Ortadoğu halklarını sürekli olarak bir gerginlik, tehdit ve savaş hali ile muhatap eden ABD, 1990-91’de Irak’a yaptığı saldırıda 200 bin kişinin ölümüne yol açmış, 10 yılı aşan ambargo ve sık sık başvurulan bombalamalarla da 500 bine yakın çocuk, kadın ve yaşlının ilaçsızlık ve gıdasızlıktan ölümüne sebep olmuşken; bugün yine bombalamanın, yakmanın, yıkmanın ve katletmenin hesaplarını yapmakta, bunun için suç ortağı aramaktadır.
İşbirliğini uşaklığa çeviren ülkemiz egemenleri, İMF aracılığı ile dayatılan tahribatı halka fatura etmiş, etkisi giderek daha fazla hissedilecek şekilde halkların geleceğine kastetmiş ve AB demokrasisi aldatmacaları ile tam bir esaret dayatmışken; bununla yetinmemekte, Irak halkına karşı işlenecek suça ortak olmanın hesaplarını yapmaktadır.
Bu koşullar altında siyasal bir krizle karşı karşıya kalan ve seçim kararı alan egemenler, muhtemel tüm meclis kombinezonlarında İMF programının kesintisiz olarak uygulanacağı sözünü/garantisini verirken ve ne AB ne de Irak yolunda verilmiş komutların dışına çıkmazken; partiler arasındaki didişmeler, burjuva siyaset sahnesinin tüm kirlerini açığa vurmaktadır.
Burjuva partileri halkın nezdinde teşhir olmuşken, ekonomik ve siyasal alanda bir çözümsüzlük hali yaşanıyorken, halkın aklına da yüreğine de farklı alternatiflerin tohumlarını düşürmek mümkün olabilirdi; ne var ki bu, doğru ve yeterli bir örgütlülüğü zorunlu kılmaktadır. Devrimciler buna hazır olduğu koşullarda, burjuva normların tamamen dışında kendine ait tarz ve ölçeklerle hareket etmeli ve bütünüyle farklı bir çalışma çizgisi izlemelidir. Bu farklılık, aynı zamanda bir netliği ve açıklığı yansıtır.
Türkiye’de kimliksizlik, değer erozyonu ve boşluk yaygın bir hal almışken; yaşanan değişim dikkatle incelenmeli, kimin nerede durduğuna, sadece dünkü hali itibariyle değil, bugünkü yaptıkları ile bakılmalıdır.
Bir bakıyorsunuz, Türkiye’nin belki de en sağcı insanı olan Derviş, YTP’yi sağcı diye beğenmiyor ve “solda birlik” arayışına giriyor. Daha da vahimi bu arayışta, Derviş’i DİSK ve TÜRK-İŞ genel başkanlarının yalnız bırakmamış olmasıdır. İşte, at izinin it izine karıştığı böyle bir atmosferde demek ki “sol” deyince, “sendika” deyince, bunları hemen bildik karşılıkları ile algılamamak gerekiyor.
Sendikalarda örgütlü olan emekçi kesimi, sendika yöneticileri üzerinden etkilemeye/yönlendirmeye çalışmak, hakim sınıfların sıkça başvurdukları bir yöntemdir. 28 Şubat sürecinde “sivil kesim” adı altında darbeye payandalık edilmesi de aynı yöntemin bir başka biçimidir. Geçen seçimlerde DSP’den milletvekili olan Rıdvan Budak örneğinin de ilk olmadığı bilinmektedir. 12 Eylül döneminde darbe hükümeti olarak şekillendirilen yapıda Halil Tunç‘a Çalışma Bakanlığı yaptırılması, meselenin tek başına oy avcılığı olmadığını, işçi-emekçi kesimleri itibar ettikleri şahıslar üzerinden vurmanın ve böylece tepkiyi yumuşatmanın amaçlandığını gösteriyor.
Bugün Derviş üzeriden solculuk yapılmaya çalışılması, kavramların zorlanarak, sosyal-liberal vb. tanımlamalarla, yapılmakta olana gizem ve önem kazandırılmaya çalışılması, Türkiye’de tüm kombinezonları zorlayarak bir IMF partisinin yaratılması gayretinden başka bir şey değildir. Mevcut hükümet, gecesini gündüzüne katıp IMF’nin direktiflerini yerine getirmeye çalışmış ise de bu, emperyalistlere yetmemiş, kimi gecikmeler veya nüanslar bile tahammül sınırlarını zorlamıştır. Derviş’i bir sömürge valisi gibi gönderip, kamuflaja ihtiyaç duymayacak denli açık davranmaya başlayan emperyalist çevrelerin dizginsiz saldırganlığı ve doymak bilmeyen talepleri, sınıfsal duruşlarına denk bir tutumdur. Ancak, işçiden-emekçiden, halktan yana olduğunu söyleyip, emperyalizmin dolaysız bakanını kendine rehber edinmek, bırakalım solculuğu; tutarlılık, samimiyet gibi insan olmanın akla gelen ilk ölçütleriyle bile bağdaşmamaktadır.
Düşünün bir kez, dün işçi sınıfı ile beraber yürüyüp, “Al paketini başına çal” diyerek Kemal Derviş’i protesto eden bir şahıs; bugün Kemal Derviş ile beraber o paketi uygulamak için halktan oy isteyecek… Ne kadar oy alır bilemiyoruz; ama, halk nezdinde bu onursuzluğun faturası mutlaka olacaktır.
“EMEK, BARIŞ VE DEMOKRASİ BLOĞU” SİSTEM KARŞITLIĞINDAN UZAK KAYGI VE ARGÜMANLAR EŞLİĞİNDE OLUŞTU
Sistemin devamı için memur edilmiş sözcülerin, dün “sağ-sol kalmadı” demesi, sınıfsızlıktan söz etmesi; seçim döneminde ise, ihtiyaca göre sağı bile sol olarak göstermesi, kendi sınıfsal duruşu ile uyuşan tutarsızlıklarının bir yansımasıdır. Onlar için bu, ilk veya yeni değildir.
Devrimcilere gelince; sistem karşıtlığı temel bir ayrımsa, bunun net tanımlarla ifade edilmesi ve aynı netlikte yaşanması, bu ayrımın somutlanmasıdır. Biz, 18 Nisan 1999 seçimleri ile ilgili yaptığımız değerlendirmede “Alternatif bir duruş sergilemek isteyenlerin, burjuva siyaset kulvarında yer alan modellere benzememek için çokça nedeni var. Bu benzemezlik, kullanılan üsluptan yönteme ve verilen mesajlara kadar her açıdan somutluk kazanmalıdır.(…)Amaç 3-5 oy fazla almak olunca veya ‘seçim kazanmak’ için çalışma yapılınca izlenecek tarzla,halkı kazanmak gerektiğinde izlenecek tarz aynı değildir. CHP’lileşerek de oy arttırmak mümkün, ama o oylarla bu ülkede ‘sol dalga’ yaratmak mümkün değil .” demiştik.
Yıllar sonra, büyük iddialarla gündeme gelen Blok’un, ne yazık ki yukarıdaki ölçeklerden hemen hiç öğrenmediğini, hatta yoğun didişme, ucuz hesaplar ve öznellik sebebiyle çıtanın daha da düşmüş olduğunu gördük. Uzun süre, çok ilkeli ve seviyeli bir oluşum olarak yansıtılan ittifak çalışmaları için, sürecin sonunda, SDP’li Veysi Sarısözen’in kullandığı “Hayatımın sonuna kadar böyle bir şeye bir daha girmek istemem” ifadesi, çok şey anlatmaktadır.
