KÜRT SORUNU MU ÇÖZÜLÜYOR?
Bölge düzeyinde stratejik hesaplar kapsamında düşünüldüğünde, Kürt coğrafyasından şu veya bu oranda sistem dışı duran örgütlenmelerin tasfiyesi, her dönem egemenlerin gündeminde olmuştur. Ne var ki 30 yıldır TC’nin politikası, nüanslar dışında değişmemiştir. Ancak bölgede kımızı çizgilerinden vazgeçip hamiliğe soyunan bir Türkiye’nin aynı yöntem ve araçlarla devam etmesi, aldığı rolle ve bölge gerçekliği ile çelişir hale geldi. Kısacası, yaşananlar bölgede üstlenilen misyonun zorunlu bir sonucudur.
Kuzey Irak’ta Kürt Sorunu, Barzani ile emperyalizmin istediği çerçevede çözülmüş durumda. Diğer tüm bölgelerdeki Kürt sorununun çözümündeki anahtar rolü ise, ancak PKK oynayabilir. Bu nedenle, bugün İmralı’dayalnızca Türkiye Kürtlerinin değil, diğer ülkelerdeki tüm Kürtlerin sorunları görüşülüyor.
Ve özünü, Kürt sorununun, Kürt halkının talepleri paralelinde, demokratik muhtevada çözümü değil, emperyalizmin ihtiyaçları çerçevesinde bir düzenleme oluşturuyor. Amaç, bölgedeki işbirlikçi Kürt yönetimine hamilik eşliğinde, Türkiye’deki Kürt sorununu da eklemleyerek sınırı geçirgen kılmak ve zaman içerisinde organik bütünleşmeyi sağlamaktır. Egemenlerin planlaması, gerillanın sınır dışına çekilmesinden ibaret değildir. Mahmur’un bir kuluçka, Kandil’in bir terör odağı olduğu ve mutlaka tasfiye edilmesi gerektiği dillendiriliyor. PYD’nin duruşu bir sorun olarak gündeme getiriliyor ve Suriye’deki işbirlikçi güçlerle yakınlaşması teşvik ediliyor. Yoksa,
Irak Kürdistanı’ndaki Kürtlerin hangi sorunu çözüldü ki, Türkiye Kürdistanı’ndaki Kürtlerin sorunu çözülsün?
Mesele, bölgesel olarak Kürtlerle uzlaşıyormuş imajı vermek ve eğer mümkünse süreci çatışmasızlık noktasına getirmektir. Bundan öte hesaplar, olsa olsa örgütlü gücün tasfiyesi temelinde yapılıyor ki, bunun sonuç verip vermemesi söz konusu gücün iradesine bağlıdır.
BÖLGEYE KÜRT SORUNUNDA EMPERYALİST ÇÖZÜM DAYATILIYOR
Bütünlüklü düşünüldüğünde, “çözüm” diye dillendirilen olgunun, büyük oranda emperyalizmin dayattığı bir düzenleme olduğu görülür. Yoksa başka türlü AKP’nin günden güne değişen siyasal zikzaklarını açıklamak mümkün olmaz. Tekrar idamdan söz eder hale gelmiş olan T. Erdoğan’ın birdenbire, özel bir önem atfederek İmralı’yla görüşmeleri başlatması, Bülent Arınç’ın “ Ben de olsam dağa çıkardım” diye demeç vermesi, kendiliğinden yaşanan gelişmeler değildir. Bu tür süreçleri, AKP’nin tercihlerinden ibaret görmek, böyle düşünenlere belki zihnini fazla yormama anlamında kolaylık sağlıyor. Ama bırakalım gelişmelerin arka planını ve gerçek seyrini görebilmeyi; tersine, parmak Ay’ı gösterirken parmağa bakmak gibi bir sığlaşma halini beraberinde getiriyor. Ve AKP’nin yanıltıcı atraksiyonlarına kapılmak kaçınılmaz bir hal alıyor. “ Ver başkanlığı al haklarını ” veya “ Ergenekon’dan Kürtlerle çıkış ” gibi değerlendirmeler, bu türden sığlıkların dışavurumudur.
Bu süreçte Başbakan’ın Saygun’u ziyareti de abartılacak, üzerine süreç tahlili bindirilecek bir gelişme değildir. Bugün eğer mesele, Kürt bölgesine askeri hamilik yapmaksa, bunun TSK da dahil geniş kesimlere kabul ettirilmesi gerekiyor. Gerçi 1 Mart tezkeresinde gündeme gelen şekilde muhalefet edecek olanların hepsi tasfiye edildi. Ancak bunun yaratmış olduğu bir moral bozukluğu var. TSK, moral olarak da, askeri yetenek olarak da önemli oranda yıpranmış durumda. Harp akademilerinde uzun yıllar içinde oluşan ulusalcı kimlik (milliyetçi kuşak) tasfiye edildi. “Cemaatin askeri olmam” diye binlerce kişi istifa etti. Köklü bir geçmişe sahip o gelenek, parçalanmış durumda. Bunun demoralize edici etkilerinin bir ziyaretle aşılması mümkün değil, ama yine de hastane ziyaretini bir yanıyla moral verme, diğer yanıyla da onların etrafındaki kesimlerin sürece ikna edilmesi için bir hamle olarak görmek gerekiyor.
Sanıldığının aksine ne başkanlık meselesi, ne de anayasa konusu, salt AKP kurmaylarının tercihleri ile belirlenmiyor. Bugün Tayyip Erdoğan, zaten aldığı uluslararası destekle ülkesinde eşine az rastlanır yetkide bir “başkan”dır. Ve gerçekte amaçlanan, daha büyük yetkilerle donanmaktan öte bir düzenlemedir.
Sorunun Türkiye’ye dayatılan uluslararası boyutu, pragmatizm temelli hareket eden Kürt hareketi nezdinde bir fırsat olarak değerlendiriliyor.
Daha önce de belirttiğimiz gibi ülkeleri küçük birimlere bölerek yönetmek, emperyalizmin tercihleri arasındadır. Örneğin, başkanlık sistemiyle beraber Türkiye’nin 17-18 bölgeye ayrılması, bunların hepsine valiler atanması ve ortaya kendi yerel yönetimini seçen birimlerin çıkması gibi düzenlemeler gündeme gelebilir. Hatta o durumda AB’ye geçiş de hızlanabilir. Çünkü merkezi yönetimin inisiyatifi azalıyor ve yerel yönetimlerin Brüksel’le bağı artıyor. Bu yapılabilirse, emperyalizmin TC’yi yeniden düzenlemesi de tamamlanmış olacak. Başkanlık sistemi buna hizmet ediyor; planlanandüzenleme budur. Yoksa bugün Erdoğan’ın yetkileri zaten sınırsız; tek belirleyici konumunda. Cemaat hazırlıyor, Erdoğan ilgili bakanlığa gönderiyor ve yasa çıkıyor. Yeni Anayasa bunu bir ölçüde sınırlayacak. Başkanlığın altında yatan ve başarılabilirse amaçlanan federatifsistem bu içeriktedir. Kürtlerin destek vermesinin ve komisyonda CHP ile en basit demokratik konularda dahi anlaşamayan AKP’nin BDP ile anlaşmasının nedeni budur. Bu konuda, yansıtılanın aksine, cemaat ile aralarında bir sorun yok. Cemaat, Kuzey Irak’ta çok örgütlü; okulları, ekonomik ilişkileri var. Barzani ile ilişkileri de çok iyi.
