ABD SURİYE’DE REJİM DEĞİŞİKLİĞİ İÇİN YENİ HAMLELER YAPIYOR
Suriye “Arap Baharı”nın geleceğini belirleyecek önemli bir dönemeçtir. Suriye düşerse ABD’nin müttefikleriyle birlikte İran’ı kuşatmasının önü açılacaktır. Suriye direnirse, ablukayı kırarsa Ortadoğu’daki rüzgar tersine dönecektir. ABD’nin acelesi var. Suriye’de zaman rejimin lehine işliyor.
Suriye’ye dışarıdan müdahale için koşullar uygun değil. Muhalif denilen kesimlerin parçalı ve cılız görüntüsü dış müdahale için koşulların olgunlaştırılmasını geciktiriyor. Suriye Ordusu’nun Mart ayı içinde isyancıları ülkenin her yanında yenilgiye uğratarak sınır güvenliğini sağlaması, emperyalistlerin işlerini daha da zorlaştırdı. ABD, Suriye konusunda bugüne kadar daha çok Türkiye’yi öne sürdü. Türkiye üzerinden sonuç almaya çalıştı. Türkiye egemenleri ise uşaklıkta sınır tanımadığını göstermek için kendilerinden istenenin bile ötesine geçmekten çekinmedi. Muhalifleri tek bir çatı altında birleştirmeye çalışmaktan askeri eğitim kampları oluşturmaya; Suriye yönetimini tehdit etmekten savaş çığırtkanlığına kadar çeşitli girişimlerde bulundu. Türkiye’nin sert tutumu, uluslararası kamuoyunda itibar görmediği gibi çoğu zaman tepkiyle de karşılanıyor. Kısacası Türkiye, Suriye konusunda ağırlığı olan, sözü geçen bir aktör değil; rejimi yıkmaya çalışan bir taraf görünümünde. ABD yetkililerince bile tarzı eleştirilen, üslubu sert bulunan Türkiye Hükümeti’nin önümüzdeki süreçte rolü gözden geçirilecek gibi gözüküyor.
Türkiye’nin Suriye Ulusal Konseyi’nde Kürtleri dışlayan tutumunun zaten içeride pek tabanı bulunmayan muhalefetin gücünün daha da sınırlanmasına yol açtığı görüldü. Suriye rejiminin siyasi tutuklulara af, Kürt kimliğini tanıma, siyaset yapma gibi haklar tanıması Kürtler’i muhalefetten koparmıştı. Suriye’de muhalefetin ezilip rejimin cılız da olsa attığı demokratikleşme adımları rejimin elini güçlendiriyor. Suriye’de çatışmalara rağmen yüksek sayılabilecek bir katılımla sonuçlanan referandumun ardından 7 Mayıs tarihinde gerçekleştirilecek olan çok partili seçimler, hem yüksek katılım oranı hem de Baas’ın zaferiyle sonuçlanırsa muhalifler ve destekçileri için işler iyice zorlaşacak.
ABD Suriye’deki mevcut durumu ve önümüzdeki günlerde ortaya çıkacak tabloyu değerlendirdiğinde işlerin kötüye gittiğini görüyor. Türkiye, Katar ve S.Arabistan gibi ülkeler üzerinden dışardan yürütülen faaliyetlerle sonuç alınamayacağı anlaşıldı.
Suriye’deki iç dinamikler harekete geçirilemediği sürece rejimin yıkılmayacağını gören
ABD, süreci farklı bir kanaldan yürütmeye karar verdi. Türkiye’nin tüm çekincelerine rağmen Kürtler’in sürece katılması kararlaştırılmış gözüküyor.
