ABD’deki seçimi bu denli önemli hale getiren şey, ne Obama’nın kendi kişisel yetenekleri, ne de Amerika’daki demokratların artık yıpranmış olan Bush nedeniyle başarılı bir seçim kampanyası yaşamış olmasıdır. Aslında Amerika’daki bu seçimi hem Amerika açısından, hem de dünya genelinde bu kadar önemli kılan şey, küreselleşmenin giderek tıkanması ve 2008’le beraber kapitalist ekonomilerin neredeyse dibe vurmasından kaynaklanıyordu. Çünkü 2008’de Amerikan ekonomisi dibe vurmuş, krizin Amerikan ekonomisini çöküşe götürebileceği gerçeği ortaya çıkmıştı. Ayrıca Irak dahil birçok yerde ard arda yaşanan askeri başarısızlıklar, Afganistan, Irak ve bir biçimde İsrail aracılığıyla sürdürülen Ortadoğu’daki başarısızlıklar da bu duruma eklenince krizin şiddeti gittikçe artmıştır. (Gazze ya da Lübnan’daki savaşları ABD’nin Ortadoğu politikalarından bağımsız düşünmek mümkün değil.) Burada karşılaşılan sorunlar artık ABD’nin askeri gücünün de tartışıldığını, önemli bir yaptırım gücü olmadığını; yani ekonomik, siyasal, askeri ve ideolojik düzeyde her şeyin tepetaklak olduğu bir dönemde, krizinde en katı biçimde kendisini hissettirmesiyle birlikte “güven” sorununun daha da boyutlandığının göstergesi olmuştur. ABD’nin bundan sonraki dönemde krizi aşabilmek, kriz sonrasını kendi çıkarları doğrultusunda yeniden biçimlendirebileceği, yeni bir dünya için, neredeyse ikna edebileceği, etrafına toparlayabileceği hiçbir güç kalmamıştı. Giderek ABD dünyada yalnızlaşan bir noktaya gelmişti. Artık güvenilemeyen, istikrarlı olmayan bir noktadaydı. Ve tarihinde ilk defa bütün dünyada neredeyse hasta ekonomi olarak algılanıyordu. Gelinen noktada krizden çıkışın kolay bir süreç olmadığı biliniyordu. ABD’nin fazla seçeneği de yoktu. Askeri anlamda, yepyeni askeri bir disiplin oluşturup dünyaya bunu dayatmak, yakın zamanda mümkün değildi. Ama en azından kriz sonrasındaki yeniden şekillenmede ABD’nin ittifaklarını, müttefiklerini genişletebilmek için bir imaja ihtiyaç vardı. Bu nedenle ABD yok olan imajını, geleceğe ilişkin karamsar tabloyu farklı bir şekilde sunabilecek bir sembole ihtiyaç duyuyordu. İşte tamda böylesi bir ihtiyaca denk düşen bir simge yaratıldı.
Dikkat edilirse Obama’nın seçim kampanyası sırasında hiçbir şekilde, krizin hangi politikalarla aşılacağından söz edilmedi. Hatta Bush’un uygulamış olduğu bazı kararlar için yorum bile yapılmadı. Bazı bankaların kurtarılması, bazılarının batmasına izin verilmesi gibi çok tartışılan konularda dahi, açıklama yapmaktan çekinildi. Hatta Obama bu tür sorularla karşılaştığında “g öreve başlamadan değerlendirme yapmak istemediğini” belirten açıklamalarla yetinmeyi tercih ediyordu. Bu kadar nötr bir noktada görünmesine rağmen, medya aracılığı ile bir kurtarıcı imajı yaratıldı .
Obama Amerikan ekonomisinin, Amerikan siyasal sisteminin ihtiyacı olarak ortaya çıktı. Ama onun ortaya çıkmasına yol açan nedenler, Obama’dan bağımsız olarak; onun kişiliğinden, olanaklarından, hatta olmadığı halde kendisine atfedilen yeteneklerden bağımsız olarak olduğu yerde duruyor. Batmış olan bir Amerikan ekonomisi, hiçbir yaptırım gücü olmayan bir Amerikan askeri stratejisi ve nasıl gelişeceği belirsiz Afganistan’daki çatışmalar giderek derinleştiğinde, izlenecek politikaların belirsizliği, ihtiyaç duyulan asker sayısı konusunda hiçbir NATO ülkesini ikna edemeyen, onların üzerinde bir yaptırımı olmayan bir Amerika.
ABD Nato’dan Afganistan için daha 2008 yaz aylarında en az 35 bin kişilik bir askeri güç talep etmişti. Ancak bu talep karşılığını bulmamış ve NATO, sadece 3 bini muharip 2 bini ise polis görevi yapacak olan asker sayısına ABD’yi ikna etmişti. Bu durumda ABD bu ihtiyacın 5 binini NATO’dan aldığına göre geriye kalan 30 bin kişilik askeri gücü kendisi karşılamak zorunda kalacak. Bu durum Amerika için -Obama’ya rağmen- büyük bir başarısızlık olarak değerlendirilmelidir. Öyleyse şimdi her şeyin medya üzerinden propagandaya yönelik bir kampanya olarak sürdürüldüğü bir sürecin içinde bulunuyoruz. Bütün dünyada Amerikan işbirlikçileri bu kampanyayı olabildiğince gürültülü alkışlarla, pek çok gerçeği gizleyip önümüzdeki süreçte yaşanacak olan çatışmaları gizleyebilmenin bir aracı olarak görüyor. Bu nedenle hepsi Obama’nın dağıttığı iyimserliğin arkasına saklanmış durumdalar. Ama, garip bir şekilde Obama’ya karşı olması gereken kişiler de Obama’nın iyimserliğine katılmış gibi görünüyorlar. Medvedev, “Amerika’ya yeni bir sayfa açmak istiyoruz” diyor. Çin; “Obama’nın söylediklerini hayata geçirme konusunda başarılı olacağını” düşünüyoruz. Chavez; “Amerika’yla yepyeni bir dönemin açılmasını düşünüyoruz.” Kaddafi,’de bu kervana katılanlardan. Neredeyse Küba da ‘bu iyimserliğe’ katılacak. Şimdi burada şunu sormak gerekiyor: Acaba gerçekte Obama yapmak istediklerini yaptığında, bundan en çok zarar görecek olan Rusya, Çin, Venezüella gibi ülkeler, Obama’nın bu yaymış olduğu iyimserlikten gerçekten etkilenmiş ve buna inanıyor mu? Yoksa Ahmet Han’ın dediği gibi boyanın dökülmesini mi bekliyor.