Emperyalist güçlerin doğrudan planlayarak yönettiği ve gerçekte, büyük bedeller karşılığında elde edilmiş kazanımları tasfiye etmeyi amaçlayan böyle bir sürecin, umut ve sevinçle karşılanması ve adeta nihai özgürlüğün an meselesi olduğu biçiminde bir duruş sergilenmesi, sistem tahlili ve mücadele anlayışı açısından sorunlu bir duruşa işarettir. Bu, aşağıda da belirteceğimiz gibi Marksizm’e alternatif gösterilen ve gerçekte sınıfsal bilinç yitimini beraberinde getiren paradigmasal duruşun sonucudur.
SINIFSAL BİLİNÇ YİTİMİ GELİŞMELERİN DOĞRU OKUNMASINI GÜÇLEŞTİRİYOR
Kürt sorununun kavranışında en temel problemi, sorunun sanki çıkar çatışmaları olan farklı sınıflar yokmuş gibi ele alınması oluşturuyor. Örneğin, Irak Kürdistanı’nda petrol kaynaklarından elde edilen muazzam gelir, halk kesimleri arasında paylaştırılıyormuş veya yoksulluk yokmuş gibi değerlendirme yapılıyor. Halbuki, orada da bütün zenginlik yine birkaç egemen (feodal aile) arasında paylaşılıyor. Ve bunların en büyüğünü Barzani aşireti oluşturuyor. Bunun yanında alabildiğine yoksulluğun ve işsizliğin olduğu, düşük ücretle çalışmayan Kürtlerin yerine başka ülkelerden (Singapur, vb) işçi getirildiği biliniyor. Yani, Irak Kürdistanı’ndaki yapı, bırakalım çözüme örnek model oluşturmayı, aksine emperyalizmle işbirliği içinde neden çözüm olmayacağının göstergesidir. Bugün Türkiye’deki Kürtler için var olan demokratik haklar mücadelesi, oradaki Kürt halkı için de geçerli. Orada sorununu çözen, yalnızca Kürt feodalleridir.
Eğer mesele dil meselesine indirgenmeyecekse, halkın hiçbir sorunu çözülmüş değildir. Orada da sınıflar mücadelesine ihtiyaç var. Hatta oradaki oligarşik yapı ile halk arasındaki mülkiyet uçurumu, sınıflar mücadelesini daha acil bir ihtiyaç haline getiriyor. Aynı durum, PYD’nin etki alanı için de geçerli. Sınıfların konumu ve halkların bu ilişkilenme içindeki yeri dikkate alınmadan, basit/biçimsel bir çözüm ortaya koymak, Suriye’de de Türkiye veya İran’da da yanlıştır.
Sınıfsal temelden yoksun hareket edilince, günlük çıkarlar veya anlık hesaplar öne çıkmakta, oluşan kaygan zeminde, red ve kabul ölçüleri de karışmakta ve kimin dost kimin düşman olduğunun sıkça değiştiği ölçüsüz bir ittifak anlayışı ağır basar hale gelmektedir. Ekolojik Demokratik Cinsiyet Özgürlükçü Paradigma’nın çiçeği burnunda ilk ürünü olarak görülen ve bir anda moral değer olarak ifade edilir hale gelen Suriye Kürdistanı’ndaki yapının, henüz en zorunlu güvenceler bile alınmamışken, ÖSO diye bilinen işbirlikçi yapıyla ittifak ilişkisi içine girmesi ve Esat’ın elindeki kentleri beraber almayı da içeren bir anlaşma imzalaması, paradigmaya dair eleştirel söylemlerimizi doğrular niteliktedir. Sorunların çatışmasız aşılabileceği, bunun doğada da böyle olduğu iddia edilirken, diğer taraftan Esat’ın elinden ele geçirdiği kentleri geri alma hesapları yapmak, paradigmasal bir çelişkidir. Kaldı ki tarif edilen çatışmasızlık, doğaya da bilime de aykırıdır.
KÜRT HAREKETİNİN TARİFSİZ BEDELLER KARŞILIĞINDA OLUŞTURDUĞU VE DAHA İLERİ TAŞINABİLME POTANSİYELİNİ İÇEREN İMKANLAR BİZZAT YAPICILARININ ELİYLE TASFİYE EDİLMEK İSTENİYOR
Karmaşık ilişkiler ağının kaygan bir zeminde varlığını sürdürdüğü Ortadoğu’da, olup biteni anlamanın ve doğru yorumlamanın olmazsa olmaz koşulu, yöntemde bilimsellik ve tutarlılıktır. Aksi takdirde genelin özelde, tarihin anda ve doğrunun öznellik kulvarında boğulması her an mümkündür; hatta kaçınılmazdır. Tarih boyunca, egemenin yanıltma ve manipülasyonlarındaki başarı, sınıflı toplumların devamının güvencesi olmuştur. Bunun için, inanç sömürüsünden bilim ve felsefenin çarpıtılmasına kadar pek çok yönteme başvurulmuş, kabulü zor olgular zamana yayılmış, kırılamayan direnç noktaları aşındıra aşındıra etkisizleştirilmiştir.
Bugün de AKP eliyle uygulanan, itibarsızlaştırma veya kriminalize ederek etkisizleştirme yöntemlerinin yeterli olmadığı noktada, rıza oluşturarak tasfiye yöntemine başvurulduğu görülüyor. Deyim yerindeyse, Kürt hareketinin tarifsiz bedeller karşılığında oluşturduğu ve daha ileri taşınabilme potansiyelini içeren imkanlar, bizzat yapıcılarının eliyle tasfiye edilmek isteniyor. Bu nedenle , örgütlü Kürt hareketinin iradesinin nerede duracağı, tercih ve yönelimleri büyük önem taşıyor.
Bu önemli ve hassas konunun doğru tartışılabilmesi için uygun bir yöntem geliştirmek, öncelikli bir ihtiyaçtır. Sorunun duygusal veya psikolojik öğeler üzerinden tartışılması nasıl doğru değilse, bu konuda ne söyleyip ne yapılması gerektiğini bütünüyle Kürt hareketine bırakan edilgen bir duruş da doğru değildir. Yapıcı eleştirilere dahi tahammülsüz, tekelci yaklaşımların bu süreçteki olumsuz rolünün ise, biliniyor olduğuna inanmak istiyoruz. Burada amacımız, devletle görüşme halindeki yapıyı yıpratmak değil, aksine pozitif rol almaktır. Ne var ki kendi dışından etkilenme niteliği adeta yok denecek kadar az olan bir duruşla karşı karşıyayız. Bu nedenle, amacımızın ters okunmasını veya öznelleştirilmiş yanıtlar almayı göze alarak bu konuya giriyoruz. Latincede bir deyim vardır, “Argumentum ad hominem” diye. Bir argümana cevap verirken, argümanı eleştirmekten ziyade argümanı yapan kişiye saldırmak olarak tanımlanır. Muhataplarımızın bu eğilime düşmeden, yazdıklarımızı değerlendirmelerini umut ediyoruz.