ABD, SURİYE’DE REJİM DEĞİŞİKLİĞİ İÇİN KÜRT KARTINI AÇIYOR
Annan Planı devredeyken bile ABD’nin Suriye’de rejim değişikliği yönünde gösterdiği çabalar ve yaptığı hazırlıklar hızından birşey kaybetmiş değil. Başbakan Erdoğan: “Başka ülkelerin tavrı bizi enterese etmez. O ülkeler sınır ihlali konusunda ne tepki veriyorsa Türkiye de aynısını yapar… NATO’nun Türkiye’nin sınırlarını koruma görevi var. Beşinci maddeye göre… ” (Zaman Gazetesi– 12/04/2012) diyerek ağzındaki baklayı çıkarıyor ve Suriye’yi tehdit etmelerinin arkasında ne tür hesaplar olduğunu ortaya koyuyordu. Aynı gün NATO sözcüsü Carmen Romero: “NATO müttefiklerini koruma görevimizi çok ciddiye alıyoruz” (Sabah Gazetesi- 12/04/2012) açıklamasıyla Erdoğan’ın açıklamasının spontane olmadığını, bir plan dahilinde bilinçli bir ifade olduğunu göstermiş oldu. Bu plana göre; Türkiye, çeşitli tehdit, şantaj, iftira yöntemleriyle Suriye rejimini kışkırtıp tepki göstermesini sağladıktan sonra, saldırıya uğradık yaygarasıyla NATO’yu göreve çağıracağa benziyor. Ucuz bir yöntem! Ayrıca, dünyada Türkiye’nin 15-20 yıldır defalarca Irak sınırını geçerek çeşitli operasyonlar yaptığını bilmeyen yok. Türkiye, sınır ihlalleri konusunda en son konuşacak ülkelerin başında geliyor.
Suriye; İran’dan Irak’a, Lübnan’dan Filistin’e, Ürdün’den Körfez’e kadar tüm bölgeyi de içine alacak son derece karmaşık bir bölgesel denklemdir. Ortadoğu’da siyaset son derece kaygan bir zeminde yürütülüyor. Cepheler çok sık değişiyor. Irak Hükümeti’nin Suriye konusunda farklı tutum alması ABD ve işbirlikçilerini farklı arayışlara itti. Irak Başkan Yardımcısı Tarık El Haşimi, cinayetle suçlanmasının ardından Kuzey Irak’a kaçtı. Daha sonra Katar ve S.Arabistan’a geçti. Son olarak Türkiye’ye geldi. Irak Hükümeti, önümüzdeki dönem muhtemelen Haşimi üzerinden de sıkıştırılmaya, hizaya getirilmeye çalışılacaktır.
ABD bir yandan işbirlikçileri aracılığıyla Suriye rejimini baskı altında tutarken diğer yandan sürece ayak direyenleri ise muadilleri üzerinden terbiye etmeye çalışıyor. Irak Hükümeti’nin Suriye konusundaki tavırlarından rahatsız olan ABD, Barzani’yi ağırlayarak yeni bir süreç başlattı. Barzani, Katar ve Suudi Arabistan ziyaretlerinin ardından 5 Nisan’da ABD’ye geçerek önce Savunma Bakanı Leon Panetta ve Dışişleri Bakan yardımcısı Bill Burns’le görüşmeler yaptı. Ardından, Beyaz Saray’da Başkan Obama ve Başkan yardımcısı Biden ile başbaşa görüştü. Tam on yıl önce Başkan Bush’un ABD tarihinde ilk kez herhangi bir resmi ünvanı olmayan biriyle yani R.Tayyip Erdoğan ile başbaşa görüşmesinin ardından bu ikinci görüşmeydi. Barzani, ABD ziyareti dönüşü ilk kez Maliki’yi tehdit ederek diktatörlükle suçladı ve yaptığı çağrıya cevap vermezse tanımayacağını ilan etti. 12 Nisan’da Türkiye’ye gelen Barzani, Devlet Başkanı protokolüyle karşılandı. Dolmabahçe Sarayı’nda Başbakan Erdoğan,
Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu, MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve Barzani’nin katılımıyla bir görüşme yapıldı. Irak’a dönen Barzani 29 Nisan’da Erbil’de tüm muhaliflerin hatta Mukteda El Sadr’ın da katılımıyla bir toplantı organize etti ve Maliki’yi bir kez daha tehdit etti.
Suriye meselesinde bölge liderlerinin alacağı tutum ABD ile ilişkilerinde bir turnusol işlevi görecektir. ABD, Irak’ı Şii blokundan koparmanın yolunu Kürtleri, Türkmenleri ve Sünnileri birleştirip yönetime getirmek ya da mevcut hükümeti zayıflatıp geri adım atmasını sağlamaktan geçtiğini düşünüyor.