Herkes zamana oynuyor. Yani kriz Amerikan ekonomisini daha da dibe saplayacak. Bunun karşısında Obama’nın iyimserliğinin yapabileceği fazla bir şey yok. Şimdi, Obama’nın iyimserliği arkasındaki bu tuzağa kimlerin düşeceği, yani bu iyimserlikte “Amerikanın gerçekten dünyayı kurtaracağı imajına”, inanıp onunla beraber sürece katılacağı bekleniyor. Ve herkes mevzisini daha sonraki gelişmelere göre almak üzere kendisini geri atıyor. Yoksa, hiç kimse Obama’nın gerçekte fazla şey yapamayacağını biliyor. Hemen herkes (şu anda kendisini en çok alkışlayanlar dahil) bu durumun farkında. Çünkü, krizdeki ekonominin, Amerikan reklam dünyasının sunduğu Obama imajından çok daha ötede, daha köklü gerçekleri var.
Bu gerçekliği, Çin de, Rusya da biliyor ve onlar da zamana oynuyor. Çoğu zaman bir araya gelmeyen Çin’le Rusya arasında stratejik işbirliği anlaşması imzalandı. Ekonomik-askeri her alanda, hatta krizi ortaklaşa en az zararla atlatma konusunda dahi kapsamlı anlaşmalar imzala ndı.
Yani şu andaki Obama olayı, seçim sonrasında tüm dünyaya sunulan bir görüntü, ancak gerçekler çok daha farklı. ABD’nin dünyayı kriz sonrasında yeniden şekillendirme konusunda çok kapsamlı planları var.
Başlangıçta krizden en fazla etkilenen, en çok şirketi ve bankası batan veya kurtarılmak zorunda kalan ülke ABD gibi göründü. Bu görünüm Krizin kaynaklarından biri gibi gösterilen, gerçekte krizin bir sonucu olan hedge fonların yani güvenilmeyen ya da hastalıklı-virüslü kağıtların, en fazla elde bulunduğu ülke ABD olmasından kaynaklanıyor. Ama gerçekte ise hiçbir zaman krizin asıl nedeni bu değildi. Tam tersine krizin nedeni globalleşme sürecinde yatan ve tekelci burjuvazinin karlarını arttırma eğiliminden ve bizatihi küreselleşme stratejisinden kaynaklanan sorunlardı. Bir süre sonra bu kriz reel sektörü de etkiledi ve giderek Avrupa’ya doğru yayılmaya başladı. Bu anlamda derinleşen bu kriz ortamında bir süre sonra çok daha farklı bir süreç yaşanacak. Şu an yaşananlar krizin ilk evresi olarak görülmeli. İkinci evrede, küresel finans köpüğünün bir aracı olarak dünyaya yayılan (ve hala bir satın alma gücü taşıyan) güvensiz kağıtların karşılıklarının, dolar olarak ödenmesi gerekecek. Bu kağıtları ellerinde bulunduran ülkelerden, bu kağıtların sahibi olan ülkelere ( başta ABD) doğru büyük bir kaynak aktarımı başlayacak. Doların temel değişim aracı olması nedeniyle de bu süreç daha yoğun yaşanacak. Dolara artan talep, Amerikan ekonomisinin daha kolay toparlanmasını sağlayacak, ödeme güçlüğü içindeki pek çok firmanın Amerikan tekelleri tarafından satın alınması sonucunu yaratacak.
Kriz ileri evrelerinde ABD için ekonomik anlamda bir avantaj haline gelecek . Ama bunun dışında başta gelişmekte olan ülkeler ya da az gelişmiş ülkeler, sanayileşmekte olan ülkeler diye tanımlanan ama özünde bu kürselleşmeyle birlikte temel üretim alanları olarak seçilen bölgeler, krizden en fazla etkilenen ülkeler olacak. İkincisi, AB ülkeleri krizden en fazla etkilenen ülkelerin başında geliyor. İngiltere dışında AB’nin çekirdek ülkeleri krizden daha az etkilenirken, AB’nin Doğu Avrupa’daki yeni üyeleri krizi çok daha zor yaşayacaklar. Bu anlamda AB’nin bütünselliği bile tartışılabilir. Yani, şu anda gerek G20’de ve NATO’da gerekse de AB sürecinde, yan yana çok olumlu pozlar veren ve Obama’nın yanına gelip fotoğraf çektirme yarışına giren AB liderleri arasında sorunlar yaşanabilir.
Şimdi uzun vadede ABD’yle en azından onun yakın çevresinde görünen, gelişmiş G20 zirvesine katılan ülkeler arasında, başta AB olmak üzere, hatta Hindistan, Çin, Rusya gibi ülkelerle görünürde gösterilen o olumlu imaja rağmen bir süre sonra çelişmelerin derinleşmesi kaçınılmaz. Ama ABD açısından önemli olan, Obama’nın da vermiş olduğu iyimserlik havası ile, kendi çıkarlarını G20nin tümünün çıkarlarıymış gibi sunma becerisini göstermesiydi. ABD açısından, Obama’nın ilk somut başarısı, krizi aşma sürecinde ABD’nin tercihlerinin tüm Dünya’da krizi aşmanın zorunlu ve tek yolu olduğu imajını yaratabilmesi oldu.