Burjuva siyaset sahnesinde rastlanan ve “liste savaşları”nda doruğa ulaşan pespayelikler, ahlaki erozyonun küreselleştiğinin göstergesidir. Norm ve ölçek yitimi olarak da tanımlanabilecek bu iklimden, “sol”, “sosyalist” söylemli parti ve çevrelerde yer yer etkilenmelerin olduğu bilinmektedir. Ve halk kesimlerinde asıl kafa karıştırıcı ve yaralayıcı etki vu zeminden gelmektedir. Örneğin Baykal, Derviş, Bayram Meral ve Yaşar Nuri Öztürk’ün el ele aynı kürsüden kitlelere seslenmesi etik ve politik aynılaşma olarak görülüp geçilebilir. Ne var ki, Blok’ta yaşanan ve bir çeşit “liste savaşı” olarak yansıyan gelişmeler, öyle kolay geçilecek cinsten değil: “ÖDP, HADEP’ten seçilebilecek yerlerden 11 adaylık istedi. Yapılan görüşmede HADEP bu isteği kabul etmeyince, ÖDP bu kez istediğini 14’e çıkardı. ÖDP ile görüşmelerin devam ettiği sırada bu kez SHP 21 aday isteğini 33’e çıkardığını bildirdi. Bu durum karşısında kendisine ‘milletvekilliği kalmayan’ HADEP, bu isteklerin kabul edilemez olduğunu bildirrdi.” (Evrensel, 12 Eylül 2002)
Yukarıdaki alıntıda da görüldüğü gibi, söz konusu olan, küçük hesaplara dayalı ilkesiz bir ittifaktı. İttifaklar, sınıflar arası bir katılımdır ve aynı siyasal duruş ve ideolojik argümanlara sahip olmak, bir zorunluluk değildir. Ne var ki, Saadet Partisi’ne kadar uzanmak, Karayalçın gibi halka karşı sabıkalı bir kişinin kaprislerine alet olmak, ittifakın kapsayıcılık niteliğinin ilkesizliğe doğru zorlanması anlamına gelmektedir.
PARLAMENTO, DEVRİMCİLERİN HEDEFLEDİĞİ ALTERNATİF TOPLUMUN SİYASAL KURUMLARINDAN BİRİ DEĞİLDİR
Burjuvazinin bütün kesimlerinin temsilcisi olabilecek bir siyasi erkin yaratılmasının aracı olarak parlamento, rekabetçi kapitalizm dönemiyle ortaya çıkan bir olgudur. Bütün toplumun değil ama tüm burjuva katmanların ortak iradesi olarak parlamento, oldukça işlevseldi. Diğer yönden temsil olayının, devletin -ve parlamentonun- sınıfsal niteliğini gizleyici bir yönü de vardı. Ayrıca, burjuvazinin diğer sınıflar üzerinde tahakkümünü kolaylaştıran bir niteliğe sahipti.
Temsili parlamenter yapı, genel oy ile bütünleştiğinde ise, işleyiş biraz farklılaştı. Burjuvazi, kendi taleplerini, toplumun tümünün talepleri gibi sunmak zorunda kaldı. Bu zorunluluk, kapitalizmin tekelci aşamaya ulaşmasıyla birlikte, burjuvazinin parlamentodan önemli oranda kopuşunun da nedenini oluşturdu. Burjuva demokrasisinin önemli kurumlarından olan parlamento, giderek daha fazla burjuvazi tarafından işlevsiz hale getirilmeye başlandı.
Parlamento, asıl siyasal güç odaklarını gizleme araçlarından biri haline geldi.
Aslında dünyanın her yerinde, ama özellikle yeni sömürge ülkelerde; halkın seçiminde rol aldığı parlamentonun ülkeyi ciddi olarak ilgilendiren konularda gerçek söz sahibi olmadığını, çünkü iktidarın parlamentoda olmadığını gösterir gelişmeler örtük olmaktan çıkmış ve çıplak bir hal almıştır.
Nils Castro’nun Panama için söyledikleri çarpıcıdır:
‘Halk bir şey için oy veriyor ve bu amacın tam tersini elde ediyor. Bir hükümete oy veriyor, bir parlamento seçiyor, ama ekonomik gelişme politikası Washington’da ve New York’ta, Latin Amerika Cumhuriyetleri’nin kuruluşuna yabancı ve çeşitli ülkelerin ulus ve halk çıkarlarına aykırı ölçütlere göre belirleniyor. (…) Görülen, gerçek bir demokratikleşme süreci değil, çok büyük bir ‘Porto Rico’laşma’ sürecidir ve kimse böyle bir süreç için oy vermedi.
Arjantin seçimlerinden iki gün önce başkan George Bush’un yaptığı açıklama bu duruma en açık örnektir: ABD’nin seçilmiş adayın zaferini tanıyacağını bildirdi, ama bu adayın kim olursa olsun, ek yapısal ayarlamalar yapması gerekeceği uyarısında bulundu.’ (Latin Amerika Solu Kendini Sorguluyor, aktaran, M.Harnecker, s:59-60)
Günümüzde parlamento, özellikle yeni sömürge ülkelerde, egemen sınıfların, açık zora dayalı olarak egemenlik sürdürme tercihinin kamufle edilmesi amacına hizmet etmektedir. Ancak, ülkemizde, genel oya dayalı seçimler sonrasında oluşan parlamento, egemen sınıflar arasındaki çelişmelerin doğrudan yansıdığı bir platform oluşturuyor. Geniş kitlelerle yakın ilişkileri ve diyalogları olan burjuva katmanları, parlamentoda ekonomik güçlerinden çok daha büyük bir siyasal güç ile temsil edilebiliyor. Bu noktada parlamento, gerçekte sahip olmadığı bir güce sahipmiş gibi görünebiliyor.
Günümüzde, parlamento çevresinde yaşanan gelişmeler ve zoraki girilen seçim sürecini, bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor.
Parlamento, devrimcilerin hedeflediği alternatif toplumun siyasal kurumlarından biri değildir. Ancak, sürecin demokratik devrim niteliği taşıması ve öz olarak da bir bütün halinde toplumun demokratikleştirilmesini hedef alması, farklı sınıf ve katmanların böyle bir toplum modeline katkılarını sağlama zorunluluğu, parlamento tarzı bir temsil kurumunu başlangıçta kaçınılmaz kılıyor. Fakat, gerçek demokratik işleyişin tabana ve yerel yönetimlere yayılması, toplumdaki alternatif demokratik yapılanmaların yetkinleşmesi sonucu parlamento, bugünkü işlevi ve görünümünden çok farklı özellikler taşıyacaktır. Sosyalist toplumun inşası sürecinde parlamento, giderek ortadan kalkacaktır.