Türk hükümeti bugüne kadar Suriye Ulusal Konseyi’ne baskı yaparak Kürtlere özerklik verilmesini engellemişti. Muhalif denilen kesimlerin süreç içinde Suriye’de pek bir gücü olmadığı anlaşılınca küskün olan Kürtler tekrar hatırlandı. ABD, Suriyeli Kürtler’in muhalif saflarda savaştırılması için çeşitli hamleler ve hazırlıklar yapıyor. Barzani, Haziran ayında bu maksatla Erbil’de 71 Kürt partisi ve 109 sivil toplum kuruluşunun katılımı ile “Kürt Konferans”ı toplayacak.
ABD’nin Kürt kartını açmasının öncelikli amacının Suriye meselesi olduğu açıktır. Barzani ’nin ziyaretinin ardından bu kez 25 Nisan tarihinde BDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ve Gültan Kışanak ile BDP Van Milletvekili Nazmi Gür ve Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Başkanı Ahmet Türk’ten oluşan heyet ABD’ye bir ziyaret gerçekleştirdi.
Demirtaş, ziyarete dönük eleştirilere “Bütün partilere dünyayı gezmek helal de bize mi haram.” (Birgün Gazetesi- 25 Nisan 2012) biçiminde cevap verdi. Burjuva partilerinin ABD’yi ziyaret ederek çeşitli görüşmeler yapması sınıfsal konumları itibariyle anlaşılır bir durumdur. Ancak söz konusu Kürt hareketi olunca bu cevap sadece yanlış olmakla kalmayıp çeşitli kaygıların daha fazla büyümesine yol açıyor.
Turistik amaçlı bir dünya turuna çıkılmış olsa, sanırız çok sorun olmazdı, ancak bu ziyaret hiç de öyle görünmüyor. Demirtaş, basın mensuplarıyla sohbetinde
“Türk hükümetinin, açıkça Suriye’deki Kürtlerin, Esad rejiminden sonra Kürtlerin özerklik elde etmelerini engellemeye çalıştığını… Türkiye, Suriye Ulusal Konseyi’ne Kürtlere herhangi bir siyasi statü vaadinde bulunmaması konusunda açık telkinde bulunuyor” diyerek görüşmelerin daha çok Suriye’ye odaklandığını gösterdi. Heyetin Türkiye’ye dönüşü sonrasında BDP Eşbaşkanı Gültan Kışanak, ABD ziyaretini Radikal Gazetesi’nden Rifat Başaran’a değerlendirdi. Röportajın içeriği bu kanaatı daha da pekiştirmiştir. “Son 20 yıldır gazeteci ve politikacı kimliğim nedeniyle ABD ’lilerle görüşüyorum. Ama artık anladım ki ABDKürt sorununu çok iyi anlamış. Eskisi gibi ‘şiddet meselesi’ olarak değerlendirmiyorlar. PKK ’nın Kürt sorununun önemli bir parçası olduğunu, Kürt sorunu çözülecekse PKK ’nın da bununla birlikte çözülmesi gerektiğini söylüyorlar. ABD büyük fotoğrafın tamamını daha iyi görmeye başlamış.” Kışanak’ın “ ABD’nin Kürt sorununu çok iyi anladığını” söylemesi en hafif deyimle talihsizliktir. Düşmanı tanımamaktır. Bir değişiklik varsa bu kesinlikle ABD’de değildir. Eğer gazete çarpıtmamışsa röportajın devamında Kışanak, çok daha vahim ve kaygı verici ifadeler kullanıyor: “ Türkiye ’nin bu kadar yüksek profil ve sert söyleme dayalı politikası kaygı ile izleniyor. ‘ Türkiye rol oynasın ama bu olumlu bir rol olsun, sorunu büyütmekten çok katkı olsun’ beklentisi var. Suriye’de işin çok zor olduğunun farkındalar. Beklentiler muhalefetin biraz güçlenmesi yönünde. Kürt muhalefetinin dışlanmamasını ve sürece dahil edilmesini talep ettik. Katkı yapmak istediğimizi, rol üstlenebileceğimizi söyledik.”
Suriye ateş çemberinin içindeyken, emperyalist abluka ve baskı altındayken ABD yöneticilerine gidip “
Katkı yapmak istediğimizi, rol üstlenebileceğimizi söyledik.” demek çok tehlikeli bir yola girilmek üzere olunduğunu gösterir.
