EMPERYALİZMİN ORTADOĞU POLİTİKASINDA OLTANIN UCUNDAKİ BALIK OLARAK GÖRÜLEN TÜRKİYE YEM OLMAK ÜZERE
Hükümetin özellikle son bir buçuk yıldır Suriye hakkındaki sert söylemlerinin dozajı gün geçtikçe artmaktaydı. Şam’daki güvenlik toplantısının bombalanmasının ardından sürecin sonuna gelindiğini düşünen Erdoğan’ın “Suriye bizim iç işimiz”, “Şam’da Emevi camisinde namaz kılacağım ”, “Suriyeli kahramanları selamlıyorum” gibi sloganlar eşliğinde, işbirlikçilere sınırsız destek sağladığı gerek yerel gerekse de uluslararası basında aylardır gündemden düşmüyor. CIA ve MİT elemanlarının işbirlikçileri Türkiye’deki kamplarda eğitmesinden her türlü silahın sağlanmasına; ÖSO’nun komuta merkezinin Hatay’da kurulmasından Suriye’ye giriş çıkışta sağlanan kolaylığa kadar işbirlikçilere verilen her türlü destek basın tarafından görüntü, fotoğraf ve çeşitli belgeler ve röportajlarla açıktan yapılıyordu. Hatta Die Welt gazetesinin verdiği bilgilerde Alman İstihbaratının “Suriye’de yönetime karşı savaşan silahlı militanların yüzde 95’inin Suriyeli olmadığı” (Die Welt, 30 Eylül 2012) bilgisine yer veriliyordu.
30 Eylül tarihinde toplanan AKP kongresi aylardır yaratılan, ‘tarihi bir dönemeç’ demagojilerine rağmen tam bir balona dönüştü. Kongrenin belki de dikkat çeken en önemli yanı şov için çağrılan yabancı konuklar oldu. Mursi’den Meşal’e; Barzani’den İnterpol tarafından kırmızı bültenle aranan Tarık Haşimi’ye kadar pek çok davetli vardı. Lübnan’da 1982 yılında gerçekleştirilen Sabra ve Şatilla katliamlarının baş sorumluları Emin Cemayel ve Samir Caca da kongreyi renklendiren simalar arasında yerini aldı.
AKP kongresinin sahte bir zaferle sonuçlanmasının hemen ardından olaylar birbirini izledi. 2 Ekim tarihinde Beşar Esad’ın Halep’e geçerek Suriye Ordusu’nun büyük operasyonu için işaret verdiği ve işbirlikçilerin büyük kayıplar vererek Türkiye sınırına doğru kaçtığı bir sırada, Akçakale’ye nereden ve kim tarafından atıldığı belli olmayan bir havan topu mermisi düştü ve 5 kişi yaşamını yitirdi. Havan topunun menzili 1,5-3 km arasında değişir. Suriye Ordusu ise Akçakale’ye 10 km uzaklıktaydı. Havan topunun atıldığı bölge işbirlikçilerin sığındığı bir köydü ve Suriye Ordusu ancak olaydan 3-4 gün sonra bu köye girebildi. Olaydan çok sonra itiraf gibi açıklama ABD Avrupa Kuvvetleri Komutanı Korgeneral Mark Hertling’den geldi: “Bu mermilerin Suriye güçlerinden mi Türkiye’yi işin içine daha fazla dahil etmek için muhalif gruplardan mı yoksa Suriye’deki PKK‘dan mı geldiği noktasında kafa karışıklığı bulunduğunu ”
(Radikal- 27 Ekim 2012) söyleyerek dolaylı yoldan bu işin bir oyun olduğunu kabul etmiş oldu. Ancak bu acıyı bir fırsat olarak gören Türkiye egemenleri dillerinden düşürmedikleri tampon bölge ya da güvenli bölge isteklerini tekrar gündeme getirdiler. Hatta daha da ileri giderek Suriye topraklarından gelen her top atışına misliyle cevap vereceklerini söylediler.