Şimdi krizin gelişimi açısından gelinen noktada, Amerikan iktisatçıları krizi şu şekilde yorumluyor: Bu kriz, küreselleşmenin kendisinden kaynaklanan bir kriz değildir. Küreselleşme, kapitalizmin en ileri evresidir. Ama asıl sorun, ekonominin küresel hale gelmiş olmasına rağmen, yönetimlerin hala yerel , ulusal devletlerin kontrolünde ve onların merkez bankalarının denetiminde olmasıdır. Finansal hareketlilik tüm dünyada bu uluslararası bankalar aracılığıyla merkezileşmiş olmasına rağmen onların kontrolünü sağlayan siyasal yapıların erklerin dağınık ve parçalı olması asıl krize yol açmıştır. Öyleyse deniliyordu ki biz finans sistemi üzerinde dünya genelinde bir ortak hegemonya yani merkez bankalarının kontrolünün de ötesinde onların da üstünde bir yapı oluşturabilirsek krizi istediğimiz biçimde aşabiliriz. (merkez bankalarının kontrolü gerçekte o ekonomilerin doğrudan kontrolüdür)
ABD bu öneriyi bir biçimde G20 zirvesinde diğer ülkelere kabul ettirdi. Ve bunun bir aracı olarak da neredeyse 3 yıl öncesine kadar iyice fonksiyonelliğini kaybetmiş olan hatta tümüyle kapatılması bile tartışılmış olan IMF’yi yepyeni bir misyonla, yani dünyada bütünüyle tekellerin denetiminde ve kontrolünde olan bir bankacılık sistemi kurma amacıyla güncelledi. Bütün dünyadaki değişik merkez bankalarının otonomi, özerkleşme adı altında siyasal iktidarlardan, merkezi iktidarlardan bağımsızlaştırılarak IMF’ye bağımlı hale getirerek neredeyse IMF’yi bütün dünyadaki mali sistemi kontrol eden bir kurum haline getirme isteğini ABD, G20’deki herkese kabul ettirmiş durumda. Krizden çıkışın tek yolu olarak sunulan projeye G20 katılımcıları tam destek verdiler. Bu süreçte IMF’ye hiçbir zaman görmesi mümkün olmayan kaynaklar aktarıldı. Bundan dört yıl önce 7-8 milyar dolar bir kaynağı nereden bulacağını düşünen IMF’ye bir trilyon dolar şimdiden (ki daha sonra ihtiyaca göre artırılabileceği de kabul edilerek) verilmiş durumda.
Bu gelişme, ABD’nin kriz sonrası döneme ve sonraki evrelerine ilişkin yapmış olduğu en önemli müdahaledir.
Afganistan’da yaşanan olaylar; Afganistan’ın ya da Orta Asya bölgesinin, kapitalizmin geleceği açısından ne kadar önemli olduğu tezi, tüm G20 katılımcılarına kabul ettirildi. O bölgede istikrarı sağlama bahanesiyle Afganistan’ı ve Pakistan’ı her şeyin odağına koyan politikalara önemli destek sağlandı. Burada aslında çatlak sesler çıkmadı değil ama, bu aşamada (Obamayla iyimserlik rüzgarını arkasına almış olan) Amerikan politikasını tümüyle deşifre ederek kırmak mümkün olmadı. Ve ABD politikalarına G20 zirvesinde bu konuda da destek kararı alındı. O kararda görev NATO’ya aktarıldı. NATO’nun bölge de daha aktif görevler üstlenmesi kararlaştırıldı.
ABD’nin kriz sonrasına ilişkin en önemli müdahalelerinden birisi NATO’ya yapıldı. Kuruluşunda görev alanı Kuzey Atlantik ve çevresi olarak belirlenen ve amacı saldırıya uğrayan bir üyesini korumak olan NATO’nun, fonksiyonuna ilişkin yapılan değişiklikle birlikte; dünyanın her yerindeki, emperyalist kapitalist sistemin çıkarlarını zedeleyecek her türlü gelişmeye, oluşturulacak yapılarla müdahale edebilme görevi verildi.
Dünyanın her yeri artık NATO’nun görev alanı haline getirildi. Bu gelişme, ABD’nin bugüne kadar pek memnun olmadığı ve uluslararası sorunların çözümünün, her sesin içinde yer alabildiği BM ve BM Güvenlik Konseyi tarafından yapılması yerine; onıu devre dışı bırakarak, karar alma mekanizmalarını etkisizleştirip NATO’ya havale etme ve NATO’yu (adı Kuzey Atlantik olmasına rağmen) isteyen her ülkenin katılabileceği bir yapıya dönüştürülme hamlesiydi. Bu değişime biraz dikkat etmek gerekiyor.
ABD ile işbirliği yapabilen en küçük ülkeler dahi NATO’ya üye olarak, o bölgede NATO’nun bir üs sahibi olmasını sağlayabilir. Bu gelişme, önümüzdeki süreç açısından çok tehlikeli bir eğilimi ortaya çıkarıyor.
Sudan Devlet Başkanı El Beşir hakkında tutuklama kararı çıkarttırarak insan hakları mahkemesi aracılığıyla ya da benzer bir mahkeme kararıyla yargılanmak istenmesi bundan sonrasına ilişkin çok tehlikeli bir gelişmeyi de içeriyor. Artık emperyalizmin, bir biçimde çelişme içinde bulunduğu her ülkenin devlet başkanını veya diğer yetkililerini, istemediği kişileri, kendi hava sahasından çıktığı anda yakalamak, hatta yapabiliyorsa kendi ülkesinde bir operasyon yapıp başka bir ülkede yargılayabilme yetkisini, kontrolünü NATO’ya verme eğiliminde. Aslında bu gelişme, Pinochet ile başlamıştı. İspanyol hakimlerin İspanya’da Pinochet’i yargılayabildiği zaman süreç başlamıştı. Pinochet gibi, artık 85- 90 yaşına gelmiş günleri sayılı olan bir kişiyi, işlediği bütün insanlık suçlardan dolayı böyle bir kararı almakla tüm dünyanın demokrat kamuoyunun desteğini alınmış oldu. Aslında o karar belki de 200-300 yıllık devletler hukukunu çiğneyen çok önemli bir karardı. Şu anda Sudan devlet başkanı gibi yaptıklarıyla yüzbinlerce insanı katletmekle suçlanan bir kişi hakkında çıkartılan tutuklama kararı ile büyük oranda demokrat insanların desteği yeniden alınmış oldu. Ama bundan sonrasına ilişkin, emperyalizmin çıkarına ket vuracak herkes için alınabilecek bir kararın kapısını açtı.