PARADİGMA FARKI MARKSİST PARADİGMANIN AŞILMASIYLA DEĞİL O KÜLLİYATIN KAPSAMINDAKİ BİRİKİMİN YA YOKSAYILMASI YA DA ANLAŞILMAMASI ÜZERİNE KURULMUŞ
Sınıfsal mücadeleden vazgeçip, kimlik temelli mücadele ekseninde kitleselleşme tercihlerini öne çıkarma konusunda sadece tarihte değil, bugün de pek çok örnek vardır. Güney Afrika Ulusal Kongresi de, Meksika’da Zapatista’lar da, Lübnan’da Hizbullah, vb. de örnektir. Hatta Bolivya’da Morales’in başkanlığı da ölçü kabul edilebilir. Tabii bunların hemen hepsinin sosyalizm veya özgürlükten söz etmesi, ama hiç birinin o amaca ulaşamaması da ortak özelliktir.
Geçmişte de devrimciler, sosyalist içerik kazanmamış kimi haklı savaşlardan/direnişlerden güç alırdı. Onları, gündeme geldiği tarihsel bağlam içinde değerlendirirdi. Ama bunu, sınıfsal perspektifin terki için değil, güçlendirilmesi için yapardı. Atina’daki kent demokrasisinden de Hallacı Mansur, Münzer, Pir Sultan, vb.’den de bu bağlamda öğrenmiştir. Örneğin dinin tarihsel rolünü yadsımamış, ama bugün de doğru ve gerekli bir olgu olduğunu savunma hatasına düşmemiştir. Burjuva demokrasisinden (çok partililik, temsili sistem, vb.) öğrenmiş, ama onu bugün için savunur duruma düşmemiştir.
Evet yaşanmakta olan bir paradigma farkıdır. Mücadele yolunda kazanılmış, doğru ile yanlışı ayırmanın en isabetli yolu olan ölçek, yani sınıfsallık devre dışı bırakılmıştır. Bu, bir anlamda zihnin enerjisini/ışığını kesmektir. Hayatın doğrulayıcı pratiğinde kendini test etme konusunda, dönüp dolaşıp meselenin, “kitleselleşme ve marjinallik” ikilemine getirilmesinin sebebi budur.
Evet bu da tarih boyunca ezilenlerin farkı olmuştur. Az sayıyla ve kısıtlı imkanlarla mücadele etmişlerdir. İmkan ve sayı çoğaltmak için değerlerini eğip bükme, sınıfsal düşmanlarına öykünme, aradaki sınırı geçirgen hale getirme yoluna gitmemişlerdir. Örnek alınan kimi modellere dikkatle bakıldığında (Katalanlar, İrlandalılar, vb.) zafer gibi gösterilen aşamadan sonra, ya kapitalizmin yeni efendileriyle beraber varlığına razı olunduğu, ya da egemene karşı mücadelenin (yani sınıfsallığın) mayalanmakta olduğu görüldü. Bugün sadece ve yalnızca efendisini değiştirmekten ibaret Mısır ve Tunus’taki hamlelerin bu denli övülmesi ve mücadelede kazanım adına denklik kurulması, söylediklerimizi doğrular pratiklerdir.
Aslında bu sürecin fiili boyutu nasıl bir gece ansızın ortaya çıkmadıysa, bugün Marksizm’i incelemeden reddetme meşrutiyetinin yaygınlık kazanmış olması da birden bire ortaya çıkmadı. On yıllar boyunca Marksizm’in tek bir eserini okumayan, bu öğretinin 1800’lü yıllara özgü, bugün geçerliliği kalmamış dönemsel bir paradigma olduğuna inandırılan toplumsal bir kesimin, farklı bir paradigma ile donanmış duruşuyla karşı karşıyayız. Yani mesele paradigmasaldır, tekil değil bütünlüklü bir sorundur.
Bu nedenle, konumuz paradigma olmasa da, bir alt başlık boyutunda da olsa, Marksist paradigmanın alternatifi olarak yansıtılan Ekolojik Demokratik Cinsiyet Özgürlükçü Paradigma’ya değinmek durumundayız. Çünkü bizce ortada, paradigmasal yani temel önemde yanılgılar vardır. Ve bugün atılan yanlış adımlar, yanlış bir paradigmanın yan etkileri (sonuçları) olarak okunmalıdır.
EKOLOJİK-DEMOKRATİK PARADİGMA SINIFSAL ÇELİŞMELERİ REDDEDEN UZLAŞMA TEMELLİ BİR PARDİGMADIR
Marksizm’in aşılması iddiaları eşliğinde gündeme getirilen bu paradigmanın, Marksizm’in incelenerek aşılması yerine, tarihsel muarızlarının söylemlerinden derlenerek oluşturulduğu, dikkatle bakıldığında daha ilk metinlerde görülebiliyor. En temel iddialarından biri, Marksizm’in sınıf farklarını/çelişmesini abarttığı ve çatışmayı mutlaklaştırdığı biçimindeydi. Bu çelişmenin uzlaşmazlığı reddedilirken, doğadan, fizik veya kimyadan verilen örneklerle, adeta uzlaşma mutlaklaştırılıyordu .
Paradigmanın bu temel boyutunun doğru anlaşılması, bugün iktidarla neden ve nasıl bir uzlaşma içerisinde olunduğunu anlamak açısından önemlidir.
Öcalan’dan aktarıyoruz:
“Savunmalarımda epistemolojik açıdan yenilikler var. Karşılıklı besleyici diyalektiğe dayalı paradigma ile sınıf çatışması teorisinin pek anlaşılmadığı belirtiliyor ve sınıfların birbirini beslemesinin mümkün olup olmadığı soruluyor. Savunmalarımda diyalektiğe yeni bir yorum kattım. Aslında sınıfsal açıdan Marx olaya kendi koşulları üzerinden yaklaştı. Bu nedenle kaba ve katı bir diyalektik yorum geliştirdi. Antagonizma tartışmaları önemlidir. Ama Marks’ın anladığı anlamıyla Antagonizma doğru değildir. Bizim bakış açımıza göre doğada hiçbir şey tamamen yok olmaz.
Birbirini besleme daha önemlidir. Yıkıcılık doğru değildir. Birbirini tamamen yok etmek doğru değildir. Zaten biliyorsunuz doğada mutlak yokluk yoktur, mutlak kesinlik de yoktur. İki ucu yok etme temelinde birbiriyle mücadelesi doğru değildir. (…) “Bununla beraber bu mücadele yaratıcıdır ve özgürleştiricidir. Ama doğada esas olan, yüzde 99 karşılıklı beslemedir. Çatışma ise yüzde 1’dir.Bu açıdan Marks’ı eleştirmek lazım. Onda her şey siyah beyazdır .” (abç)
Öcalan’ın bu paradigmasal değerlendirme ve örnekleri dönem dönem paralel yazılarla desteklenmiştir. Bir örnek olarak aktarıyoruz:
“19.yy’ın şartlarında Marks’ın yorumu daha çok çatışma üzerine kurulmuştu. Marks’a göre, zıtlar birbirini yok ederek senteze ulaşırlardı. Oysa Bilge’nin yaklaşımı biraz daha farklı oldu. ‘Doğada hiç bir şey tamamen yok olmaz. Birbirini besleme daha önemlidir. Yıkıcılık doğru değildir.’ diyerek, bu konudaki yaklaşımını tekrar açma gereği duymuştur. Daha önce de diyalektik ilişkiyi su üzerinden açıklamıştı. Su molekülü 2 hidrojen ve 1 oksijen atomunun uygun bağlarla birbirine bağlanmaları ile oluşur. Hidrojen gazı yanıcı, oksijen ise yakıcıdır. Yani birbirine tamamen zıt iki atom bir araya gelip tamamen farklı bir oluşum yaratabiliyor ki, su söndürücüdür. Normalde yanıcı ve yakıcı iki maddeyi bir araya getirseniz yanar ama arada öyle bir bağ kuruluyor ki – biz buna ilkel uzlaşı da diyebiliriz- bir arada yaşayabiliyor, sentez oluşturabiliyorlar. Bu bağ yapısı, diğer su moleküllerinin de birbirlerine bağlanmasını sağlıyor.