Gerçek demokrasi; temsili değil doğrudan demokrasidir. Diğer bir ifadeyle sovyet/konsey demokrasisidir. Böyle bir sistemde belli aralıklarla halkın karşısına onları yönetmeye aday olarak çıkan profesyonel politikacılar yoktur. Aslında bugün anlaşıldığı biçimiyle seçim de yoktur; veya ‘her gün seçim vardır’ da diyebiliriz. Seçilen temsilcilerin her an geri çağrılabilir olmasına dayanan denetim ve şeffaflığın yanında seçimlerin sovyet kaynaklı olması demokrasiye dolayımsız bir yan kazandıracaktır. “ (E mperyalizme ve Faşizme Karşı DEVRİMCİ HAREKET, 1999 s:11)
Yaptığımız bu değerlendirmeye ek olarak, dünya ve ülke gündemine yönelik hazırladığımız soru ve yanıtlara aşağıda yer veriyoruz. Sürecin kavranması açısından yararlı olacağına inanıyoruz.
Soru: Emperyalizmin, tüm içsel/yapısal problemlere rağmen karşılaşılan krizleri atlatmayı başardığı, önünü açtığı ve bunun giderek kalıcılaştığı biçiminde bir değerlendirmeye son dönemlerde daha sık rastlar olduk. Aynı zamanda, sistem karşısında bir özgüven yitimi anlamına gelen bu duruşun sistemin değişmezliği fikrini üstü örtük biçimde yansıttığı ve bunun çeşitli tonlarına solda giderek daha sık rastlandığı görülüyor.
Sistem gerçekten kendini yenileyerek yoluna devam mı ediyor; yoksa, sanıldığının aksine, taşıdığı çelişmeler daha yıkıcı krizlerle dışa vurarak yaklaşan tehlikeyi mi işaret ediyor? Bu durumu, gerek sistemin kendisi gerekse, ona entegre olan sol açısından değerlendirir misiniz?
Yanıt: Emperyalizm çağı ile birlikte, kapitalizmin devresel bunalımının süreklilik kazandığı; sürekli bunalımın zaman zaman derinleşerek krizlere neden olduğu bilinen bir olgudur.
Rekabetçi kapitalizm döneminde, genellikle üretim araçlarının yenilenmesi ile aşılan devresel bunalımlar, emperyalizm çağında daha güçlükle aşılabilmektedir. Savaşlarla pazar alanlarının genişletilmesi, meta niteliği olmayan -pazarda serbestçe alınıp satılmayan- ürünlerin (silah gibi) üretiminin yaygınlaştırılması, sömürge ülkeler üzerindeki emperyalist sömürünün arttırılması, ülke içinde artı-değer sömürüsünün arttırılması gibi önlemlerle krizler geçiştirilebilmektedir.
Dünyanın pazar olarak paylaşımının tamamlandığı, kıtaların derinlemesine sömürüye açıldığı günümüz koşullarında krizlerin pazarı genişleterek aşılması mümkün olmamaktadır. Hızla artan silahlanma ve sık sık çıkartılan bölgesel savaşlar krizleri ertelemenin bir aracı olarak ortaya çıkıyor.
Krizleri ertelemenin, kapitalist ekonomi üzerindeki yıkıcı etkilerini azaltmanın en önemli araçlarından biri de iç ve dış sömürünün arttırılmasıdır. Sömürge ülke halkları üzerinde daha yoğun bir sömürü ve talanın yanında emperyalist-kapitalist ülkelerde emekçilerin sömürüsünün giderek arttırılması, devletlerin sosyal harcamalarının kısılması, vergi oranlarının azaltılarak şirketlerdeki vergi giderlerinin düşürülmesi gibi yöntemlerle krizler ertelenmeye çalışılmaktadır. Ancak, ertelenen krizler, her defasında, daha şiddetli olarak ortaya çıkmaktadır.
Burada, dikkat edilmesi gereken nokta, sürekli ertelenen bu krizlerin günün birinde ertelenemez hale gelerek emperyalist-kapitalist sistemi kendiliğinden bir çöküşe götürüp götüremeyeceğidir. İyi bilinmelidir ki emperyalist-kapitalist sistem kendiliğinden bu krizlere yenik düşerek yıkılmayacaktır. Sömürge ülke halkları ve tüm emekçiler daha yoğun sömürü ve talana dur demek için mücadele etmedikleri sürece, emperyalizm krizlerinin faturasını emekçilere ve yoksul halklara yükleyerek varlığını sürdürecektir.
Bu noktada sol açısından önemli olan; sistem ile uzlaşılarak sömürünün azaltılamayacağı, ya da ortadan kaldırılamayacağıdır. Emekçiler, sistem ile uzlaştıkları oranda, emperyalist-kapitalist sistemin krizlerinin tüm yükünü kendileri çekeceklerdir.
Soru: Ülkemizde Kasım ve Şubat aylarında veya 1980, 1994, vb. dönemlerde yaşanan krizlerin nedenlerini doğru anlamak açısından, kapitalist ekonomide kriz olgusunu ayrıntılandırarak açabilir misiniz?
Yanıt: Dış etkenlere tamamen kapalı kapitalist ekonomilerde bile, dönemsel olarak (5-8 yıl aralıklarla) bunalımlar yaşanmaktadır. Canlanma ve durgunluk dönemlerinin periyodik olarak birbirini izlediği bu çevrim, marksist iktisatçılar tarafından çok iyi incelenmiştir. Burjuva iktisatçılarca “aşırı üretim” buhranı olarak adlandırılan bu çevrim, plansız kapitalist üretim mekanizmasının ve kapitalist sömürünün bir sonucudur. Çevrimin canlanma döneminde üretilen ürünler kontrolsüz bir biçimde pazara sürülür. Pazardaki tüm ürünü tüketebilecek kadar bir ücret işçiye hiçbir zaman ödenmez. Sömürülen artı-değer genellikle birikime ya da diğer üretken olmayan alanlara yatırılır. Sonuçta üretilen mallar pazarda yeteri kadar tüketilemez (eksik tüketim); ekonomide bir durgunluk başlar. Küçük işletmeler kapanır, işsizlik artar, pazar iyice daralır ve durgunluk bunalıma dönüşür. Bunalım dönemlerinden kapitalistler küçük işletmeleri tasfiye ederek -giderek tekelleşerek- ve üretim araçlarını yenileyerek çıkarlar. Bu çevrim, kapitalist ekonominin doğal sonucudur. Ancak günümüzde emperyalist sömürü ve emperyalist ülkelerle girilen çok yönlü ilişkiler nedeniyle sorun daha karmaşıktır. Yeni sömürge ülkelerde ortaya çıkan krizler kapitalist ekonominin devresel bunalımlarından çok, çarpık yapısından (hammadde, finansman, alt yapı yetersizlikleri, tekelci nitelik, pazar darlığı gibi sorunlar) ve emperyalist sömürüden kaynaklanır.
Diğer yandan emperyalizm ile girilen ilişkiler nedeniyle emperyalist ülkeler kendi coğrafyalarında yaşanan krizleri, kolaylıkla yeni sömürge ülkelere aktarabilirler. Emperyalist ülkelerdeki krizler daha kolaylıkla, az zararla geçiştirilirken, sömürge ülkeler tam anlamı ile yağmalanarak çöküşe sürüklenir. Süreçte çöken, emperyalizm değil ama emperyalizme bağımlı ülkelerdir.
Ülkemizde yaşanan 1980, 1994, vb. krizleri de bu çerçevede değerlendirmek gerekir. 1980’de yaşanan kriz, var olan sorunların yanında emperyalizmin farklı bir sanayileşme modeli dayatmasıyla derinleşen bir krizdir. Aynı şekilde yakın zamanda yaşanan Kasım ve Şubat krizleri de, sürekli var olan krizin emperyalizmin -özellikle ABD- ülkenin tüm maddi değerlerine, tüm demokratik kazanımların yok edilmesi amacına yönelik olarak yapay şekilde derinleştirilmesidir.