Önümüzdeki süreçte ABD ve emperyalizm bu açılan yolda sonuna kadar ilerleyecektir. Bu korkunç bir tuzaktır. Ve bunun araçlarından birisi de çok yakında NATO haline getirilecek.
Somali açıkları ve Aden Körfezi’ndeki modern korsanların bu kadar türeyebilmiş olmasının, yani
20. yüzyıl başında korsanlık yok oldu denileli yüz yıl geçtikten sonra, korsanlığın yeniden türeyebilmiş olması, biraz da böyle bir gelişmeye alt yapı hazırlamanın araçlarından birisi olarak görülmeli. Bölgenin stratejik konumu düşünüldüğünde pek çok farklı senaryo üretilebilir. Önümüzdeki süreçte bu tür gelişmeler, ABD’nin uygulayacağı politikalardan ve NATO’ya konsept olarak kabul ettirdiği stratejilerden biri olarak görülmeli.
1946’da ikinci dünya savaşında yaşanan yıkımla birlikte ve dünyada sağlanan sosyalist sistemle kapitalist sistem arasındaki bir denge sonucunda işlevsel hale gelen Birleşmiş Milletler aracılığıyla, dünyada var olan sorunları her ülkenin içinde yer aldığı BM içerisinde tartışılarak, orada alınan kararlar doğrultusunda, ortak değerlerle sorunlara çözüm bulma eğilimi, o konjonktürün bir ürünü olarak ortaya çıkmıştı. Aslında ABD, hiçbir zaman gerçek anlamda BM’nin bu işlevine güvenmedi, inanmadı, ortak olmadı. Hata çoğu kez BM’nin önemli bir finansal kaynağı olan ABD kendi politikalarına ters düşen ülkelerdeki bazı BM politikalarını baltalamak için doğrudan doğruya mali destek vermemekle tehdit ederek istediğini yaptırdı.
Ama artık günümüzde ise ABD, BM’yi tümüyle devre dışı bırakmak istiyor. Yani artık BM ya da BM’nin herhangi bir alt kuruluşunun içinde yer aldığı bir organizasyon yerine sadece emperyalist tekellerin en üst düzeyde olanlarının içinde yer aldığı onlar aracılığıyla kurumsallaştırmış kurumsal hale getirilmiş sosyal forumların Davos, Su forumu, çelik birliğinin forumları, vb. bunların hiçbirinin BM ile bir bağı yoktur. Sadece o alanda ön planda olan ticari işletmelerin şirketlerin temsilcilerinin ya da onların işbirlikçilerinin onların hesabına çalışan kişilerin oluşturduğu yapılardır. Ve buralarda alınmış olan kararlar sanki bütün dünyanın ortak kararlarıymış gibi sunularak BM’ye rağmen ona hiçbir şekilde danışılmadan, bu konudaki düşünceleri alınmadan BM’nin dışında politikalar hayata geçirilmeye çalışılıyor.
Önümüzdeki süreçte ABD’nin saldırganlığı; askeri anlamda NATOyu her yere sokarak sürdürülecektir. Ekonomik anlamda saldırısı, bütün dünyadaki merkez bankalarının kontrolünü IMF’ye alarak krizi aşmak ve ABDnin çıkarları doğrultusunda dünyayı yeniden şekillendirmek tarzında gelişecek. Ayrıca, geliştirilecek politikalara toplumlar nezdinde meşruiyet kazandırılmak istendiğinde, BM gibi bütün dünya ülkelerinin eşit statüde yer aldığı sadece güvenlik konseyinde daimi üye olma anlamında bir ayrıcalığı olan ülkeler yerine, bu ABD’li ya da diğer emperyalist tekellerin denetiminde olan sosyal kurumları ön plana çıkararak yeni bir dünya modeline doğru gidiyor.
Ve sanıyoruz ki son olarak arka arkaya yapılan toplantıların hepsinin özü bu üç temel alandaki örgütlenmeyi aşama aşama gerçekleştirmek.
-
ekonomik anlamda bütün dünyayı IMF aracılığıyla ortak bir mali sistem etrafında toparlamak. Ve krizi onun müdahaleleriyle aşmaya çalışmak. G20 katılımcıları, “eğer biz şirketleri kurtarmak için 5 trilyon doları toparlayabilirsek, krizi aşmak için herkes bu çabayı verirse bunun da bir trilyon dolarını IMF’nin kullanımına ayırırsak biz bu krizi aşabiliriz. Yoksa hep beraber batarız.” gibi bir tehditle buna ikna edildi. İMF, ekonomik alandaki saldırının aracı olacak.
-
NATO örgütlenmesi bir biçimde emperyalist kapitalist sistemin karşılaştığı her sorunda, dünyanın her yerine müdahale edebilecek ve BM’nin kontrolünün dışında müdahalelerin önü açılmış olacak. Yeni kimliği ile, NATO daha da fonksiyonel bir saldırı aracı olarak kullanılacak.
-
BM’yi devre dışı bırakarak, geniş halk yığınları arasındaki gerekli siyasal desteği sosyal forumlar aracılığıyla sağlama tarzında bir eğilimi ABD tercih etmiş gibi görünüyor.