Türkiye yaratılan bu fiili durum sayesinde Suriye Ordusu’nun sınır bölgesine sıkıştırdığı ve yok edilmekle yüz yüze kalan işbirlikçilere can simidi atmış oldu.
Sınır kasaba ve köylerinde sıkışan işbirlikçiler, Türkiye tarafına yaptıkları atışlarla Suriye Ordusu’nun bulunduğu yerleri Türkiye’ye bildirerek yapılan top atışları sayesinde bir koruma şemsiyesine kavuşmayı amaçladılar.
Akçakale olayını bulunmaz bir fırsat olarak gören AKP, uzun süredir dillendirdiği ancak MHP de dâhil muhalefetin tamamının karşı çıktığı tezkereyi bu sayede tekrar meclise getirdi. 4 Ekim’de yapılan oylamada CHP ve BDP’nin 129 hayır oyuna karşılık AKP ve MHP’nin toplam 320 evet oyuyla tezkere meclisten geçti. Bu arada gözden kaçmayan nokta ise iki partinin 55’in üzerinde fire vermesiydi. Tezkere’de “…hudut, şümul, miktar ve zamanı Hükümetçe takdir ve tespit edilmek kaydıyla, Türk Silahlı Kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesi ve görevlendirilmesi ile bununla ilgili gerekli düzenlemelerin Hükümet tarafından belirlenecek esaslara göre yapılması için bir yıl süreyle izin verilmesini Anayasanın 92. maddesi uyarınca arz ederim.” Açıkça hiçbir ülkenin isminin telaffuz edilmediği tezkerenin içeriği ve kapsamının muğlâklığı CHP sözcüsü Muharrem İnce tarafından “ Siz bu tezkere ile cihan savaşı yaparsınız” biçiminde dile getirilmişti.
Gerçekten de bu tezkere ile Suriye dışında Afganistan, Somali vb. emperyalizmin ihtiyaç duyacağı sorunlu bölgelere Türk Ordusu rahatlıkla gönderilebilecektir. Tezkere ile yapılmak istenen şeye AKP’nin eski Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış bile karşı çıkmıştı: “Türk ordusu bir kez Suriye’ye girdi mi oradan geri çekilmesi çok zordur. Başarılı olarak geri çekilmesi ise imkânsız gibidir.” (İHA- 09 Ekim 2012) Kendi içinden gelen itirazlara rağmen AKP sözcüleri çığırtkanlıkta birbiriyle yarıştı. Bülent Arınç “Suriye, yaptıklarının hesabını verecektir!”,
Şamil Tayyar “Türkiye bugün arzu ederse, 3 saatte Şam’a varırız” derken, AB Bakanı Egemen Bağış ise daha hızlı çıkarak “ Birkaç saat içinde Suriye’yi alırız.” biçiminde fanteziden de öte demeçler vermeye başladı. Türkiye’de siyasetçilerin, sahiplerine yaranmak adına faşist argümanlarla birbirine gaz verdiği bir ortamda yine soğukkanlı davranmak emperyalistlere düştü. ABD Savunma Bakanı Panetta, Türkiye’ye “ihtiyatlı ve dikkatli olmasını” tavsiye ederken; İngiltere Dışişleri Bakanı William Hague “gerilimin tırmandırılmasından kaçınılmalı.” dedi.
AB Dış Politika Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton ise tüm taraflara “ itidal” çağrısı yaptı.
Bir kez daha görüldü ki emperyalizmin çürük ipiyle kuyuya inenler bir daha oradan çıkamaz.