Soru: Son olarak basına yansıyan bir habere göre, ABD hükümeti Boeing, Walt Disney ve Microsoft gibi şirketleri, Dünya Ticaret Örgütü kurallarına aykırı olarak desteklemiş; bunun üzerine AB’nin DTÖ’ye yaptığı başvuru sebebiyle ABD’nin dört milyar dolarlık ceza alması gündeme gelmiştir. Birincisi, emperyalist-kapitalist ülkeler DTÖ çerçevesindeki bu yasakları hangi amaçla koyarlar? İkincisi, kendilerinin koydukları bu yasaklara neden kendileri uymazlar?
Yanıt: DTÖ ve NAFTA gibi örgütlenmelerin amacı, emperyalist tekellerin ürettiği tüm mal ve hizmetlerin tek bir pazar olarak düşünülen dünyada özgürce, hiçbir kısıtlamaya tabi olmadan, hiçbir rakip ile karşılaşmadan pazarlanmasını sağlamaktır. DTÖ’nün tüm ilkeleri, emperyalist tekellerin sınırsız egemenliğini hedefler. Uluslar arası tekeller için kendi aralarında uzlaşma genellikle tercih edilen bir yöntemdir. Ancak yeni sömürge ülkelerdeki herhangi bir ticari kuruluşun (kamu veya özel) yerel siyasi yapılarca desteklenmesi, subvanse edilmesi kesinlikle kabul edilemez. Çok katı cezai yaptırımlar uygulanır.
ABD-AB-Japonya gibi emperyalist ülkeler sıklıkla kendi şirketlerini, tarım kesimindeki üreticilerini korumak için subvansiyonlar uygularlar. Bu herhangi bir şikayet konusu olmaz. Ancak diğer emperyalist ülkelerdeki geniş işçi ve emekçi kesimlerinin zararına olan uygulamalar, bu kesimlerin mücadeleleri ile kamuoyunun gündemine taşınabilirse, kaçınılmaz olarak bu tür başvurular yapılmaktadır.
Soru: Bilindiği gibi ABD’nin altıncı büyük şirketi, enerji devi Enron skandallar eşliğinde iflas etti. Aynı şekilde Worldcom’un durumu ve çeşitli sektörlerde rastlanan çöküş, dikkatleri ABD’ye çekti. Bu gelişmeler tekil olaylar veya bir tesadüf olarak mı açıklanmalı yoksa sistemin bütününe dair bir çöküş eğilimi olarak mı algılanmalıdır?
Yanıt: Bugün tekellerin yaşadığı en büyük handikap, büyüyen sabit sermayeye oranla değişken sermayenin büyümemesi ve kar oranlarının düşmesidir. Bir ürün en ucuz nerede üretilebilirse oraya yönelen, serbest bölgeler oluşturan ve ileri teknolojiler kullanarak maliyeti düşüren emperyalist tekeller; eksik tüketim krizi ile karşı karşıya kalmakta, işsizlik veya boğaz tokluğuna çalışmak sonuçta, tüketim grafiğindeki düşme sebebiyle sermayedarı da vurmaktadır. Eksik tüketim sonucu oluşan krize kapitalist ekonomi içinde çözüm bulabilme şansına sahip olmayan tekeller, çeşitli hile ve usulsüzlüklere yönelmiş durumdadır. Bu nedenle, emperyalist tekeller kendi topraklarında bile yasalara uyma konusunda istekli değildir. Vergi kaçırma, kara para aklama, borsa hileleri, rüşvet, seçim entrikaları, ticaret hileleri, zehirli atıklarla doğal ve tarihi zenginliklerin yok edilmesi gibi yasal olmayan işlere bulaşmayan tekel kalmamış gibi. Bunlar arasında günümüzde en saldırgan olup uç noktada hareket edenler, petrol ve silah tekelleridir.
Yapılan yolsuzlukların bazılarının açığa çıkarılması ve şirketlerin batması, tekeller arasındaki iç çekişmenin bir sonucudur. Sistem dışından güçlü bir müdahale olmadıkça, bu tür işlerin daha fazla açığa çıkarak sistemi tehdit eder boyuta varacağı düşünülmemelidir. Yapılan yolsuzluklar, münferit şeyler değildir; ama, bunların açığa çıkarılması münferit şeyler olarak görülmelidir. Enron, bunlardan sadece biridir.
Soru: Euro’nun TL değerinin birkaç günlüğüne doları geçmesi; Avrupa emperyalizminin ABD emperyalizmi karşısındaki üstünlüğü gibi değerlendirmelere sebep oldu. Birincisi yabancı paraların TL karşısındaki durumuna bakarak bu tür sonuçlar çıkarmak doğru mudur? İkincisi Euro ile doların değerini tayin eden faktörler genel anlamda da olsa nedir?
Ancak, sistemli ve uzun süreli uzun düşüşlerin de yapısal nedenlerden kaynaklandığı unutulmamalıdır.
Piyasa kuralları dışında euro ve dolar kurunun belirlenmesinde yerel merkez bankalarının da sınırlı araçları vardır. Faiz oranlarını belirli ölçüler içinde azaltarak ya da çoğaltarak kur üzerinde bir baskılanma yaratılabilir.
Soru: AB üyeliğinin iktisadi açıdan Türkiye’ye olumlu olarak yansıyacağına dair bir kanaat var. Bunun neden olamayacağına dair bir değerlendirme yapar mısınız?
Yanıt: Kimi kesimlerce; yabancı sermayenin, küresel yayılma ve pazar ihtiyacının bir devamı olarak Türkiye’ye gelmesinin bir kurtuluş olarak görüldüğü bilinmektedir. Hatta, söz konusu sermaye çevreleri; ülke ekonomisini düze çıkaran, fabrika kuran, işçi çalıştıran ve sendikal-sosyal hakları gözeten bir yatırım gücü olarak da gösterilmektedir. Gerçekte ise, küresel saldırıyı dizginsiz boyutlarda sürdüren emperyalist tekeller, bir ülkeyi önce IMF, DB, DTÖ gibi araçlarla tüm dikenlerle arındırdıktan, yani kolunu-kanadını kırdıktan sonra girmekte ve sömürünün en vahşi biçimini gerçekleştirmektedir. Örneğin Cargill adlı tarım tekeli Türkiye’de yatırım yapacak diye, şeker pancarı üreticisine verilen devlet desteği kesildi ve kota konularak üretim alanı daraltıldı. Aynı şey Phillip Morris söz konusu olduğunda tütünde yapıldı. Veya maden yasası çıkarılarak Rio Tinto’nun bu alanın tek hakimi olmasının önü açıldı.
Aynı şekilde, HSBC ve Citibank gibi dünyanın en büyük mali tekellerinin Türkiye’de banka avına çıkması ile Bankalar Yasası arasında bağ kurmamak için perspektif özürlü olmak gerekiyor. Bu tekellerin, hedef seçtiği ülkelerde kuralları baştan sona değiştirdiği; iş güvenliğine, kıdem tazminatına dair yasaları, grev yasasını, vb. değiştirttiği bilinmektedir. Türkiye’den önce Güney Kore’de, Arjantin’de, Brezilya’da yaşananlar bunun ön kanıtlarıdır.