Ve artık pratik adımlar bu doğruda atılıyor. Medeniyetler çatışması yerine uzlaşması dillendiriliyor. Obama’nın, Türkiye’ye gelip buradaki Ruhban okulunun açılmasını talep etmesi, ama beklendiği halde Patrik’i ziyaret etmemesi önemliydi. Çünkü Patrik’e ekümenlik statüsü tanınması konusunda ABD’nin bugüne dek çok önemli baskıları vardı. Ama henüz bunun adının bile kullanılması, Patrik’i makamında ziyaret etmesi bile, daha başlangıçta Rusya’nın çok sert tepkisine yol açacağı için ve mevcut iyimser imajı zedeleyebileceği düşüncesiyle bundan vazgeçildi. Sadece bütün din adamlarının temsilcilerinin yapmış olduğu bir toplantıda patrikle görüşüldü. Bütün Hıristiyanların ortak talebi olan Ruhban okulunun açılması konusunda ise sadece “iyi olur” biçiminde bir açıklama yaptı. Ruhban okulunun açılması, sonrasında dinsel temeldeki eğitimi meşrulaştıracağı ve Türkiye’deki siyasi iktidarın yani AKP’nin de politikasıyla örtüşeceği için böyle bir talepte bulundu. Yoksa şu anda en azından uzun dönemde düşmanı sayılabilecek ülkelerle çelişmeleri artıracak, ilişkileri gerecek her türlü tavır alıştan Obama sakındı. Ve patriği ziyaret etmedi. Ona bir ayrıcalık tanımadı. Bizim diyanet işleri başkanıyla birlikte onu da kabul etti.
Rusya,Patrik’in ekümeniklik statüsünü kazanmasına tepkili. Bütün Ortodokslar Moskova patriğine bağlı . Eğer buradaki patrik ekümenlik sıfatı kazanırsa, Yunanistan’daki, Balkanlardaki Ortodoksların büyük bir kısmı buradaki patriğe bağlanacaklar ve Moskova patriğine sadece Rusyadakiler bağlanmış olacak. Buradaki patriğin ekümenlik kazanmasını en çok isteyen ABD. Eğer bu sıfat verilirse, Ukrayna, Sırbistan, Romanya, Bulgaristan’daki bütün dini kurumlar buraya bağlanacak. Moskova bu yönüyle yalnız kalacak.
Kemalizm’in ket vurduğu şeylerden birisi de budur. ABD’nin Kemalist hareketle arasının pek iyi olmamasının nedeni, laiklik uğruna Atatürk hilafeti yasaklarken onunla beraber dinsel kurumları da yasaklamıştı. Ve buradaki Fener Rum Patrikhanesi, ekümenlik özelliğini yani Ortodoks aleminin merkezi olma özelliğini kaybetmişti. Şimdi o zamandan beri Moskova Patriği, bütün Ortodoksların ruhani temsilcisi. Yunanistan ve Avrupa’daki Ortodokslar dahil tümü Moskova’ya bağlı. Bu Moskova’ya diğer ülkeler üzerinde bir hareket esnekliği sağlıyor. Dinsel yönden bağımlılık. Hatta o iş kadarla da kalmıyor, çünkü kilise muazzam bir ekonomik kaynağı da elinde tutuyor. Çok geniş arazileri, fabrikaları, işletmeleri elinde bulunduruyor, hatta Rusya’da tekel niteliğinde fabrikaların varlığından bahsediliyor. Hemen hemen bütün dünyada bu özelliklere sahip. ABD’nin istediği Fener Rum Patrikhanesinin ekümeniklik kazanması. Dolayısı yla Amerikan yandaşı olan bütün kiliseler de buraya bağlanmış olacaklar. Rusya, bu gelişmeye şiddetle karşı çıkıyor. ABD, ısrarla Türkiye’den bunu istiyor.
ABD’NİN İMAJ SİYASETİ ÜZERİNDEN YENİ DENGE ARAYIŞLARI
Yukarıda acaba muarızları bunu kavramıyor mu demiştik. Dikkat edilirse Obama füze savunma sistemleri konusunda bir cümle kullandı. “Bundan vazgeçebiliriz.” gibi. Hemen Rusya buna cevap verdi. “Gerekirse biz de bazı silahları batıda konuşlandırmaktan yani füze savunma sistemleri ve füzeleri Polonya sınırına konuşlandırmaktan vazgeçebiliriz.” İş bu noktaya geldiğinde, son anda bakıldı ki Polonya bu işi ciddiye aldı ve tepki gösterdi. Karşılıklı bir anlaşma olduğunu okuyamadı. ABD’nin kendisine olan ihtiyacının azalacağından korkarak hemen tepki gösterdi. O zaman da Obama ağırlığını koydu. “Hayır bundan vazgeçilmeyecektir.” Yani ABD füze savunma sistemini geliştirmeye devam edecektir gibi.
Polonya”ya istemiş olduğu mesajı verdi. Aynı şekilde o iyimser havaya rağmen bunu “iyi okuyamayan” veya “iyi okumayan”, yani ABD’nin istediği gibi okumayan Kuzey Kore, bir uydu taşıyan füzeyi ateşleyeceğini açıkladığı anda, korkunç bir tepki geldi. “Bu tahrik anlamındadır; ve bunun mutlaka yaptırımları olacaktır.” açıklaması, Obama yönetiminden geldi. Ama Kore bundan geri adım atmadı. Amerika’nın açıklamasına Japonya daha ileri bir tepki ile destek verdi: ‘Gerekirse biz füzeyi tam havalanmadan imha edebiliriz.’ Ama Kore’nin cevabı daha da sert oldu. “Füzeye yapılacak saldırı, savaş nedenidir.” Ve füze denemesi tam belirlendiği zamanda yapıldı. Ve garip bir şekilde önce 40 km kadar dikine yükseldikten sonra güneydoğuya doğru yönelerek, Japonya üzerinden yörüngeye girdi. Bu normal yörüngesi değil. Yani vurabiliyorsanız vurun anlamında bir meydan okumaydı Japonya’ya. Daha önce nükleer silahlara sahip olma konusundaki talebi olan ülkelere, ABD’nin çok sert bir tepkisinin olduğu biliniyordu. Ama bir uydu taşıyan rokete bu kadar büyük bir tepki bugüne kadar gösterilmemişti. Benzer bir roket çalışmasını yaptığında, ciddi bir tepki almayan İran’ın, bugüne kadar sadece nükleer teknoloji çalışmalarına karşı çıkılırken, artık onun yaptığı füze denemesine bile ABD çok sert tepki vermeye başladı. Yani bu önümüzdeki dönemde ABD’nin işine gelmeyen her şeye nasıl tavır alınacağının bugünden, yani daha cilanın dökülmesine gerek kalmadan ortaya çıkan uç noktaları.
