırlıkta olduğu bir sürecin yaşanması en güçlü ihtimal olarak görünüyor.
En erken iki yıllık bir zamanda Esad’ın/Baas’ın etkinliği kırılabilir. Esad, varlığını uzun süre devam ettirebilme şans ve koşullarına sahip. Kaldı ki önümüzdeki yıllarda
Türkiye’de seçimler süreci başlayacak; bu da dış politikada bu denli aktif olabilmeyi güçleştirecektir. Kriz derinleşirken ve insanlar bu denli etkilenirken Avrupa’nın da diğer ülkelerin de kamuoyuna bu durumu (savaşı veya çatışmayı) anlatabilmesi kolay olmayacaktır.
İşte tam da bu noktada devrimcilere büyük görevler düşüyor. Öncelikle, algıları sadece yanıltmaya değil, adeta köreltmeye dair iktidarın çabalarını boşa çıkaran; sahte gündemler yerine, kamuoyu ilgisinin doğru noktalara yönelmesini sağlayan bir rol üstlenilmelidir. Bunun için sadece güç ve imkanların değil, deneyimlerin de aktarılabildiği; süreçten/gidişattan rahatsız tüm halk kesimlerinin enerjisinin ve tepkisinin aynı kulvarda akıtılabildiği ortaklaşmalar ve pratik süreçler geliştirilmelidir.
Unutmamak gerekir ki, eylem farklılaştırır, çözüm olasılığıyla ve giderek çözüme giden yolla tanıştırır. Toplumsal kesimleri, “kendi halinde” olma sıradanlığından, “kendisi için” olma bilinç ve iradesine taşır. Bunun için yapılması gerekenler, Yunanistan ile Türkiye arasındaki farkı unutup SYRIZA ile denklikler kurmak değil; kendi gerçekliğine uygun yöntem ve araçlarla sürece yanıt olmaktır.
Sayı 37 (Ağustos – Ekim 2012)