Sonuçta diyebiliriz ki, AB üyeliğinin ekonomik açıdan Türkiye’ye olumlu yansıyacağına dair düşünce bütünüyle yanlıştır. Bilinmelidir ki AB üyeliği gerçekleşse bile -ki çok zor görünüyor- söz konusu olan, serbest dolaşımı da içeren tam bir üyelik olmayacaktır. Türkiye, sekiz milyonu aşan işsizi ile her zaman ucuz işgücü kaynağı olmaya devam edecektir. En çok da bu nedenle gelecek yabancı yatırımcılar sınırlı alanlarda ileri teknoloji ile az sayıda işçiyle büyük bir üretim potansiyeli yakalayıp ürünlerini çok ucuza ihraç edecekler. Tıkanan ve çöken ekonomide bir canlanma hiçbir zaman yaşanmayacaktır.
Tam üyelik öncesi ekonomik uyum için AB’den, İspanya örneğinde olduğu gibi, güçlü bir maddi destek istenmedi. Şu noktadan sonra böyle bir yardım da söz konusu değil.
Özellikle tarım kesiminde, AB’de ileri tarım teknolojilerinin kullanıldığı ülkelerin köylüleri bile AB sürecinden hoşnut değil. Bu birleşmeye karşı en güçlü muhalefet köylülük kesiminden gelecektir. Çok geri bir üretim teknolojisi kullanan ülkemiz tarımının AB rekabetine dayanması olanaksızdır. Tarım kesiminde ve ona bağlı üretim yapılan diğer sektörlerde büyük bir çöküşün yaşanması kaçınılmaz olacaktır.
Soru: AB’nin hiçbir yararının olmadığını söyleyebilir miyiz?
Yanıt: Aslında soruna halklara verdiği toplam zarar açısından yani bütünlüklü bakılabilirse; gerçekten hiçbir yararının olmadığı görülecektir. Ve bunu görebilmek, bizce başlı başına bir önem taşımaktadır. İnanıyoruz ki, önümüzdeki dönem sol, emperyalizme ve dolayısıyla AB’ye ne denli karşı durabildiği ile ölçülecektir.
Baştan aşağı Avrupalılaşma olarak algılatılmak istenen şey, baştan aşağı emperyalizmin ihtiyacına göre biçimlenmek olduğu için sonuçları, tarifi güç tahribatlara, yoksulluk ve açlığa sebep olacaktır. Böyle bir sınıfsal afetin içerisine yedirilmiş tatlı zehirler için “iyi, güzel” demek için emperyalizmden bihaber olmak gerekiyor.
Halklara karşı teşkilatlanan projelere, olumlu gibi görünen kimi uygulamalar eşliğinde gündeme getirerek görüntüyü kurtarmak, sıkça başvurulan bir yöntemdir. Hatırlanacağı gibi 1991’de Terörle Mücadele Yasası, şartlı tahliye ile beraber gündeme getirilmiş ve gerçek niteliğinin anlaşılması geciktirilmiştir. Bugün gündemde olan 1475 sayılı İş Kanunundaki değişikliklerin bir ara İş Güvencesi Yasa Tasarısı eşliğinde sunulmaya çalışılmış olması da aynı zihniyetin ürünüdür. İşte AB’de “iyi”lik arayanlar oradaki iyiliği bu çerçevede değerlendirmelidir.
Soru: Özellikle idamın kaldırılması sonrasında, HADEP’lilerin, AB Uyum Yasalarının kabulünü kutlamak üzere Ankara’da çiçek dağıttıklarını öğrendik. Meseleye salt idam açısından bile bakıldığında, yeni yasanın daha iyi olduğu söylenebilir mi?
Yanıt: Türkiye’de idamın 1984 yılından beri uygulanmadığı ve egemenlerce de ifade edildiği gibi fiilen kaldırılmış olduğu, mevcut konjonktürde Apo’nun da idam edilmeyeceği biliniyordu. Buna göre, idam cezası alanlar, uzun bir süre sonra da olsa dışarı çıkabilme şansına sahipti. Türkiye’de 10-15 veya 20 yıl içinde dışarı çıkan pek çok idam mahkumunun olduğu bilinmektedir. Yeni yasa ise, bu olasılığın önünü kesiyor ve yasa koyucularının da ifade ettiği gibi Rudolf Hess örneği dikkate alınarak hapishanede ölünceye kadar tutmak amaçlanıyor. Bu bağlamda, yeni yasanın kazanım sayılan hiçbir yanı yok.
Soru: Devrimci yenilenme ihtiyacı, hemen tüm yapıların gündemine girmişken, bunun ön açıcı bir yenilenmeden çok, kaygı uyandırıcı bir değişim veya belirsizlik hali olarak yansıması düşündürücüdür. Yenilenmenin doğru bir rotada gerçekleşmesi için dikkat edilmesi gereken temel hususlar nedir?
Yanıt: Devrimciler, çeşitlenerek boyutlanan bozucu faktörlerin etkisine girmeden, dünyadaki gelişmeleri izleyebilmenin ve yereli de geneli de değerlendirebilmenin yöntemini geliştirmelidir.
Çözümsüzlük halinin, yenilgi ortamlarının veya tıkanmaların sebep olduğu ruh hali ile devrimciliğe sırt çevirme halinin birbirini çağrıştırma ihtimali; devrimci birikimi sahiplenme refleksinin güçlü olmasını zorunlu kılıyor.
Bir olgunun karşıtını üretmek ile onu aşmak aynı şeyler değildir. Bugün marksistlerin olguları açıklamada sorun yaşıyor olması, marksizmin artık yaşamı açıklama özelliğini kaybetmiş, eskimiş ve geçersizleşmiş bir öğreti olmasından değil; aksine, bu niteliğini gerek yöntemsel gerekse deneyim/birikim açısından koruduğu halde, günümüz marksistlerince bu öğretinin güne/an’a taşınamıyor veya eksik/yanlış taşınıyor olmasındandır. Diğer bir ifadeyle, bugün devrimciler, teorik ve pratik tüm öğretici süreçlere rağmen, kimi olguları halen feodal ölçeklerle açıklama yoluna gidiyor; olguları açıklamada diğer toplum kesimlerinden çok daha kapsamlı projelerle sahnedeki yerlerini alamıyorsa; bunun kabahati marksizmde değil günümüz marksistlerindedir.
Kısa yoldan sonuca varma, küçük başarılarla yetinme, sabırsızlık gibi toplumda yoğun biçimde rastlanan niteliklere devrimciler içinde de rastlanmaktadır. Bir tıp öğrencisinin, “ben o kocaman kitapları okuyamam, ama doktor olmak istiyorum” demesi gibi, bir devrimcinin sayıları ve kalınlıkları fazla diye marksist klasikleri okuma konusunda kaytarması, böyle bir çabayı gereksiz görmesi, onu örnekteki tıp öğrencisinin durumuyla aynılaştırır. Onun da ne kendine ne de bir başkasına yararı olur. Ancak bu örneğimizden hareketle mesele, salt bir “okuma-araştırma” meselesi olarak görülmemeli; sık sık vurguladığımız gibi siyasal pratiğin ihtiyaçları ile doğrudan ilinti içinde yürütülmelidir. Bilinmelidir ki yenilenme, siyasal pratikten uzak, akademik-entelektüel bir çaba olarak görüldüğünde, yarardan çok zararı olacaktır.