Aşırı indirgemeciliğin doğru bir yöntem olmadığını biliyoruz. Toplum gibi karmaşık bir yapı da basitçe izah edilemez ama hakikatin bir yönünü kavramak için benzetmelerden faydalanabiliriz. Su molekülü üzerinden açıkladığımız tez-antitez-sentez diyalektiğini sosyal bilime de uygulayabiliriz. Antagonist olan iki olgu olarak devlet ve demokrasi de (veya toplum) ilkeli uzlaşı temelinde bir senteze ulaşabilir. “ (Mustafa Irmak, Gündem Gazetesi, abç)
Ayrıca Öcalan’ın Newton fiziği ile kuantumu kıyasladığı “Newton paradigması dogmatik ve kesintisizdir, aynı zamanda milliyetçidir, faşizme kadar götürür. Kuantum çoğulcu ve özgürlükçüdür, demokratiktir .”
biçimindeki değerlendirmesi, konumuz bağlamında üzerinde durulmayı gerektiren önemli bir içeriktedir.
Öncelikle belirtelim ki, karşıtların birliği ve mücadelesi yani çelişki, doğada da toplumda da gelişme ve değişimin dinamiğidir. Çelişmeyi, emek sermaye çelişmesinden ibaret görmek ve bunu da, “ doğada çatışma yüzde 1’dir ” diyerek adeta bir istisnaya indirgemek, bilimsel olmayan sorunlu bir yaklaşımdır. İddia edildiğinin aksine, çelişmenin dolayısıyla da birbiri ile mücadele halinde olan taraf ve öğelerin varlığı, doğa ve toplum yaşamının bütünü için geçerlidir. Uzlaşır veya uzlaşmaz niteliktedir, ama her durumda en az bir çelişme vardır. Taraflardan biri diğerine üstün geldiği ve çelişmeli durumun aşıldığı hallerde yeni bir denge durumu oluşur, yeni durum da yeni çelişmelerle tanımlanır. Bu, doğanın diyalektiğidir.
Yeryüzü şekillenmesinde ve genel anlamda doğada sözünü ettiğimiz türden farklı iki güç çatışır. Rüzgar, fırtına, sel, vb. dağları yıkarken, başka doğa olayları da dağları oluşturur. Her hareketi etkileyen bu iki farklı güç, doğada makro düzeyde daima varlığını korur. Örneğin, bir tarafta güneşin çekim kuvveti vardır, diğer tarafta merkez kaç kuvveti. Bazı koşullarda bir denge oluşur; ama denge sürekli değil geçicidir. Çünkü kuvvetler (hatta hiçbir şey) sabit kalmaz.
Sürekli değişim/gelişim olur; farklı güçler arasındaki çatışma sonrasında yeni farklı güç ve çatışmalar, yeni dengeler gündeme gelir. Çatışma olmadan hiçbir zaman denge olmaz, gelişmenin dinamiğini yaratan çelişme ve çatışmadır.
Su örneğine gelince, su gerçekten de çok güçlü yanıcı olan hidrojenin, çok güçlü yakıcı olan oksijenle birleşmesi sonucu oluşur. Ortalama bir gram hidrojen, 8 gram oksijenle tam yanar. Bu yanmada 1 gr hidrojen 28 bin kalori ortaya çıkarır. Eğer bu yanma olayı, hidrojenle oksijenin iyi karıştığı bir ortamda olursa, bilinen en güçlü patlayıcıdan daha güçlü bir patlamayla (ABD’nin Saddam’ın yeraltı sığınaklarını yok etmek için kullandığı şok bombaları bu türdendi) hidrojen ve oksijen birleşir ve su meydana gelir. Suyun oluşumu, doğadaki bilinen en güçlü patlamalardan biridir. 50 gr hidrojen, hava ile karıştığında oluşabilecek patlama bir evin duvarlarını yıkabilecek güçtedir. Su, doğada bir sonuçtur. Bir çeşit denge, hatta büyük patlamaların devamında ortaya çıkmış güzel bir sonuç olması itibariyle bir çeşit devrimdir. Bu nedenle, suyun söndürücülüğüne bakıp, sanki hidrojenle oksijen gürültüsüz patırtısız suyu oluşturmuş biçiminde bir değerlendirme yapmak, kimya bilgisi olarak doğru olmadığı gibi sosyal olgulara taşınma biçimi de yanlıştır . Anlaşılması açısından bir benzetme yapmak gerekirse,1 gr benzin yandığında 11 bin kalori ortaya çıkar, hidrojenin yanarak suyu oluşturması sürecinde bu, çok daha fazladır. Ve birbirine karşıt olan iki şeyin patlayarak yeni bir şeye dönüşmesidir. Su içerisinde moleküler düzeyde hidrojen yoktur, bambaşka bir molekül ortaya çıkmıştır, ama yapısına bakılırsa bu iki madde de vardır. O enerjinin ancak tersine verilmesi halinde ayrıştırma mümkün olur. Bu da bir çeşit karşıdevrimdir. Yani sosyal bir denklik kurulacaksa, suyun oluşumu, birbirine karşıt olan iki sınıfın çatışarak, yeni bir durum, yeni bir toplum oluşturması anlamına gelir.
Newton-Kuantum kıyaslaması ise, fizik bilgisi açısından da diyalektikle kurulan bağ açısından da sorunludur. Newton mekaniği, kuantum mekaniği ya da Einstein’ın Görelilik Kuramı, birbirinin karşıtıymış gibi ortaya konuyor. Gerçekte Newton, 200 yıl önce ölçülebilir koşullardaki hızı inceler. Buna göre, yeryüzündeki bir cisim duruyormuş gibi görünse bile, çok hızlı hareket eder, güneşin etrafında döner, ama biz o maddeyi durağan görürüz. Newton fiziği bunu açıklar, şeyler/ maddeler çok hızlı hareket eder. Ses hızına yakın hızlardaki bu hızlarda Newton kuralları bugün de dün de yarın da geçerlidir. Einstein’in denklemlerinde ise, çok yüksek hızlarda, ışık hızı ile karşılaştırılabilir hızlarda, bizim sabit diye düşündüğümüz şeylerin gerçekte sabit olmadığı açıklanır. Ayrıca, günlük yaşamda karşılaşabileceğimiz boyutlarda geçerli olan Newton kuralları, atomik ve astronomik boyutlarda düzeltilmesi gerekir.
Görelilik kuramı hıza bağlıdır. Newton’un ölçülebilir hızları konu alan denklemi ile Einstein’in denklemine, ses hızına yakın hızları uyguladığımızda elde edeceğimiz sonuçlar benzerdir. Felsefi olarak da düşünecek olursak, Newton’un düşüncesi bilimin gelişiminde bir dönüm noktasıdır. Newton, doğmanın yerine bilimselliği koyar. Geliştirdiği teori, varlıkların arasındaki ilişkilerde, mutlaka bir neden-sonuç ilişkisi bulunduğunu, her olayın bir başka olayın sonucu olduğunu ortaya koyan bilimsel bir teoridir.