Emperyalistlerin Suriye’de çaktığı kıvılcım büyüdüğünde ilk yakacağı kesimlerin başında Kürtler’in olacağını görmek için kâhin olmak gerekmiyor.
Suriye’de rejim değişikliği gerçekleştiğinde Ortadoğu’da emperyalizm yararına pek çok denge değişecek. Suriye’nin yeni bir Irak olması; milyonlarca Suriyeli’nin görülmemiş acılar çekmesine yol açacaktır.
1 Nisan tarihinde İstanbul’da yapılan “Suriye’nin Dostları” toplantısını tüm sol yapılar gibi HDK (Halkların Demokratik Kongresi) de protesto etmiş; toplantıyı emperyalizmin oyuncağı olarak tanımlamıştı. ABD’de yürütülen görüşmelerden HDK bileşenlerinin ne kadar haberdar olduğunu ya da benimsediğini bilmiyoruz ancak Suriye’ye planlanan emperyalist müdahaleye/işgale karşı çıkmak, bu oyunun bozulmasında aktif rol almak anti-emperyalist duruşa sahip her yapının sorumluluğudur. Bu ziyaret çerçevesinde kafalarda biriken soru işaretlerinin yanıtlanması, kaygıların giderilmesinde önemli bir adım olacaktır.
Çatı Partisi tartışmaları döneminde birlik, cephe gibi konuların aceleye getirilmemesi gerektiğini belirtmiş; çeşitli kaygı ve eleştirilerimizi ifade etmiştik. Yazı kapsamını zorlayacağı için bu konulara çok fazla girmeyeceğiz ancak zaman içinde yeni gelişmelerle birlikte bu durumu ayrıca değerlendirmek gerekebilir.
Kürt Ulusal Hareketi’nin emperyalizmin bölgeyi yeniden dizayn etme projesine rıza göstereceğine, böyle bir oyuna destek vereceğine inanmıyoruz. Emperyalizmin ve işbirlikçilerinin geleceğe dönük attığı çeşitli adımların çok tehlikeli sonuçları olacağını ve bu konuda son derece dikkatli davranılması gerektiğini düşünüyoruz.
EMPERYALİST SATRANÇTA PİYON OLARAK GÖRÜLEN TÜRKİYE YEM OLMAKTAN KURTULAMAZ
Erdoğan’ın böbürlenerek sıkça BOP’un ‘eşbaşkanı’ olduğunu dile getirmesi, ezilen halklara karşı suç işlemeyi baştan kabul ettiği anlamına gelmektedir. Yıllar önce hükümetin ABD’nin Ortadoğu Büyükelçiliği gibi çalıştığını söylemiştik. ABD açısından Türkiye’nin Müslüman ülke ve AKP’nin İslamcı bir hükümet imajıyla cilalanarak sunulması, yani; Truva atı olarak kullanılması, bugüne kadar sonuç almakta fayda sağladı. ABD’nin katliamcı yüzünün teşhir olduğu ve dünya halklarının haklı nefretini kazandığı koşullarda, Türkiye üzerinden Ortadoğu ve Afrika’da girilen ilişkiler “Arap Baharı”nın hazırlanmasında yardımcı bir faktör olmuştur.
ABD, işbirlikçilerinin sırtını ne kadar sıvazlarsa, bu, o kadar çok pis iş yaptıracağı anlamına gelir. 2010 yılında ilki yapılan nükleer güvenlik zirvesinin ikincisi 25 Mart tarihinde Güney Kore’nin başkenti Seul’de gerçekleştirildi. Toplantının belki de tek özelliği ABD’de yaklaşan başkanlık seçimi öncesi Obama’ya çevreci, nükleere mesafeli lider imajı sağlamaktı. Toplantı sonrası akılda kalan kare; kameralara sırtını dönmüş bir şekilde tercümana bile gerek duymadan başbaşa yapılan Obama-Erdoğan ‘görüşmesi’ olmuştur. O fotoğraf karesi Türkiye’de burjuva medya tarafından ince bir işçilikle ele alınmış ve methiyeler düzülmüştü. Ancak Obama Türkçe bilmiyorsa ikilinin nasıl anlaşabildiği ve samimi pozlar verdiği belki de pek çok kişinin aklına takılan soru işareti olarak kaldı.