Bugün solda, örgütsel varlığını koruyup devam ettirmek anlamında olduğu kadar; politik üretkenlik, öngörü ve yol göstericilik anlamında da bir sıkıntı yaşanmaktadır. Bu nedenle, çözüm geliştirme işi sorun tanımlama işiyle beraber yürümelidir. Örneğin, yaşanan tutuklamalar zinciri sonrasında bu tutuklamaların politik duruştaki sakatlıktan mı yoksa teknik bazı önlemlerde ihmalden mi kaynaklandığını saptamak ve önlemleri ona göre geliştirmek, çözüm arayışının bir sapma veya çarpılma ile sonuçlanmasını önleyecektir. Bu bağlamda solun bugün sesli olarak dillendirdiği yenilenme arayışından başarı ile çıkması, bu arayışı doğru yöntem ve araçlarla yürütmesine bağlıdır. Aksi takdirde dün bir yanlışı yadsıyarak yola çıkan ve sonradan devrimciliğin bütününü yadsıyan çevrelerde görüldüğü gibi, yenilenmenin bir çeşit nitelik değişimi ile sonuçlanma ihtimali de vardır.
Soru: Başkaldırı fikri, etik bir boyut içerir mi? Bu bağlamda, mücadeleye sırt çevirmek, etik anlamda da bir çözülmenin işareti değil midir?
Hemen tüm değerleri çiğnenerek yokluğa ve teslimiyete mahkum edilen kitlelerin bu mahkumiyeti kabullenmesi, boyun eğmesi istenmekte, aksi takdirde aba altından sopa gösterilmektedir. Buna karşı durmak, başlı başına bir onurdur; çiğnenerek yok edilmek istenen özsaygının canlı tutulmasıdır. Bunu bilen, yaşayan ve kazanımlarıyla tanışan insanların, özellikle de bedel ödeme sonrasında kavgaya sırt çevirmesi de, sıradan insanın yeterli bilinci almaya fırsat bulamadan sistemin ideolojik ve kültürel araçlarının etkisine girmesi de bir çeşit çözülmedir.
Kastettiğimiz ahlak ne “ahlaksızlık yapmayın” diyen ilkokul öğretmenin ceberrut tutumudur, ne de cami müezzininin her gün verdiği ahlak dersidir. Burada anlatmak istediğimiz onur, ahlak, vb. değerler, soyut bir tanım değil; yaşamın hemen tüm kesitlerini doğrudan ilgilendiren bir davranış normları toplamıdır. Bunların yaşama içerilmesi bir tat ve kalite sebebi olurken; yitirilmesi ve hiç kazanılamaması bir yoksunluk ve sonuçta mutsuzluk sebebidir.
Soru: Yunanistan’da 1975 yılında kurulan ve bugüne dek hakkında bilgi toplamakta güçlük çekilen 17 Kasım örgütü için, genel boyutlarda da olsa, bir tanımlama yapmak gerekirse, neler söylenebilir? Neler biliyoruz 17 Kasım hakkında; veya neler bilmiyoruz? Bu örgütün provokatör-teşeron bir örgüt olduğu, CIA’ya dek uzanan hesapların içinde kurulduğu ve işçi-emekçi davası ile hiçbir ilgisi olmadığı iddia edilmektedir. Bu iddialar gerçeği yansıtmakta mıdır?
Yanıt: 17 Kasım örgütü, kuruluşundan bugüne dek, kendisi hakkında fikir yürütmeyi kolaylaştıracak bir ideolojik çerçeveyi hiçbir zaman açıklamadı. Bu konuda yazılı hiçbir belge, ele geçmedi. Sadece eylemler sonrasında yapılan kısa açıklamalarla yetinildi. 17 Kasım’ın eylem çizgisi incelendiğinde, tutarlı anti-emperyalist bir çizgi de gözlenemiyor. Bazı ABD hedeflerine yönelik yapılan eylemler de nitelik belirleyici eylemler değildir. Anti-emperyalist temelden çok, ulusal temelde bir tavır alış söz konusu. Örgütün kuruluş tarihi de Albaylar Cuntası’nın çöküşünden sonraya rastgeliyor. Cunta döneminde pek çok devrimci ve demokratın faşist zulme karşı direndiği günlerde böyle bir örgütlenme yoktu; buna gerek duymamışlardı. Böyle bir örgütlenmenin ABD karşıtlığı, Kıbrıs ve Ege gibi sorunlarda yeterince desteklenmedikleri kaygısının bir sonucu olabilir. Ama tutarlı anti-emperyalist bir çizgiden kaynaklanmadığı açıktır.
Örgüt ile ilgili olarak şu ana kadar hala ciddi bulgulara ulaşılabilmiş değil. Pek çok bilgi tıkanıyor. Bu da ciddi bir polis bağlantısını düşündürüyor. Ama daha başlangıcından itibaren CIA denetimli bir örgüt olduğunu söylemek, aşırı zorlama olur.
Soru: Paşabahçe direnişi müthiş bir direniş olarak yansıtıldı veya kimileri böyle algılamak istedi. Gerçekte ise, gerek içsel gerekse dışsal dinamikler açısından pek çok zayıf noktası olan bir direnişti. Üstelik bu, sermaye çevreleri tarafından da bilinmekteydi. Sözünü ettiğimiz yönlendirmelerin dışına çıkarak objektif bir gözle bakmak gerekirse Paşabahçe direnişi için neler söylenebilir?
Yanıt: Olguları doğru okumak, Paşabahçe’nin de benzeri süreçlerin de daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Sendikaların durumundan ülkede sınıflar mücadelesinin seyrine kadar pek çok faktörün sonuç üzerinde etkili olduğu bu tür olaylarda, direniş halinde görünmek yetmiyor.
Örneğin Ankara’da düzenlenen yüzbinlik mitingler için de aynı ölçekler geçerlidir. Söz konusu mitingin, var olan birikimi boşaltma, umut ve hayal kırıklığı ile bitme olasılığı gibi, kendine (örgütlü güce) güveni perçinleyen, hakların koparılarak alınacağı gerçeğinin altını dost ve düşman için bir kez daha çizen bir karakterde gelişip sonuçlanma ihtimali de vardır. Bu iki olasılığın, yanıltıcı çabalarla iç içe sokulması ve sapla samanın karışması da mümkündür.
Paşabahçe grevine dışarıdan -uzaktan- bakıldığında her şey yolunda gibi görünüyordu. Geçmişte çeşitli başarılara imza atmış, benzer saldırıları püskürtmüş olan Paşabahçe işçileri, bölge halkından aldığı tam destekle ve sendikanın kararlı tutumu ile sonuca gidecekti!…
Gerçekler acaba öyle miydi?
Bu tür direnişlerde aynı sektörün diğer birimlerinden gelecek destekler tayin edici nitelikte dinamiklerdir. Bunun yanında farklı kurum ve kuruluşlardan gelecek desteklerin niteliği kadar karşılanma biçimi de önemlidir. Paşabahçe daha önce yapılan direnişte sektörün diğer fabrikalarından farklı olarak sıfır zamla anlaşma yapmış olması, “eylem kırıcı” olarak nitelenmesine sebep olmuş ve bu nedenle son direnişte çok ihtiyaç duyduğu desteği sektörün diğer işçilerinden alamamıştır. Sendikanın başından beri kendine güvensiz ve uzlaşmaya yatkın tutumu gelen destekleri, fabrikanın bir hayli ilerisinde kurduğu sembolik kabul masasında karşılaması biçiminde de dışa vurmuş; bu durum, işvereni olduğu gibi giderek tutumunu sertleştiren ve Paşabahçe’nin yalnızlaştırılmasında rol oynayan polisi de cesaretlendirmiştir.