Newton’un karşıtı felsefi idealizmdir.
Newton’un bu bilimsel düşüncesinde hiçbir şey nedensiz değildir, her şeyin maddi/ölçülebilir bir nedeni vardır. Bir olayın nedeni olmadan meydana geleceğini düşünmek, felsefi idealizmdir; eşyadaki içsel çelişmeyi inkar etmek metafiziktir. Bu bağlamda Newton’un bilimsel düşüncesinin mahkum ettiği ve özellikle Ortaçağ’dan kalma düşünceler masum değildir.
Yüksek hızlardaki olguları açıklamada Newton’un denklemi bir oranda yetersizdir; hıza göre bir düzeltme yapmak gerekmiştir, bunu da Einstein yapmıştır. Ancak, Newton olmadan Einstein olamaz. Onlar, birbirini tamamlar ve her ikisi de olaylara neden-sonuç ilişkisi içinde bilimsel bağlamında bakar. Hiçbir bilim adamı ikisini birbirinden ayırmaz. Yöntemin özü, neden-sonuç ilişkisine dayalı bilimsel çalışma yöntemidir. Felsefe, bilimlerin en üst düzeyde sentezidir.
Materyalist felsefe, neden-sonuç ilişkisini, olayların arasındaki ilişkilerde kullanılır. Neden-sonuç ilişkisini reddedenler ise, bu ilişkinin yerine doğmayı koyar.
Sorunlu olarak gördüğümüz bu paradigmanın bir özelliği de, toplumsal olayları doğadaki olaylarla özdeşleştirmektir. Bu durum mekanikliğe düşürür. Çünkü, örneğin hidrojen olayında sürece giren iki madde, bir de ateşleyici vardır. Yani sürece katılan etmenler sınırlıdır. Ama toplumsal olaylarda sürece aynı anda yüzlerce değişik etmen girebiliyor. Bunlardan biri etken/belirleyici konumdadır ve diğerleri ile mücadele halindedir ve olasılıklar daha fazladır. Aslında suyun oluşumu da belirli sıcaklık koşullarına bağlıdır. Yani hidrojen ile oksijen her sıcaklıkta su oluşturmaz.
Bu konu bağlamında sözü, kısa da olsa savunmaya, yani yanıldığı ve genelde bilimin özelde kuantumun önermelerini diyalektik yönteme içeremediği iddia edilen Marksizm’e bırakalım.
“Engels şöyle der:
…Negatif ve pozitif uçlar gibi, bir uyuşmazlığın iki kutbu birbirinden ayrılmaz oldukları kadar birbirine karşıttırlar da. Ve bağdaşmazlıklarına rağmen iç içedirler.
‘Diyalektik Sorunu Üstüne’ adlı bir yazısında Lenin, karşıtların çatışması ve birleşmesi kanununu bir sürü örnek vererek evrenselleştirmektedir.
Matematikte +ile -, diferansiyel ile entegral, mekanikte etki ve tepki, fizikte elektrikte negatif ve pozitif, kimyada atomların birleşmesi ve ayrılması, sosyal bilimlerde sınıflar mücadelesi.
Günümüzde bilimler eşyanın çelişmelere dayanan özelliklerini daha da aydınlatmaktadırlar. Örneğin fizik bilimi, atomun karşıt güçlere dayanan karmaşık dünyasını ortaya çıkarmış bulunmaktadır. Eskiden ışık, elektron ve diğer maddeler alanında dalga ve parçacık kuramı gibi zıtların kesin ayrılığı bugün için bütün değerini yitirmiştir. Louis Broglie’nin dediği gibi, dalga ile zerre, ışık bakımından da, madde bakımından da ‘birbirine ayrılmaz şekilde bağlı şeylerdir.’
Paul Langevin, karşıt güçlerin dalga ve zerre şeklinde bir arada bulunduğunu belirttikten sonra şöyle demekte; ‘Bütün bilimlerin tarihi, buna benzer diyalektik süreçlerle doludur. Ben, diyalektik materyalizmin temel fikirlerini kavradıktan sonra fizik bilimini daha iyi anlamaya başladım’” (Engels’e Göre Doğanın Diyalektiği, Georges Cogniot – Guy Besse)
UZLAŞMA TEMELLİ PARADİGMA SINIFTAN KAÇIŞTIR; SINIFTAN KAÇIŞ İLKELİLİKTEN KAÇIŞTIR
Bilinir ki mücadelenin eksenine uzlaşmanın konulması pragmatizmi, pragmatizm de ilkelerin eğilip bükülmesini beraberinde getirir. Marksizm’in, sınıf eksenli paradigmanın aşılması iddialarıyla gündeme getirilen paradigma doğru değerlendirildiğinde görülecektir ki, uzlaşma masalarına atfedilen abartılı işlevin de, sık sık değişen talep listeleri ve taktiklerin de, tekrara dönen ama sonuç vermeyen tarihsel süreç vurgularının da kaynağında paradigmasal yanılgı yatmaktadır.
Gündem’de yazan Veysi Sarısözen, Suriye’deki çatışmaların neresinde nasıl durulacağının ölçülerine işaret ettiği yazıda, pragmatizmin ilkeleri nasıl aşındırdığına dair ibret verici bir duruş sergilemişti.
Hemen her sorun gibi Suriye meselesi de gerçekte, doğru bir değerlendirme ve duruş için sınıfsal perspektifin ne denli gerekli/zorunlu olduğunu ortaya koymakta, adeta Marksizm’in işgal-savaş konusundaki saptamalarını doğrulayıcı bir laboratuara dönüşmektedir. Tüm bu öğretici pratiğe rağmen, Sarısözen gibi, pragmatizmin en ölçeksiz halini ölçek diye öne çıkaranlar oluyor. Veysi Sarısözen, “Suriye’de kimi desteklemeli? El cevap: Kürd’ü destekleyeni …” başlıklı yazısında “
Şu anda Suriye’de kim ‘Kürt sorununda çözüm’ adımı atarsa, biliniz ki, bu güç gelecekte tersini yapacak olsa da, desteklenecek güç de odur.” demekte ve“Suriye’nin Dostları”ndan, ‘Esad rejimi’ne kadar, mevcut tüm güç ve olasılıkları sıralayıp, bunların içinden kimin destekleneceği konusunda tek ölçeğin,
“Kürd’ün desteklenmesi ” olduğu değerlendirmesini yapmıştır.
