Ortadoğu’nun ABD için ne anlama geldiği ve bu çerçevede attığı adımlarda neden ısrarcı olacağı, artık pek çok gelişmenin de gösterdiği ve hemen herkesçe bilinen bir durumdur. BOP çerçevesinde Irak’ta yapılan saldırı sonrasında ABD’nin düştüğü konum ve BOP’un büyük oranda tıkanması da ABD’nin tahammül sınırlarını zorlayan bir noktaya gelmiştir. Kendileri dahil başlangıçta hemen hiç kimse böyle bir direnişle karşılaşılabileceğini varsaymamıştı. Dolayısıyla Irak’ta bugün gelinen sonuç, emperyalizm için çok büyük bir açmazdır. Anımsanacak olursa başlangıçta Irak’a yönelik saldırı politikası ABD’de tüm egemen çevrelerce kabul ve destek görmüştü. Ne var ki bugün gelinen aşamada, Vietnam’dan daha beter sonuçların ortaya çıkabileceği düşüncesiyle, Irak’tan çıkabilmenin yöntemleri tartışılır hale geldi. Ve başlangıçta Bush’a alternatif gibi düşünülen “Irak Çalışma Grubu”nun ortaya koyduğu sonuçlar/değerlendirmeler daha geniş bir kesimin gündemini işgal etmeye başladı. Tam da bu dönemde, gündeme gelen seçimlerde özellikle Demokratlar, süreci Irak politikasının sorgulandığı bir çeşit referanduma çevirdi. Ve seçim sonrasında dünyada ABD’nin Irak’a dair politikalarında bir değişim beklentisi daha fazla dillendirilir oldu. Hatta Irak Çalışma Grubu’nun da önerileri arasında Kuzey Irak’ta sembolik bir gücün tutulması kaydıyla çekilme fikri yer aldı. Bu düşünce daha önce de belirli oranlarda tartışılıyordu; ama bugün çok daha yaygın bir hal aldı. Hatta çalışma grubunun raporları ve eş zamanlı olarak gündeme gelen dışişleri bakanının istifası, ABD’nin ırak politikalarında çok köklü değişimlerin olabileceği yanılsamasını
yarattı. Gerçekte ise ABD dış politikası ya da emperyalizmin Ortadoğu’ya yönelik politikaları, çok kapsamlı hesapların konusudur ve ABD’nin “asker çekmesi”ne indirgenemeyecek denli çok bileşenli bir durumdur. Mevcut dengeler ve çıkar ilişkileri karşısında ABD, ya Ortadoğu’daki tüm çıkarlarından vazgeçmek durumunda, ya da ne pahasına olursa olsun bir biçimde devam etmek zorundadır.
İşte son zamanlarda çalışma grubunun önerileri doğrultusunda yumuşamanın, esnemenin Amerikan kamuoyunda yaygınlaştığı bir dönemde, Ortadoğu’daki pek çok dengeyi değiştirecek hatta Ortadoğu’yu bir yangın yerine çevirebilecek radikal adımlar atılmaya başlandı. Bunlar içinde en etkili olanı Lübnan’da Cemayel’in öldürülmesidir.
Bu konuda çeşitli komplo teorileri geliştirilebilir veya suçlamalar yöneltilebilir; ama, bizler biliyoruz ki bir olaydan en çok hangi kesimler yararlanıyor, politik sonuçlarını kendi kanallarına akıtıyorsa, olayın müsebbibi onlardır. Bu olaydan da en fazla çıkar sağlamış olan İsrail, ABD ve işbirlikçileridir. Son süreçte iktidardaki ABD işbirlikçileri Hizbullah’ın başarıları ve etkili politik atakları karşısında adeta hareketsiz kalmış durumdaydı. Ama Cemayel suikasti en azından
ABD eksenli politika yapan güçlerin Lübnan savaşından sonra ilk kez sokağa çıkıp gösteri yapabilmelerini, politik bir özne olarak tekrar sahneye çıkabilmelerini sağladı. Gerçi önceden tasarlanmış olan ve suikastin peşinden gerçekleşen Hizbullah gösterisine yine Lübnan tarihinde görülmemiş biçimde yaklaşık 1 milyon kişi katıldı. Her 4 kişiden birinin destek verdiği anlamına gelen bu sonuç tabii ki önemlidir. Ama bu gösteri Cemayel suikastinden önce olsaydı, belki de iktidarın değişimini doğrudan gündeme getirecek denli etkili olacaktı. Şimdi ise Hizbullah’a, Lübnan’da etkili tek güç olmadığı, karşısında işbirlikçileri ile beraber ABD ve İsrail’in olduğu mesajı verildi; emperyalizmin, bölgedeki çıkarlarından vazgeçmek için neleri göze alabileceği gösterildi.
Bu olayın peşinden gelen dikkat çekici bir diğer gelişme de İsrail’in Gazze Şeridi’nden çekilme kararı alıp aynı gün hızla uygulaması oldu. Bu adım da ABD’nin Lübnan’a yönelik müdahalesinin Ortadoğu bağlamlı politikalarda ne denli önemli olduğunun bir diğer göstergesiydi. İsrail Gazze’den çekilerek, hem Arap kamuoyuna olumlu mesaj vermiş hem de iki cephede savaşmak yerine Lübnan’da savaşmaya hazır olduğu tehdidini öne çıkarmıştır.