Zirvede Obama’nın Erdoğan’ı, Suriye meselesi ve İran ile nükleer müzakereler için bir ulak olarak görevlendirdiği basına yansıdı. Gerçekten de zirve sonrası Erdoğan doğrudan İran’a geçti. Erdoğan, bir dizi diplomatik skandal yaşamasının ardından, 6 maddeden oluşan Obama’nın taleplerini yetkililere iletti ancak “Suriye’nin Dostları” toplantısına eli boş döndü. Kofi Annan’ın BM ve Arap Birliği adına görevlendirilmesinin ardından boşa düşen toplantıda, temenniden öteye gidilmedi; daha çok bekle gör duruşu sergilendi.
Annan’ın Suriye’de ateşkes için verdiği tarihin hemen öncesinde bu kez Çin’e gönderilen Erdoğan, çeşitli görüşmeler yaptı. Ziyaretin başlangıç yerinin Şincan olması iç kamuoyunda Uygur için oluşacak tepkileri nötralize etme amaçlıydı. Görüşmelerde yine Obama’nın Suriye ve İran’a dönük mesajlarının iletildiği basına yansıdı. Uygur meselesinde yok yere ortalığı ayağa kaldıran Türkiye’nin dış politikasındaki omurgasızlık bir kez daha tescillendi. Stratejik Ortaklık (uşaklık) konusunda vitesi büyüten Erdoğan; ABD’nin ardından bu kez Çin’i Stratejik Ortak ilan etti.
Türkiye’nin dış politikasından söz açılmışken ‘Komşularla Sıfır Sorun’ söyleminin asıl amacının emperyalizmin truva atı rolünü oynamak olduğu bugün daha net görülmektedir. Komşularla hiçbir sorunun çözülemediği gibi, bölgede emperyalizmin kâhyalığını yapmak, sorunların kangrenleşmesine yol açmıştır. Irak ile Tarık El Haşimi üzerinden yaşanan gerilim, ortak kabine toplantısı günlerinin artık çok geride kaldığını gösteriyor. Milli maçla başlatılan Ermenistan Açılımı’ndan eser kalmadığı gibi Azerbaycan da Türkiye’ye tavır aldı. Güney Kıbrıs’ın yakında AB dönem başkanı olmasına doğalgaz arama krizi de eklendi. Rusya ve İran ile Füze Kalkanı ve Suriye üzerinden yaşanan gerilmeler sonucu hükümet dış politikayı çıkmaz sokağa sokmuş oldu. İran Parlamentosu Savunma ve Dışişleri Komisyonu Başkanı Brujerdi, “T ürkiye’yi Amerikan işbirlikçisi olarak nitelendiriyor, Suriye’nin iç işlerine müdahale etmekle suçluyor ve bunun dostluk ve komşuluk ilişkilerine yakışmadığını ” (Akşam Gazetesi- 03 Nisan 2012) ifade ediyor. Bu düzeyde bir gerilim iki ülke arasındaki ilişkilerde bir ilktir ve yaşanan sıkıntının boyutlarını göstermesi açısından önemlidir.
Türkiye’nin Suriye ile ilişkileri kopma noktasını çoktan aşarak adeta savaş eşiğine gelmiştir. Ortak kabine toplantıları, vizelerin kaldırılması sırasında sarfedilen “Kardeşim Esad” söylemi, “Katil Esad”a dönüşmüştür. Başbakan Erdoğan’ın “Bizim değerlerimizde savunmasız bir insana saldıramazsınız, vuramazsınız.” ( Zaman Gazetesi – 12/04/2012) biçiminde Suriye rejimini sıkıştırmak, iç kamuoyunu yedeklemek için kullandığı dil, sahnelenen oyuna komedi tadı vermektedir. Yıllar önce eski ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz, Türkiye ziyareti sırasında yaptığı açıklamada şöyle diyordu: “
Biz Irak’a müdahale konusunda tereddüt ediyorduk. Tayyip Erdoğan bize cesaret vermiştir. ” (Evrensel Gazetesi- 25/11/2009) Suriye konusundaki iki yüzlülüğü daha iyi anlamak için sözü yine Erdoğan’ın kendisine verelim:”Irak’ta savaşan ABD’li kahraman bay ve bayan askerlere, en az zayiatla ülkelerine mümkün olan en kısa zamanda dönmeleri arzusuyla dua ediyoruz.”(The Wall Street Journal- 31 Mart 2003) İşte size hükümetin Ortadoğu halklarına sahip çıkmaktan neyi kastettiğinin göstergesi.