Aynı yazar, son İmralı görüşmeleri gündeme geldiğinde, bu aşınmanın giderek derinleştiğinin işaretlerini verdi. Barış görüşmelerinin başarısız olması halinde bölgede “merkez güç” olma ve “AB hayallerinin” suya düşeceği uyarısını yaptı. Gelişmelerin dününü de istikrarlı biçimde takip edenlerin bilmediği bir konu değil; yıllardır her vesileyle, Türkiye oligarşisine, Kürt sorununun çözülmesi durumunda bölgede en büyük güç haline gelineceği şekeri uzatılmıştır. Bu yapılırken, özellikle 1071 Malazgirt’in ilk eşik, 1415 Çaldıran’ın ikinci eşik olduğu hatırlatılır ve üçüncü eşikte o büyük bütünleşmeye işaret edilirdi. Bu duruş da, devletin sınıfsal niteliği gereği atmayacağı adımları bugünden yarına olacakmış gibi göstermek de paradigmanın yan etkileridir. İkinci BDP heyetinin Öcalan ziyareti sonrasında basına sızan görüşme tutanaklarında geçen “ MİT’i düşürseydiler. Türkiye’de tüm kaleler düşmüş olacaktı.”, “Ne ev hapsi, ne de af bunlara gerek kalmayacak. Herkes, hepimiz özgür olacağız.”, başkanlık sistemi kastedilerek “Esas olarak HDK’yi parlamentoya uyarlamak gibi düşünebiliriz” biçimindeki ifadeler de bu kapsamda değerlendirilmelidir. O tutanaklar için çok şey söylenebilir. Ancak bizim özellikle vurgulamak istediğimiz boyut, sınıfsal niteliği gereği yerine getirme ihtimali olmayan adımları, devletten sanki bugünden yarına yerine getirecekmiş gibi beklemek, buna inanmaktır . Hele ki, gerçekte ardında emperyalizmin olduğu Başkanlık sistemi içerisinde HDK’nin meclise uyarlanabileceğine inanmak ve bunun AKP ile el ele gerçekleşebileceği ön kabulü ile planlama yapıp konum tayin etmek, sınıf perspektifinin yitirilmesinin ne denli vahim sonuçlar doğurduğuna örnektir.
Özetle söylersek, ülkeyi emperyalizmin dikensiz gül bahçesi haline getirmek için, önündeki her engeli kriminalize ederek etkisizleştirmeyi yöntem haline getiren AKP’den “tutsaklara özgürlük” beklemek, ancak gerçekleri karartmak için komisyon kuracağını defalarca kanıtlamış güç ve kurumlardan, gerçek anlamda bir hakikatler komisyonu kurmalarını beklemek, saflıktan öte bir duruma işarettir. Tabii bu bir paradigma farkıdır. Daha doğru anlaşılması açısından söylemek gerekirse; bir devrim anlayışı, örgüt anlayışı ve çalışma tarzı farkıdır.
Ve son tahlilde devrim ve sosyalizm hedefinden vazgeçmektir.
A. Öcalan’ın 2013 Newroz’unda okunan mesajında da görüldüğü gibi kimlik eksenli paradigmanın özü, sistemin sahipleriyle helalleşip kucaklaşarak, geleceğin ele ele inşa edilebileceğine inanmaktır.
165’İNCİ YILINDA MANİFESTO ÖĞRETMEYE DEVAM EDİYOR
Bilinir ki araçlar, yöntem ve amacın hizmetindedir; onlara yüklenen işlev, sistem tahlilini, amaca ulaşmak için izlenen yolu ele verir. Bugün sosyalizmden söz etmek, özgürlük ufuklu olmak her halükarda anlamlıdır. Ancak anarşizm eksenli pek çok projede olduğu gibi, nihai hedefe güzelleme yapmak, o amaca ulaşmak için yeterli değildir . Aksine, tüm “tarihsel önem” vurgularına rağmen, sonuçsuz kalarak birbirini tekrar eden uzlaşma masaları, giderek umutsuzluk, geleceğe inançsızlık ve özgüven yitimi yaratır. Bu nedenle bugünün ihtiyacı olan duruş, sisteme/devlete, taşımadığı nitelikler atfedip, sistemi tanıma konusunda temel önemdeki hatalara düşmek yerine, onlara anladığı dilden cevap vermek ve emperyalist çağda burjuvazinin bütünüyle gericileştiği gerçeğinden hareketle, halkın sorunlarını halkla ve doğru müttefiklerle beraber çözmektir.
Devrimcilerin, yolgösterici niteliklerine rağmen neyi, nerede, nasıl yapacaklarının bulandığı anlar olur. Bu, üstlenilen görevlerin ve izlenen yolun niteliği gereği anlaşılır bir durumdur. Önemli olan böyle anlarda doğru kaynaklara başvurmak, âna geleceği feda eden pragmatizm tuzağına düşmeyerek değerlerde istikrarı korumaktır. İnsanlığın fikri üretimi, tüm bulandırıcı çabalara rağmen doğru seçimler yapıp bunu yollarına içerebilenler için tarih boyunca hep biriken bir zenginlik olarak varlığını sürdürmüştür. Bu yolda önemli basamaklardan biri de Şubat ayında
165. yılını kutladığımız Manifesto’dur. O eser, bakış açısındaki bulanıklığın yerini sınıfsal bir bakış açısının alması açısından da tarihsel önemdedir. Örneğin, “Bütün insanlar kardeştir” sloganının yerini, “
Bütün ülkelerin proleterleri birleşin! ” sloganı alır. Bugün, sınıflar mücadelesinde birikim bardağının boş tarafını gösterme eğilimindeki yaygınlığa rağmen, ehven-i şer tuzağına düşmeden ve ana eksenleri duygusal faktörlere feda etmeden bir duruş sergilenmelidir. Sanıldığının aksine bu, ne Kürt hareketinin ne de Kürt sorununun özgünlüğünü yok saymaktır. Bu konunun teorik çerçevesine daha önce yeterince değindik. Bu çerçeve, Kürt hareketi söz konusu olunca bir çeşit ilke liberalizmine düşenlerin de yabancısı olduğu bir olgu değildir. Ne var ki buna rağmen, “ Ulusal hareketten sınıfsallık beklenmez ” veya “ Kürtler kaderlerini istedikleri gibi tayin edebilirler ” biçimindeki gerekçelerin arkasına sığınılarak girilen ilkesiz destekleme veya yedeklenme ilişkisi, “bilme”nin “yapmak” için yetmediğini gösteriyor.
Bilinmek durumundadır ki, böylesi tarihsel dönemeçlerde, doğruları hatırlatmak, dostluğun gerekleri içerisinde, yanlışa göz yummaktan veya destek olmaktan çok daha anlamlı ve önceliklidir.
Biz, Engels’in “Sibirya’dan Kaliforniya’ya tüm ülkelerin milyonlarca işçisinin ortak programı” olarak tanımladığı Manifesto’nun yolgöstericiliğinde yürümek isteyenlere bir kez daha, o yolda kazanım ve gücün, ânla değil istikrarla ve gelecek ufkuyla ölçüldüğünü anımsatmayı görev biliyoruz.
Bilindiği gibi Kievski, ulusların kendi kaderini tayin hakkını, emperyalizm koşullarında “erişilemez” görür. Lenin ise çeşitli örnekler vererek, bu hakkın mümkün olduğunu anlatır. Gerçi bu, emperyalizmin ilk dönemlerinde yaşanmış bir tartışmadır. Bugün artık emperyalizmin girmediği bir ülke ve işbirliği kurmadığı bir egemen kalmamıştır. Ekonomik, askeri gücüyle ve ideolojik araçları ile çok özel ilişkilere geçen, devletleri yıkıp/çözüp yeni kukla devletler kuran emperyalizm, kendi çıkarlarının gerekmesi halinde, Kosova’da olduğu gibi gidip kendi eliyle kukla bir devlet kurdurabilir. Böyle bir durumda, bu gelişmeyi nasıl tanımlamak lazım; örneğin Kosova’da Arnavutların kendi kaderini tayin hakkı gerçekleşmiş mi oluyor? Aynı şekilde, Kuzey Irak’ta emperyalizmle işbirliği içinde bir kukla devlet kurulması halinde durumu nasıl tanımlayacağız? Kosova’da üniformalarında ulusal bayraklarının yanında ABD bayrağı taşıyan UÇK’lıları veya Irak işgali sürecinde işgalci emperyalist güçleri kafasında ABD şapkasıyla karşılayan güçlerin, bugün devlet düzeyine varan oluşumlarını ulusların kendi kaderini tayini kapsamında görüp saygı mı duyacağız?