Aynı dönemde Irak’taki Sünniler ile Şiiler arasında olduğu gibi Şiiler arasında da çatışmalar hızlandı. Ve Sadr hedefe kondu. Sadr, Irak’ta mezhepsel veya etnik farklara rağmen birlikte yaşanabileceğine dair duruş sergilemesiyle ve iç savaşı önleme gayreti ile biliniyordu. Onun etrafındaki Şiiler, İran yanlısı olmaktan çok Arap milliyetçiliği temelinde hareket ediyordu. Bugün iktidarı elinde bulunduran kesimler ise, İran’a yakın duran kesimlerdir. Ama Irak’ta ABD’nin giderek deşifre olmasıyla Şiilik içerisindeki bu ayrım giderek çözüldü ve ABD işgaline evet diyenler ile hayır diyenler biçiminde bir kutuplaşma gündeme oturdu.
İşgal güçlerinin yönlendirmesiyle ve provokatif eylemlerle bir taraftan Sadr’ın etkisizleştirilmesi amaçlanırken, diğer taraftan Şiiler içinde ve Sünnilerle aralarında bir çatışma körüklendi. Son zamanlarda iki tarafın da kutsal yerlerine düzenlenen saldırılar veya büyük boyutlu katliamlar böyle bir çatışma için kaldıraç görevi gördü, çatışmalar giderek tırmandı. Sürecin, ABD’nin Güney’i bir yangın yerine çevirip sonra da Kuzey’de daha güvenli bölgeye yerleşme tercihi çerçevesinde gelişip gelişmeyeceğini zaman gösterecek. Ama ABD, Cemayel suikastiyle beraber, Ortadoğu’daki politikalarında ısrar etmek ve kimi bileşenlerin etkili bir özne olarak sürece dahil olmasını önlemek için gerekirse ortalığı kan gölüne çevirmekten çekinmeyeceği mesajını verdi.
Bilindiği gibi Rusya, son zamanlarda doğrudan yer almadığı emperyalist masalarda bile etkili olmaya; petrol pazarlıkları, vb konularda veya İran meselesinde rol almaya dönük bir duruş sergiliyor. Hatta bu politikalarında örneğin Almanya, gerek aralarındaki ticari bağlar gerekse İran’la ilişkileri sebebiyle şu veya bu oranda destek verir konumda oldu. İşte ABD’yi rahatsız eden ve önünü kesmek istediği gelişmelerden biri de budur. İster İran meselesi isterse Irak politikaları veya enerji, vb meseleler konusunda olsun; ABD, ne Rusya’nın ne de bir başka ülke veya gücün devreye etkili bir özne olarak girmesine tahammülü olmadığını daha önce de çeşitli biçimlerde gösterdi; hissettirdi. Hatta son zamanlarda Irak’ta gazeteci, Rus ajanı, vb kimliklerde insanların peş peşe öldürülmesini de ABD’nin bir yerlere mesajı olarak algılamak abartılı olmaz.
Kısacası Cemayel suikasti, toplumun planlanan bir amaca doğrudan yönlendirilmesi için yapılmış bir eylemdir. Bu eylemle ABD, Ortadoğu’yu bugünkünden çok daha büyük bir ateşin içine sürükleyebileceği mesajını vermiştir. Bu durum aynı zamanda, seçimdeki tüm çelişmeli görüntüye rağmen ABD’nin bugünkü Ortadoğu politikasına Demokratlar’la ilişkili olanlar dahil tekellerin desteğinin devam ettiğinin göstergesidir. Kaldı ki Yahudi Lobisi’nin Kongre’deki Demokrat üyelerle yakın ilişkiler içinde olduğu biliniyor.
Eylemin Lübnan coğrafyasındaki etkisi, Canpolat dahil, ABD yanlısı tüm kesimleri hem birleştirmek hem de cesaretlendirmek biçiminde oldu. Hizbullah’la beraber hareket etmekte ısrar eden Hiristiyan liderlerden Michel Aoun ise, katillerin teşhirini engellemekle ve Hizbullah’ı cesaretlendirmekle suçlandı. Gerçekte bu birlikteliğin görülmesi gereken önemli yanı, Hizbullah’ın politik esnekliğidir. Dışarıdan/uzaktan bakan kimilerince mezhepsel yapısı öne çıkarılıp basit bir dini örgütlenme olarak görülüyor olsa da gerçekte Hizbullah, sanıldığından daha esnek ve kapsayıcı bir politik duruş sergiliyor.
Sonuçta gelişmeler, ABD dış politikasının seçimle değiştirilecek denli esnek olmadığını ve bir tıkanma noktasına gelindiğinde bu tıkanmayı geri adım atarak değil Vietnam savaşında olduğu gibi çatışmayı
genişleterek aşma yoluna gidileceğini göstermiştir. Diğer bir ifadeyle süreci, çatışmaları büyütme yönünde tırmandıran son gelişmeler, “bir bölge savaşına bile hazırız” mesajı veren neoliberallerin bir gövde gösterisi
olarak okunmalıdır.
Ortadoğu tüm bileşenleriyle ve çelişmeleriyle dünyanın kalbi olmaya ve olağanın dışındaki nabız atışlarıyla dikkat çekmeye devam ediyor. Daha önce de söylediğimiz gibi, Lübnan’da taşlar yerinden oynadı; yeniden dizilmesi kolay olmayacaktır.
DEVRİMCİ HAREKET
20 ARALIK 2006
Sayı 24 (Haziran – Ağustos 2007