Paşabahçe direnişini her şeye rağmen anlamlı buluyoruz. Ne var ki Paşabahçe’de yaşanan direnişin ehven-i şer yorumuyla yetinmemek ve doğru dersler çıkarmak; “koparıp alma” kültürünün oluşumuna katkı koyacak türden bir çabadır. Değerlendirmemiz bu çerçevede ele alınmalıdır.
Soru: Yukarıdaki giriş yazısında seçim olgusuna yeterince değindiniz. Ancak biz yine de sorma ihtiyacı duyuyoruz; bu seçim sürecinde sağ parti ve şahıslarda da kendini sol olarak gösterme eğilimi gözlendi. Bunun ardındaki gerçeklik nedir?
Yanıt: Türkiye’de halk, parlamentodan umudunu kesmiş de olsa, her seçim döneminde yaratılan illüzyon ve sahte yarış ortamında, mevcut burjuva partileri içinden birini tercih etmeye zorlanır. 3 Kasım seçiminin diğerlerinden farkı, göstermelik de olsa IMF’e karşı çıkma şansının bu kez tanınmamış olması ve başından beri, kim gelirse gelsin, Derviş şahsında somutlanan IMF programını uygulayacağına dair bir genel eğilimin belirlenmiş olmasıdır.
IMF, Derviş’i Türkiye’ye gönderdiğinden beri daha açık davranmakta; partileri, kendi programına koşacağı bir at olarak gördüğünü gizlememektedir.
Sermayenin vatanı, dini, imanı olmadığı gibi, hedefe varmak için başvurmayacağı yöntem de yoktur. Dünya ölçeğinde iyice teşhir olan IMF ve programlarının Türkiye’de de kriz üretmiş halinin sahiplenilmesi kolay olmayacağı için, bu tepkiyi yumuşatabilecek kişi ve kurumlara bir yönelimin yaşandığı görüldü. Sol görünme çabası ve sendika konfederasyon başkanları ile yaşanan flört, böyle bir niyetin ürünüdür.
Soru: Gerçi bildiri metninde, oy kullanmayacağınızı söylüyorsunuz. Ama, çevremizde kimi insanların, oy kullanmamayı bir çeşit kayıp gibi gördüğüne tanık oluyoruz. Bu nedenle, seçim sürecindeki duruşunuzu biraz daha açar mısınız?
Yanıt: Devrimciler seçimlere katılsa da katılmasa da yapacağı çalışmanın ana eksenleri; var olan sistemi teşhir etmek ve bunun karşısında kendi çözüm önerilerini/alternatifini sunmaktır. Bu çalışmalarda var olan örgütlülüğünü geliştirmek ve kalıcı ilişkiler oluşturmak, en önemli kazanımlardan biridir.
Devrimciler, yaşamın diğer alanlarında olduğu gibi seçim çalışmalarında da sistemin siyasal özneleri ile aralarında nitelik farkı olduğunu, hiçbir konuda benzemediklerini göstermeli; diğer bir ifadeyle, ayrımını net koymalıdır. Alışkanlıklarla veya kulaklara dolan burjuva siyaset figürlerinin etkisinde kalarak yapılacak oy ve umut avcılığı, yarardan çok zarar getirir.
Bilimsel bir tarzdan ve bütünlüklü bir yaklaşımdan uzak olarak yapılan ve AB değerlendirmesinden demokrasiye, seçim vb. olgulara kadar pek çok yerde rastlanan “hiç yoktan iyidir”, “ufak-tefek yararları olur” tutumu, bir perspektif yoksunluğudur ve uzun vadeli projeleri olanları değil iradesiz ve edilgen olanları anlatmaktadır.
Devrimciler, parıltılı şeylerle değil gerçeklerle uğraşır ve tüm çalışmalarını devrim hedefi ile ilişkilendirir. Seçime katılsalar da öz olarak bu değişmez. Kimi ülke pratiklerinde rastlanan seçime katılım veya boykot örneklerini ülkemizin bugününe doğrudan taşımak da sağlıklı bir yöntem değildir. Devrimciler, içinden geçmekte oldukları tarihsel kesiti, diğer tüm kesimlerden daha iyi değerlendirebilme yöntemine sahiptir. Bu yöntem hiçbir zaman ezberi veya şablonu önermez.
Oy kullanmadığında bir eksiklik hissetmek, oyunun boşa gittiğini düşünmek, ruhsal olarak sistem dışına çıkamamanın ve alternatif duruşu içselleştirmemiş olmanın dışa vurumudur. Aksine devrimciler; “seçim, halkın gündemi değildir” diyerek dikkatleri gerçek sorunlara çekmeli ve “onay mekanizması”na araç olmamanın onurunu taşımalıdır.
Soru: Blok ile ilgili değerlendirmenizi biliyoruz; ne var ki HADEP’in, EMEP’ten ve SDP’den farklı olarak; AB’ye, emperyalizme ve diğer düzen partilerine bakışta tamamen düzen içi bir söylem kullandığı bilinmektedir. Bu bağlamda ve bloktan bağımsız olarak soruyoruz; HADEP, bir düzen partisi sayılır mı?
Yanıt: Düzen dışında olan bir yapının düzene dönüşü, bir gece ansızın olmaz; bu, belirli bir süreç içinde gerçekleşir. HADEP’in bu konuda oldukça büyük mesafeler aldığını, özellikle de sisteme kendini kabul ettirme gayretleri sebebiyle de elde avuçta olanı hızla tükettiğini söyleyebiliriz. Sözünü ettiğimiz süreç hala tam olarak tamamlanmamış ise de büyük oranda düzeniçileştiğini, yani bir düzen partisi haline geldiğini söylemek mümkündür.
Bu tür sorunlara duygusal ölçeklerle değil, gerçekçi gözlerle bakmak gerekiyor. Düzene karşı durmak yerine biat etmeyi seçenler, geçmişte kimlikleri ne olursa olsun, bugün artık düzeniçileşmiş demektir. Yaranmanın belki de en kötü biçimi düzene yaranmaktır. Bir parti eğer kendini sisteme kabul ettirmek için canını dişine takarak çaba harcıyor, hemen her yolu deniyorsa; sistem onu kabul etmemeye devam etse de o artık düzen partisidir. Hatta böyle bir parti, icazet alma kaygısıyla, düzenin normal gördüğü kimi fiillerden bile kaçınabilir.
HADEP’in durumu yukarıdaki tanıma uymaktadır. Son yıllarda 1 Eylül’de, Dünya Barış Gününü, verilen izin çerçevesinde kılı kırk yararak ve tanımı belirsiz bir barış motifiyle yetinerek kutlayan HADEP, bu yıl süreci daha da geri bir çizgide karşılamaya karar verdi. Adana’daki 1 Eylül etkinliklerinden çekildiğini açıklayan HADEP’in, basına yansıyan gerekçeleri oldukça düşündürücü: “bir temsilci ile yürütmede bulunan HADEP’in de önerileri alınarak yazılan bildiri metninde ‘Kahrolsun ABD’, ‘Emperyalistler barışı değil savaşı temsil ediyorlar’, ‘Türkiye Irak saldırısına ortak olmamalıdır.’ Ve ‘başta ABD olmak üzere saldırgan haydutlar Ortadoğu’yu terketmelidirler’ söylemlerinin altına HADEP’in imza atamayacağı belirtildi. HADEP Adana İl Başkanı Fatih Osman Şanlı, bildirinin bir örneğini genel merkeze gönderdiğini ve genel merkezin de bu süreçte sert üsluplara ve düşmanlaştırıcı açıklamalara yer vermek istemediğini söylediğini bildirdi. Bu anlamda başından beri 1 Eylül’e temsili bir katılım düşünen HADEP Adana’da kurumların ortak yapacağı tüm etkinliklerden çekilmiş oldu.