Bizler, U.K.K.T.H.’nın gerçekleşmesinden mutlaka sosyalizm beklemiyoruz. Bunun, devrimle gerçekleşip demokratik diğer dönüşümler eşliğinde sosyalizme evrilmek gibi bir çözümü vardır. Bizlerin tercihi ve oluşturduğumuz program bu şekildedir. Ne var ki çeşitli nedenlerle bu hak, kapitalizm koşullarında ve tabii ki mutlaka bağımlı bir tarzda da gerçekleşebilir. Burada mesele onu U.K.K.T.H olarak görüp görmeme değildir; destek sunup sunmamaktır. U.K.K.T.H.’nın ona önderlik eden yapının niteliğinden bağımsız olarak demokratik bir hak olması ile “demokratik çözüm” aynı şey değildir. İşte bizler birer kukla yaratan o çözümlere, demokratik değil gerici çözümler diyoruz. Tabii burada, “
Emperyalizmin bu gelişme aşamasından sonra, devrim olmadan demokratik bir çözüm mümkün mü? ” sorusu akla geliyor. Kâğıt üstünde mümkün gibi görünse de gerçekte artık emperyalizm, bu tür bir gelişmenin kendi dereleri dışında bir yere akmasına izin vermez. Bu nedenle böyle “izin”ler ancak zor yolu ile alınabilir.
KÜRT SORUNUNUN SINIFSAL TEMELDE VE İLKE LİBERALİZMİNE DÜŞMEDEN GELİŞTİRİLECEK ÇÖZÜM DIŞINDA BİR ÇÖZÜMÜ YOKTUR
Kürt sorunu öylesine temel önemde bir sorundur ki, bırakalım duygularla veya günübirlik akılla çözülmeyi, programatik gereklilikler yerine getirilmediği takdirde çözüm adına atılan her adımın beraberinde karşıt milliyetçi adımları tetiklemesi büyük bir olasılıktır. O halde programatik gereklilikler nedir , bunun karşıt milliyetçi tetiklenme yerine, demokratik talepleri olan diğer kesimleri de kapsaması fiilen nasıl gerçekleşir?
Demokratik programın içerik ve niteliği, ülkenin demokrasi sorunuyla, dolayısıyla demokratik devrimle doğrudan ilintili bir sorundur. Demokratik devrimi tamamlamamış ülkelerde, sürecin sosyalist programı önceleyen nitelikler taşıması, demokratik güçlerin de, taleplerin de geniş bir yelpazede çeşitliliğini beraberinde getirir. Bu çeşitliliğin gözetilmesi, aynı zamanda programın gerçekleşme güvencesidir/koşuludur. Hatta, diğerini dikkate almadan, tekilleştirilerek öne çıkarılan talepler, gerçekleşmemekle kalmaz, bir başka talebin gerçekleşmesinin önünde engel de oluşturur. Diğer bir ifadeyle, Kürt halkının Türkiye toplumunun bir parçası olmaktan, dolayısıyla sistemle arasındaki sınıfsal ilişki ve çelişkilerden kaynaklı sorunları aşmak ve maddi yaşam koşullarından sosyal kültürel alana kadar taleplerini karşılamak için bir mücadele verilecekse, bu mücadele Türkiye’nin her yerindeki insanların vereceği mücadelenin benzeridir. Bu nedenle ezilenin ezilenle, yani emekçi kadının emekçi erkekle, işçinin ezilen Kürtle, Kürdün inanç özgürlüğü konusunda sorunu olan halk kesimleriyle aynı programda buluşması, ihtiyaç olan empatiyi ve karşılıklı sahiplenmeyi beraberinde getirecek ve kardeşleşme ihtimali olan kesimlerin, egemen manipülasyonların etkisinde karşı karşıya gelmesi önlenmiş olacaktır.
Ne var ki bugün gelinen aşamada, algı zayıflamasının ve yöntemsizliğin yaygınlaşması sebebiyle, çözümsüzlük anlamına gelebilecek çözümler de, pragmatizm ve programsızlık da daha kolay kanıksanabilmekte, uzun erimli mücadeleler günü birlik ufuklarla ikame edilebilmektedir. Bu nedenle Kürt sorununa nasıl bir çerçeveden bakıldığı büyük önem taşıyor. Bu, öylesine temel önemde bir mesele ki, istense de halkların diğer sorunlarından yalıtılarak ele alınamaz; dolayısıyla da sistemle karşılıklı “kazan-kazan” yönteminin sınırlarına veya günlük aklın programdan uzak ufkuna sığdırılamaz. Kürt halkı, ezilme oranı, kültürel farklar, vb nedenlerle bir özgünlük taşısa da bu durum, maddi yaşam koşullarını değiştirmek ve özgürleşmek için verilecek olan demokrasi mücadelesinde tekilleştirilmiş (kendi taleplerinden ibaret) bir program oluşturup ayrı hareket etmeyi gerektirmez.
Verilecek mücadelenin bütünlüğü; ortak hareket, sahiplenme ve refleks bütünlüğünü de beraberinde getireceği için, milliyetçi, vb kışkırtmaların toplumda mayalanma olasılığı azalır.
Mücadelenin aynı sınıfsal temellerde verilmesi halinde de bazen fiili/fiziki güçlükler sebebiyle, ayrı duruşlar(belirli halk kesimleri ile tanımlanan mücadeleler) söz konusu olabilir. Bu, anlaşılır bir durumdur ve sonuçta aynı toplumsal amaca doğru yüründüğü için, kutuplaşma eğilimlerini beslemez.
Ama, bir halkın geleceği ve buna dair mücadele programı varolan sınıflı yapıdan bütünüyle bağımsız ele alınıp sadece ulusal kimlik çerçevesine oturtulursa, çok uluslu bir toplumda birinin adımı diğerini tetikler. Bu tür sorunların önüne geçilebilmesi için gerekli olan bilinç ve değerlerin oluşumunda, “ezilen ulusun milliyetçiliği”ne belirli oranlarda esnek yaklaşabilen Marksistl erin tayin edici bir önemi vardır. Ne var ki bugün çeşitli nedenlerle Marksistler/devrimciler de siyasal süreçte belirleyici olacak güç ve imkanlara sahip değil. Bu nedenle bugün, halkın diğer demokratik taleplerine cevap vermeyen ve büyük oranda emperyalist denklemler (hatta dayatmalar) eşliğinde gündeme gelen adımlar, Türkiye’de milliyetçi kutuplaşma ve çatışmaları tetikleyebilir. Böyle bir süreçte egemen sınıflar, kendilerine yukarıdan dayatılan politikaya karşı çıkmaktansa bu politikanın doğuracağı sonuçları yönlendirmeyi; toplumdaki demokratik eğilimleri, kabaran milliyetçiliğin hedefi haline getirmeyi tercih edecektir.