Bir uç nokta daha söylenebilir. Gerek seçim öncesinde, gerek seçimin hemen sonrasında Obama’yı kutlayanların başında Küba yönetimi geliyor. Ve ilişkilerin normalleştirilmesini, ekonomik ambargonun kaldırılmasını değil ama “esnetilmesi” talebi Küba’dan geldi. Ona katı bir şekilde “Hayır her şey olduğu gibi devam edecek.” cevabı geldi. Yani bu birkaç olay bile, gerçekte Obama yönetiminin çok farklı davranmayacağının, davranma şansının olmadığının, çünkü sınıflar yerli yerinde olduğu sürece, emperyalizm ve emperyalist sömürü olduğu sürece, tekellerin sömürüsünden yoksullaşan insanlar olduğu sürece, dünyada çok fazla bir şey değişmeyeceğinin göstergesidir. Ama krizle birlikte, krizden en az zararla kurtulmak için ABD saldırganlığının artacağı kesin.
Birkaç ay içerisinde Obama’nın bu çok yoğun trafiğine, üst üste gelmiş olan çok önemli uluslar arası toplantılar, birçok kişide ekonomik ve siyasal tıkanmayı aşmak için, ABD’nin çok kısa zamanda refleks vereceği gibi bir beklenti var. Aslında böyle bir şey olmayacak. ABD, en azından dünyaya deklere edilen “Obama” imajının peşinden, ikili diplomatik ilişkilerle kazanım sağlamaya çalışacak. Yani Obama ile kazanılan o imajla ‘tuzağa düşenler kimler olacak?’, ‘kimlerle nereye kadar gidilebilir?’sorularına cevap aranacak. İkili görüşmeler sıklıkla sürdürülecek. Ve belki bu konudaki daha kapsamlı adımlar sonbahara doğru gelebilir. Hatta sonbahardan sonra kış aylarında, kriz iyice derinleştiği noktalarda bir şey beklenebilir.
Emperyalist-kapitalist sistem açısından krizi kimse önceden tahmin edemedi. Sistemin eleştirisini yapanlar, böyle bir krizin kaçınılmaz olduğunu belirtiyordu. Ama emperyalist tekellerin yöneticileri tarafından bile, bu boyutta bir krizin ön görülememiş olması, benzer şekil de krizden çıkışın nasıl olacağı konusunda da bir öngörüsüzlüğe yol açtı. Şu anda kimse önünü görmüyor. Krizden çıkışın yöntemi şudur diyemiyor. Şu kadar vadede, şu politikalarla, krizden çıkılacaktır diyemiyor kimse. Bu nedenle herkes, basit verilerden çok önemli sonuçlar çıkarmaya çalışıyor. Örneğin yeni açıklanan istatistiklere göre Amerika’da kriz başladığından bu yana ilk defa işsizlik başvurusu için talepte bulunanların sayısı geçen ay azalmış olduğu gözlemleniyor. Bu önemli bir veri olarak gösteriliyor. Acaba krizden çıkış başladı mı? Yani tek başına bir tek veri bile, tüm ekonomik olumsuzluklara rağmen olumlu bir nokta gibi sunulabiliyor. Şimdi herkes en azından 6-7 ayı bulabileceğini tahmin ettiğimiz bir peryod içerisinde krizin nasıl evrileceğini gözleyecek. Bu süre içerisinde ABD’nin çok köklü, saldırı anlamında süreci etkileyecek adım atacağını pek beklemiyoruz. Ama Irak olayı var. Irak’tan ABD’nin çekilmesi mümkün değil. Asker sayısı azaltılabilir. Ama tamamen çekileceklerine dair açıklamalara rağmen ABD’nin bunu yapabilmesi mümkün değil. Bu tümüyle sürece ilişkin bir kandırmaca. ABD’nin orada kalmasını gerektiren bir koşul, zaruret mutlaka yaşanacaktır. Böyle bir gelişmenin yaşanmaması için Irak’ta bugüne kadar sürdürülen direnişin, “bizim direnişimiz anlamsızdı” noktasına gelmesi gerekiyor. ABD’nin işbirlikçileri aracılığı ile (başta Kürtler) elde ettiği kazanımların tartışmasız kabul edilmesi anlamına geliyor ki, bu da sınıf mücadelesinin doğasına aykırı. Yani ister istenmez ABD’nin Irak’ta olmasını gerektirecek gelişmeler mutlaka yaşanacak.
ABD aslında sadece Türkiye’ye, Kürtlerin hamisi olarak bir misyon vererek büyük Kürdistan projesinin hayata geçmesinin önündeki engelleri kaldırıyor. Yani parçalanmış bir Kürt coğrafyası, dört ülke arasında paylaştırılırken farklı bölgelerdeki egemen sınıflar arasında bir çatışma yaşanmış; ortak bir düşünce oluşması ortak bir ulus bilincinin oluşması engellenmişti.
ABD şimdi bu tür adımlarla yumuşama ortamında ekonomik- siyasal olarak bütünleşmeyi sağlayıp zaman içinde ortak bir devlet örgütleyebilmenin alt yapısını oluşturuyor. Nasıl ki Ortadoğu’da sınırlar cetvelle çizilerek bir halk ayrılmıyorsa, çizgiyi kaldırdım dediğin zaman da, yaşanan 70-80 yıllık süreçteki gelişmeler birden bire ortadan kalkmıyor. Bu nedenle ABD’nin şu anda yapmak istediği, bu farklı coğrafyalardaki Kürt halkının aralarındaki farklılıkları değil, ortak değerleri ön plana çıkaracak politikalar gündemde. Ortak değerler de, emperyalizmin işbirlikçiliği ve ekonomik kazanımlar, petrol vb. Şimdi bu süreç işliyor.