Aslında bu durum şaşırtmamalıdır. ABD’nin Irak’a yönelik saldırısını “demokratikleşmeye yol açacağı ” gerekçesiyle
destekleyen, AİHM Savunmaları’nda ” Milliyetçilik çağından kalma ve daha çok yerel gericiliğe hizmet eden soyut bir anti-Avrupa emperyalizmi anlayış ve eylemliliğini gerçekçi ve ilerici bulmamaktayım” diyen birini kendine kılavuz edinen HADEP’in nereden geldiğine değil, nereye vardığına bakmak gerekiyor.
Bakın 20 Ağustos’taki Özgür Politika’nın Başyazısında neler söyleniyor: “Örneğin ‘solu birleştirmek’ sloganı ile harekete geçen Derviş, Cem‘in Yeni Türkiye’si, Baykal‘ı n CHP’si, günlerdir ittifak arayışındalar.Elbette çabaları yerinde ve önemlidir . Ancak ne hikmetse 38 belediye başkanlığı bulunan, Kürt illerinde tartışmasız tek parti olan… HADEP’i dışta tutuyorlar. … CHP, YTP, HADEP, SHP ile ÖDP, EMEP gibi partilerden oluşacak bir demokrasi bloku Türkiye’nin temel yapısal sorunlarını içeren bir ittifak-koolisyon programı ile sosyal demokratları kolayca iktidara taşıyabilecektir. Bunun için henüz zaman var. Lakin ne yazık ki, bunu gerçekleştirecek stratejik bir liderlik yok. Derviş buna soyundu ama henüz elde ettiği bir kazanım görülmemektedir.”
Görüldüğü gibi CHP ve YTP ile demokrasi bloğu oluşturuyor. Ancak bilinmek durumundadır ki, IMF partileri ile birlikte olunduğunda, kendine benzetme koşulu yoktur. Olsa olsa, onlara benzemek söz konusu olacaktır.
Soru: Peki salt AB’yi savunması sebebiyle bir partiye, düzen partisi denilebilir mi?
Yanıt: Aslında, ancak bir devrimle mümkün olan bir değişimi önce isteyip, sonra vazgeçen ve bu değişimin AB gibi emperyalist bir oluşum tarafından gerçekleşeceğini iddia ederek, buna göre konumlanan yapı veya kişileri, düzen içi değil, düzen dışı olarak görmek yadırganmalı. Bu olgu, İsmail Cem ile Derviş’in veya Ecevit’in yaptığı solculuk tartışmalarına benziyor. Düzenin en sağ ve çürümüş kesimi sayılan bu unsurların solculuğu ne denli ciddiyse, AB’yi savunanların düzen dışılığı da o denli ciddidir. Kendini perspektif bozucu rüzgarın etkisinden koruyabilmiş her insanın rahatlıkla görebileceği bu gerçekliği ıskalamamak, emperyalizmin ideolojik aygıtlarının tam kapasite çalıştığı günümüzde büyük önem taşıyor.
Dikkat çekilmesi gereken bir diğer nokta; sistem, karşıtlarını yutarken, önce kişiliksizleştirir sonra da kendine benzeterek yutar. Bu, kişiler için de partiler için de geçerlidir.
Soru: HADEP’in blok oluştuktan bir süre sonra DEHAP programı adı altında yayınlanan ve içinde, emperyalizm, IMF vb.’ne karşıtlık bulunan programa imza attığı görüldü. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yanıt: HADEP için bu bildik bir tutumdur. Pragmatizm bir yöntem haline geldiğinde bu tür çelişkilere daha çok rastlanır. Aynı HADEP’in taraftarlarının günlük yaşamda ABD’nin Irak’a saldırısı dahil, bildik duruşu savunmaya devam ettiğini biliyoruz.
Aslında emperyalizmden medet ummak yeni bir olgu değildir. Örneğin İsmail Beşikçi’nin “kukla olsun yeter ki bir Kürt devleti olsun” dediğini ve bunu gürültülü bir şekilde savunduğunu biliyoruz. Ne var ki, bu eğilim artık bir yöntem haline gelmiş, gelişimini tamamlamış ve yukarıdaki örneklerde gördüğümüz gibi HADEP’i belirler hale gelmiştir.
Soru: Bu arada, 1991’deki saldırının açtığı yaraları hala saramamış olan Irak halkına yönelik yeni bir saldırı olasılığı gündemde. Son sorum bununla ilintili. ABD’nin Irak’a yönelik senaryoları ile ilgili son durumu ve muhtemel gelişmeleri, Türkiye boyutunu da dikkate alarak değerlendirir misiniz?
ABD’nin gerçekleştirmeyi planladığı Irak operasyonundan beklentilerinin boyutu her geçen gün daha da netleşiyor. ABD’nin gerçek amacının Irak ve Saddam’la sınırlı olmadığı, Ortadoğu petrolleri üzerinde tam ve kesin bir hakimiyet kurmak istediği anlaşılıyor. Dünyadaki petrol rezervlerinin sanılandan daha fazla olması; en azından 21. yüzyıl ortalarına kadar petrol yerine ikame edilebilecek başka bir enerji kaynağının bulunmaması nedeniyle petrol daha da önem kazanıyor.
Uzun dönemde ABD karşısında önemli bir güç odağı olabilecek Hindistan ve Çin’in en önemli enerji kaynağı olan Ortadoğu petrolleri üzerinde tam ve kesin hakimiyet ABD’nin stratejik hedefi niteliğindedir. Ancak, ABD’nin bu kapsamda bir operasyona AB ve Rusya dahil hiçbir ülkeden şimdilik destek yok. Sadece Irak ve Saddam ile sınırlı bir operasyona ise kısmi boyutlarda bir destek bulunabilir. ABD için, Irak ile başlayan “sınırlı” operasyonu tırmandırma amaçlı planlar hazır sayılır. Bunun temel aracı da Kuzey Irak olacak gibi görünüyor.
ABD, planladığı türden kapsamlı bir değişimi sadece kendi gücüne dayalı olarak gerçekleştiremez. Burada, en fazla ihtiyaç duyacağı güç Türkiye ve İsrail olacaktır. İsrail, her türlü desteğe hazır. Türkiye ise, istemeyerek bile olsa, bu operasyonun içinde olacak gibi görünüyor. Kuzey Irak’taki parlamentonun bağımsızlık yönünde atacağı en küçük bir adım
Türkiye’nin operasyonu başlatmasına ya da operasyon başlamış ise katılmasına neden olacaktır. Bu noktada, Türkiye ABD ile karşı karşıya gelmeyeceğine göre, savaşa kendi isteği dışında değil; isteyerek, koşullarını belirleyerek katılmayı tercih edebilir. Bu da ABD’ye Ortadoğu’da istediklerini yapması için çok büyük bir destek sağlar.