Kısacası devletle bugün “kazan-kazan” ilişkisine giren kesimlerin sonuçta bu süreçten sınırlı da olsa bazı kazanımları olacak, ama toplumsal mücadeleye sınıf temelli (daha bütünlüklü) bakanların mücadele etmesi gereken devasa bir faşist kitlesi ortaya çıkacaktır. Bu çatışma, öngörülenden de öte boyutlara varabilir. Bu nedenle hemen bugünden, devrimcilerin bu konudaki birikimleri hatırlanmalı ve kâğıt üzerinde çizilen pembe tablolar yerine, hayatın gerçekliğini dikkate alan, anlaşılır ve uygulanabilir yöntemler geliştirilmelidir.
Gerçekte HDK’nin oluşumu sürecinde yaşanan tartışmalar, bugün yaşanan farklı algı ve duruşun ilk etabıydı. O gün nasıl, sınıfsal bakışın birikime dayalı kaygı ve önerilerinin aksine, pragmatik temelde ve temsil olgusunu karikatürize eden biçimde hareket edildiyse, bugün de yaşananlar, aynı duruşun farklı bir zeminde dışavurumudur. Bu duruşun Karadeniz’de yaşanan sorunu doğru değerlendirme, dolayısıyla da çözüm üretme şansı yoktur. Demek ki, HDK’nin salon toplantısına Karadeniz’den birilerinin çağrılı olması, Karadeniz halkının temsili anlamına gelmiyor; “Orada yapımız/ilişkilerimiz var” demenin fiilen bir anlamı olmuyor. Hele de Sinop’ta böyle bir sorunun yaşanmış olması daha çok düşündürücü ve öğretici olmalıdır. Bazı bölgeleri gerici ve tutucu olsa da Sinop, eskiden beri sol geleneğin güçlü olduğu, çok kültürlülüğe alışkın bir yerdir. Böyle bir yerde dahi saldırıya uğramış olmak, hiçbir alt yapı çalışması yapılmadan gidildiğini gösterdiği gibi, nasıl bir program ve mücadele hattı izlenmesi gerektiğine dair de önemli ipuçları veriyor.
12 Eylül öncesinde, üzerinde yaşadığımız coğrafyada Sınıflar mücadelesi temelinde bütünlüklü bir çalışma vardı. Devrimcilerin derdi, Rize’de sadece Lazları, Mardin’de yalnızca Kürtleri örgütlemek değil, halklara bir bütün halinde ulaşmaktı. Bu nedenle tüm halk kesimleri o program ve mücadelede kendini buluyordu. İşte bugün paradigma gereği, sınıfsal uzlaşma temelinde geliştirilen duruşun sözünü ettiğimiz türde bir kapsayıcılığı, dolayısıyla da kutuplaşmaları önleyen sigortaları yok. Bizler elbette gelişebilecek çatışmaları yine sistemle açıklayacak, mücadelemizin hedefine gericiliği ve karşıdevrimi koyacağız. Ancak, “ bu durumu hiçbir biçimde dikkate almadan ‘çözüm’e gittiğini zannedenlerin hiç mi hatası yok? ” diye sorma hakkımız da olacak. Hele ki, geçtiğimiz günlerde KCK operasyonlarının DHKP-C versiyonu türünden operasyonlar devam ederken, siyasi gerçekleri açıklama ve sorumluyu hedef gösterme bağlamında gelişen bazı eylemleri kınamakla kalmayıp, AKP’den önlem almasını talep etmek, bu “önlem”in ne anlama geldiğini bizzat kendi deneyimleri ile bilen ve “Barış ve Demokrasi” ismiyle anılan bir partiye yakışmamıştır. Bu, aynı zamanda sürecin nasıl tehlikeli bir ittifak anlayışı üzerine bina edilmekte olduğunun da göstergesidir.
Öngörü ile karışık bir dost hatırlatması; bilindiği gibi kimlik eksenli paradigmanın temel önemdeki gerekçelerinden biri de kitleselleşmedir; halbuki bizler bu süreçten BDP’nin oy kaybederek çıkmasını hiç de zayıf bir olasılık olarak görmüyoruz.
MAHİR ÇAYAN’DAN VE MANİFESTO’DAN SON SÖZ YERİNE
Kapitalizmin emperyalizm aşamasıyla beraber ilerici niteliğini bütünüyle yitiren burjuvazi için mil liyetçiliğin de işlevi değişmiştir. Mahir Çayan bu durumu, “ burjuvazi ‘vatan, millet bayrağını’ geminin bordosundan aşağıya attı .” biçiminde ifade eder. Yine bu dönem için “ sermayenin vatanı yoktur ” sözü uluslar arası tekellerin çıkarlarının ortaklaşmasını tanımlar.
Bu dönemde milliyetçilik ırkçılığa daha çok yakınlaşmıştır.
Emperyalist paylaşım savaşları dahil çeşitli dönemlerde demagojik amaçlarla kullanılan milliyetçilik, şoven bir içerik kazanmış, özellikle de ezen ulus milliyetçiliği olarak karşımıza çıkmıştır.
Ezilen ulus milliyetçiliğinin, ezen ulus milliyetçiliği ile aynı kefeye konulamayacağından hareketle örneğin Kürt milliyetçiliği kimi çevrelerce hoşgörülebiliyor. Gerçekte ise bugün artık, ezen ulus milliyetçiliği ile aynı kefeye konmasa da milliyetçiliğin ezilen ulusa da bir yararı yoktur.
Milliyetçiliğin halklar arasında ayrım koyan niteliği yerine emekçilerin kardeşliğinin öne çıkarılması, proleter devrimin niteliği gereği de bir zorunluluktur. Marks, yaklaşık 165 yıl önce “h alklar arasındaki ulusal farklılıklar” için“ her geçen gün biraz daha yok oluyor.” demiş ve “ proletaryanın egemenliği ile daha çabuk yok olacağı” öngörüsünde bulunmuştu “İşçilerin vatanı yoktur. Onlardan sahip olmadıkları bir şeyi alamayız. Proletarya, her şeyden önce, siyasal gücü ele geçirmek, ulusun önder sınıfı durumuna gelmek, bizzat ulusu oluşturmak zorunda olduğuna göre, kendisi, bu ölçüde, ulusaldır, ama sözcüğün burjuva anlamında değil. Halklar arasındaki ulusal farklılıklar ve karşıtlıklar, burjuvazinin gelişmesi ile, ticaret özgürlüğü ile, dünya pazarı ile, üretim biçimindeki ve buna tekabül eden yaşam koşullarındaki tekdüzelik ile her geçen gün biraz daha yok oluyor. Proletaryanın egemenliği, bunları daha da çabuk yok edecektir. Eylem birliği, en azından önde gelen uygar ülkelerinki, proletaryanın kurtuluşunun ilk koşullarından biridir. Kişinin bir başkası tarafından sömürülmesine son verildiği ölçüde, bir ulusun bir başkası tarafından sömürülmesine de son verilmiş olacaktır. Ulus içindeki sınıflar arası karşıtlığın kalkması ölçüsünde bir ulusun bir başkasına düşmanlığı da son bulacaktır.” (Komünist Manifesto)
Sayı:40
DEVRİMCİ HAREKET