Kürtlere asıl tehdit Irak’taki Sünni ve Şii Araplardan gelecek. Amaç, bir biçimde tepkiyi Türk askerine göğüsletmek. Ama Irak’ta yaşanacaklar sadece bununla sınırlı değil. Son 1-1,5 yıldır Irak’ta direniş hareketinin, El-Kaide’yle kapışmalar nedeniyle tavsamış olan Amerikan hedeflerine karşı saldırıları, son 1-2 aydır hızla arttı. Öyle görülüyor ki, Amerika çekildikçe şu andaki mevcut yönetimin, elindeki silahlı kuvvetle kendini korumayı başarma şansı çok az. Bu nedenle direniş, ABD’nin bütün kazanımlarını sıfırlamaya yönelik bir tarzda sürecektir.
Direnişin bitmesi mümkün değil. Dolayısıyla bu direniş belli bir noktadan sonra ABD’yi buradan asker çekmek değil, tam tersine yeni askerler aktarmak zorunda bırakabilir.
Aynı şey Afganistan ve Pakistan için de geçerli. Kriz sonrasında dünyayı yeniden şekillendirme noktasında ABD, G20 dahil NATO’yu, IMF’yi, vb bütün araçları kullanarak dünyayı yeniden şekillendirme mücadelesine girecektir. Bu süreçte şu anda ABD’nin görünebildiği kadarıyla en zayıf noktası konumunda olan Afganistan – Pakistan bölgesi ise pek çok bilinmeyeni barındırıyor. Bugüne kadar süreçte bir taraf olmamış, ama ABD’nin dünya genelinde yapmak istediği şeylerden zarar görecek olan kesimlerin, bundan sonra bu çatışmada bir biçimde taraf olabileceğinin belirtileri var. Gerçi taraf olabileceği düşünülen Çin ve Rusya kendi ülkelerindeki bazı Müslüman kesimler nedeniyle hep bu noktanın dışında durdular. Ama süreç bu ülkelere doğrudan kendi varlıklarını, çıkarlarını tehdit edebilecek bir noktaya geldiği anda, ABD’nin buradaki politikalarına karşı onların da bir karşı hamleyle harekete geçip, Taliban’a çok sınırlı bir destek sağlamaları bile ABD ve NATO’yu tarihlerinde görmediği bir bataklığa saplayabilir. Çünkü o coğrafya farklı bir coğrafya. Irak’ta mücadele, o elverişsiz koşullara rağmen başarıya ulaşmışsa, bu oradaki direnişçilerin yeteneklerinden kaynaklanıyordu. Ama bir de ona arazinin, bölgenin sağladığı muazzam olanaklar eklendiğinde ABD ve NATO’yu altından kalkamayacağı sorunlarla karşı karşıya getirebilir.
Pakistan: Şu ana kadar eğer bu noktada ise, kriz bir adım daha ileriye geçmemişse, Pakistan’ın parçalanmasının bölgedeki hiçbir ülkeye çıkarının olmaması sebebiyledir. Pakistan’ın parçalanmasının ne İran’a ne Hindistan’a ne de Çin ve Rusya’ya hiçbir yararı yoktur. Ama eğer ABD’nin bölgeye müdahalesiyle sonuçta orda oluşacak dengelerin ABD’ye doğrudan yararı olacaksa, bölgede üstünlük sağlaması sonucunu doğuracaksa, Pakistan’ın işi çok kısa sürede bitirilir ve dediğimiz gibi en büyük kıyamet ondan sonra kopar.
Herkes Pakistan’ın nükleer silahlara sahip olmasının, kontrolsüz güçlerin ellerine geçmesinin risklerinden söz ediyor. O konuda ABD önlemini almış durumda. ABD birkaç saat içinde, kimsenin haberi olmadan oradaki nükleer varlıkları alır başka bir yere götürür. ABD, bu yönüyle en azından Hindistan’ın Çin’in Rusya’nın desteğini alarak bu operasyonu yapma konusunda kararlı.
ABD, Pakistan’ın polisi, ordusu ve askeri istihbaratı içerisinde tamamen egemen durumda. Hele nükleer silahların korunması konusunda ABD’nin kabul ettiği kişiler dışında kesinlikle kimseye görev verilmiyor.
Pakistan ordusunda, alt kademelerde ulusal değerler ön planda olmasına rağmen,üst kademelerde durum farklı. Üst kademelere doğru geldikçe daha çok Amerikancı kimlik öne çıkıyor. Süren savaş ortamında bile ana karar mekanizmalarında ABD belirleyici. Ama şimdi bir de aşiret yapısı yaygınlaştıkça askerin tabanında çözülme başladığı söyleniyor. Artık kontrol edilemiyor. Ordu, bir taraftan Amerikalılarla işbirliği içerisindeyken, Amerika’nın insansız hava araçları ile sivil halka da yönelen saldırıları tepkiye yol açıyor.
Çatışmanın ileri evrelerinde bu çelişme de giderek artacak. İşte Pakistan ordusu denildiğinde artık tek ve bütünlüklü bir ordudan bahsedilemiyor. Gizli serviste ve komuta kademelerinde Amerikan insiyatifi çok fazla olmasına rağmen o da çözülme noktasında.
Devletin örgütlenmesi de bir özgünlük gösteriyor. Siyasal yapılar bazı tekel gruplarının doğrudan kontrolünde. Belirli düşünceler etrafında oluşmuş siyasal yapılar yok. Bu bağlamda, tekellerin ABD ile ilişkilerinin yoğunluğuna bağlı olarak, ülkede ABD etkinliği azalıyor ya da çoğalıyor.
Bu süreçte Afganistan, Pakistan, Irak sorunu gibi kanayan yaralar öne çıkarılarak arka planda kriz sonrasına ilişkin emperyalizmin tasarrufları, adımları kamufle edilmeye çalışılıyor. Kriz sonrasında dünyayı yeniden biçimlendirme çabaları gizleniyor.. Bu yalnızca Pakistan ve Afganistan sorunu değil. Afrika’dan Güney Amerika’ya, Avrupa’dan Çin ve
Rusya’ya kadar tüm dünyayı yeniden şekillendirme planları söz konusu.
Türkiye neden bu kadar önemli?