Uluslararası hukuku dahi hiçe sayarak Suriye’yi iç mesele olarak görmek/göstermek emperyalizmin maşası olmayı kabullenmek anlamına gelir ki bu da ileride bölgede başka müdahalelere ihtiyaç duyulduğunda emsal teşkil edecektir. Seul’de Obama-Erdoğan görüşmesinin ardından Türkiye’nin Şam büyükelçiliğini kapatması ve bir tampon bölge önermesi hükümetin aldığı direktifleri aksatmadan uyguladığını gösteriyor. Suriye’de isyancıların şehirlerden çıkarılıp Türkiye’ye kaçtığı bir dönemde ABD ile Konya’da Anadolu şahini tatbikatı başlatılması ve aynı gün CIA başkanı David Petraus’un Erdoğan ve MİT başkanıyla görüşmesi işlerin iyi gitmediğinin göstergesi olmuştur. ABD’den son dönemde sık sık üst düzey yetkililerin ziyaretleri artık Türkiye’nin politikasını doğrudan yönlendirdiklerini gösteriyor. En son Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın “Birleşmiş Milletler Kararı olmaksızın, İran’dan petrol almaya devam edeceğiz .” açıklamasından bir gün sonra ABD’nin Türkiye Büyükelçisi Ricciardone’nin “Türkiye kararını versin, İran’dan petrol almayı durdursun” demesinin ardından işler değişti. Ertesi gün Taner Yıldız “İran’dan aldığımız petrolü Libya’dan alma çalışmalarını başlattık” açıklamasıyla, hükümetin alınan hiçbir kararda etkisinin olmadığını teyid etmiş oldu.
AKP, çıkarları birbiriyle örtüşen egemen kesimlerin üzerinde uzlaştığı bir partidir. Ortadoğu zemininin kayganlığını bilen Türkiye egemenleri arasında, Suriye’ye müdahale konusunda zaman zaman çeşitli kaygılar, çekinceler ortaya çıkıyor. Suriye gibi çok bilinmeyenli bir denklemle karşılaşıldığında AKP’nin arkasındaki kesimlerin bu sorundan etkilenme biçimleri de farklılaşıyor. İran, Çin ve Rusya gibi aktörlerle askeri, siyasi ya da ekonomik anlamda karşı karşıya gelmek çeşitli sıkıntıları beraberinde getiriyor. Türkiye’nin enerji alanında İran ve Rusya’ya bağımlılığının yanında, bu ülkelerle ticaretinin de sıfırlanması hayatı durma noktasına getirir. Böyle bir olasılığın gerçekleşmesinin ne gibi sonuçlar doğuracağını kestirmek zor olmasa gerek. Ortadoğu’da bir mezhep çatışmasının içine dâhil olmak kadar ABD ve AB adına Müslüman bir ülkeyle savaşmak ve asker cenazelerinin gelme ihtimali de AKP’nin tabanındaki bir kesimin tepkisine yol açıyor. Irak’ta olduğu gibi işgal sonrasında Kürt sorununun daha da büyüme ihtimali gibi soru işaretleri Türkiye egemenlerinin tavır alışlarında farklılaşmalara yol açıyor.
Türkiye egemenleri arasında Suriye konusunda ortaya çıkan çelişmeler sonucu gelişmelere ayak direme, rölantiye alma biçimindeki yaklaşımlar karşısında ABD çeşitli araçlarla sürece müdahalelerde bulunuyor. En son MİT-Yargı krizi biçiminde dışa vuran gerilim AKP ile Gülen cemaati arasında çatışma olduğu biçiminde yorumlanmıştı. Bu müdahaleleri ABD’nin Fetullah vb. yollarla ayak direyen kesimleri hizaya getirme, yeni sürece adapte etme adımları olarak görmek gerekir. Kısa bir duraksama yaşanmış olsa da ABD sonraki süreçte istediğini almış; egemenleri uşaklık paydasında perçinlemeyi bilmiştir.
Sayı 36
(Mayıs – Temmuz 2012)