Obama Türkiye’ye geldiğinde önemli bir konu konuşulmamış gibi görünüyor. Ama gerçekte perde arkasında ve farklı düzeylerde çok şey konuşuluyor. Bu sıradan bir ziyaretin ötesinde bir şey. Zaten Obama ziyarette bir şey söylemedi. Yani bu cilanın arkasında ne var?
Sadece Türkiye değil, gerçekte Ortadoğu, neredeyse dünyanın ortası. Belki süreçte bu konum biraz azalabilir diye düşünülüyordu. Hazar havzasının, Karadeniz havzasının giderek kapitalist sistemle entegrasyonunun sağlanmasıyla yani ticari bir meta haline gelmesiyle Ortadoğu ikinci planda kalabilirdi. Ama olmadı. Doğal kaynakların çok yoğun bir şekilde sömürüsüyle artık kolay ve ucuz ulaşılabilecek hammadde ve doğal kaynaklar azalıyor. Ama bu doğal kaynakların en yoğun şekilde bulunduğu ve bakir konumda olan, emperyalist kapitalist sistemin sömürü aracı haline gelmemiş olan bölge Orta Asya ve Sibirya’nın büyük bir kısmı temel ilgi alanı. Sorun bu bölgenin paylaşılması. Bu bölgenin en kısa sürede kimin hizmetine sunulacağı. Şimdi sorun bu olunca bölgeye en yakın konumda olan ve ABD’ye orada politika yapma alanı sağlayabilecek olan araç bugüne kadar İsrail’di. İsrail gerçekten de Akdeniz’in doğusunda ABD’ye çok önemli bir üstünlük sağladı. İsrail görevini tamamladı. Ve İsrail’in ABD’ye sağlayabileceği bu kadardır. İkincisi İsrail’in dinsel anlamda da bölge halklarıyla tümüyle farklı konumda olması, bin yıllardır süren çatışmayla beraber yaşamış olması daha ileri ortak politik adımları engelliyor. Dolayısıyla İsrail’in bundan ötesinde ABD’nin çıkarlarını savunma konusunda yapabileceği fazla bir şey yok.
Temel çatışma alanlarına ulaşma konusunda, ABD’nin tartışmasız tek dayanağı Türkiye’dir.
Pakistan’ın durumu ortada. Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan’ın ABD’ye sağlayabileceği olanaklar ise kısıtlı. Dünden bugüne gelen askeri-siyasi stratejik işbirliği yanında, tüm siyasal varlığını ve geleceğini ABD’ye bağlamış olan AKP iktidarı da en büyük güvencesi.
SONUÇ YERİNE
Emperyalizm bugüne kadar yaşadığı krizlerin en derin olanıyla karşı karşıya ancak ortada sosyalist bir alternatif olmadığı için attığı adımlarda rahat davranabiliyor. Trilyon dolarlık yağma paketler bile örgütlü bir tepkiyi doğurmuyor. Sanki ortada doğal/normal bir süreç yaşanıyormuşçasına rahat hareket edilebiliyor. ABD krizden ilk ve en çok etkilenen ülke olarak gözüküyor fakat emperyalizmin küreselleşme döneminde dünya ekonomisi o kadar iç içe geçti ki yangının her tarafı etkilememesi mümkün değil. Krizin hemen bitmeyip uzunca bir süreye (yıllara) yayılacağı düşünülürse dünyaya yayılmış, aşağı yukarı her ülkede yatırımları, sermayesi olan ABD’nin krizi fırsata çevirmenin yollarını aradığı, bu yönde adımlar attığı görülüyor. ABD krizden çıkmanın reçetesinin kendi söylediklerinin uygulanmasından geçtiğine diğer emperyalist güçleri de ikna etmiş gözüküyor. Özellikle G20 ve NATO toplantılarında alınan karlar bu fotoğrafı tamamlıyor. Krizin başlangıcından bu yana geçen kısa sürede bile önemli kararlar alınmış, yol katedilmiş gözüküyor. Bu süreçte üç başlığın öne çıktığı görülüyor:
Birincisi; G20 toplantısında görüntüde özellikle ABD-İngiltere ile Fransa-Almanya bloğu arasında anlaşmazlıktan dolayı hiçbir karar alınmamış gibi basına yansıtılmasına rağmen özellikle IMF ile ilgili çok önemli iki karar alınmıştır. 1) IMF’nin denetimine tarihinde görülmemiş düzeyde bir sermeye (1 Trilyon dolar) bırakılmıştır. 2) IMF tüm merkez bankalarının denetimini yapabilecek ve kontrol altına alacak bir pozisyona çıkarılmıştır.
İkincisi; Son yapılan NATO toplantısında kuruluşu göstermelik de olsa üyelerini dışarıdan gelebilecek bir saldırıya karşı korumakken şimdi önleyici tedbir adıyla yeni bir konsepte geçilmiştir. Artık her ülke NATO’ya üye olabileceği gibi dünyanın hangi köşesinde kendisine tehdit oluşturduğunu düşündüğü bir durumda anında müdahale edebilmesinin yolu açılmış oldu.
Üçüncüsü; BM özellikle 2. paylaşım savaşı sonrası oluşan güçler dengesine göre yapılandırılmış her ülkenin eşit şartlarda temsil edildiği (5 daimi üye hariç) ABD’nin zaman zaman başını ağrıtan, pazarlıklar, kulis yapmak zorunda kaldığı, ayrıca hiçte memnun olmadığı bir oluşumdu. Şimdi Davos gibi büyük oranda tekellerden ya da temsilcilerinin yer aldığı “sivil” toplum kuruluşları öne çıkarılarak BM devre dışı bırakılmaya çalışılıyor.
Tekeller çağında kriz, gücü elinde bulunduranın karlı/ kazançlı çıktığı bir sürece dönüşmüştür. Kriz koşullarında görünüşte ABD’nin en çok etkilenen ülke görüntüsü çizmesi kimseyi yanıltmasın ilerleyen evrelerde süreç tersine dönecek güçlü olanın dayanabildiği, üste çıktığı zayıf olanın ise daha da dibe vurduğu dönemler yaşanacaktır. Tekeller için kriz fırsattır.
Sayı 28 (Mayıs – Temmuz 2009)