Tezkere olayının ardından Rusya, Putin’in Suriye konulu Türkiye’ye yapacağı ziyaretin süresiz ertelendiğini açıkladı. Bu açıklamanın hemen ardından 10 Ekim tarihinde Rusya’dan kalkan sivil bir Suriye uçağı silah taşıdığı gerekçesiyle içindeki 35 yolcuyla birlikte Esenboğa havaalanına zorla indirildi. Mürettebattan bazılarının darp edildiği, yolcuların ise 7-8 saat uçakta aç ve susuz tutulduğu bilgileri basına yansıdı. Olayın hemen ardından Başbakan Erdoğan Kasımpaşalı edasıyla monşerlere nispet yaparcasına “Uluslarası anlaşmalar gereği yolcu uçaklarıyla silah, mühimmat, araç gereç hiçbir malzeme taşınamaz. Hatta toplu çakı bile taşıyamazsın. Bu bile yasak ”(DHA, 11/10/2012) diyerek herkese diplomasi dersi (!) verdi. Davutoğlu ise uçakta silah veya füze parçası çıktığı iddialarının Türkiye tarafından bile yalanlandığı bir sırada verdiği bir röportajda, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en çapsız Dışişleri Bakanı yakıştırmasını boşa çıkaracak kıvraklıkta, (!) diplomasi diline ne kadar hakim (!) olduğunu bir kez daha gösterdi. “
Hem uluslararası hukuka aykırı bir şekilde, biraz da bizim tabiri caizse yutacağımızı, göremeyeceğimizi düşünerek, sivil uçağa askeri malzeme yüklüyorsunuz ve bizim üzerimizden geçirmeye kalkıyorsunuz. O uçağı biz indiririz” (Vatan Gazetesi- 24 Ekim 2012) Dikkat edin, bizim göremeyeceğimizi diyor. Hâlbuki uçağın bir istihbarat (CIA) üzerine indirildiğini daha önce yine kendisi söylemişti. Davutoğlu, biz derken kimi kastediyor acaba?
Uçak krizinin sıcaklığı geçtikçe olay aydınlanmaya başladı. Uçak’ta ele geçirildiği söylenen Magnetron ve ‘Traveling Wave Tube’ (TWT) malzemeler radar sistemleridir. Bu malzemeler zayıf frekanslı sinyalleri yükselterek elektro manyetik dalga üretmek için kullanılıyor ve askeri malzeme olmadığı gibi kesinlikle silah parçası da değildir. Türkiye bir kez daha CIA tarafından yanıltılmış gözüküyor. Şimdi Rusya’nın cevabını beklediği sorular nasıl cevaplanacak? Rusya, uçakta bulunan Rus vatandaşlarıyla büyükelçilik görevlilerinin neden görüştürülmediğini ve vatandaşlarına yapılan kötü muamelenin cevabını bekliyor. İstihbaratı kimin verdiğini soruyor ve kargoyu geri istiyor. Kısaca hükümeti, tükürdüğünü yalayacağı bir süreç bekliyor. Tabii ki bu durum Türkiye açısından ilk olmayacak.
Uçak krizinin yarattığı bir başka sorun ise Suriye’nin konuyu BM’ye taşıması olacak. Suriye hava sahasının kapanmasının getireceği yeni ekonomik yüklerin nasıl karşılanacağı da belirsizliğini koruyor. Suriye hava sahası Ortadoğu ve Güneydoğu Asya’ya en kestirme yoldu. Türkiye bu imkânı da teperek uçuşlarda, hem en az yarım saat kaybedecek hem de her uçuşta 1500 dolarlık ek yakıt maliyeti binecek.
Rusya ve Suriye ile yaşanan uçak krizi daha bitmemişti ki bu kez Suriye’ye rutin insani malzeme (ilaç, mama, çocuk bezi vb.) taşıyan Ermenistan havayollarına ait sivil bir uçağın Erzurum’a indirildiği söylendi. Medyaya şov maksatlı uçak didik didik edildi. Halbuki daha önce de Suriye’ye insani malzeme taşıyan Ermenistan uçakları Türkiye’ye kargonun içeriğini bildiriyor, rutin bir aramadan sonra geçiş izni veriliyordu. Ermenistan, Türkiye’yi “maksadını aşmakla” ve “şov” yapmakla suçlayarak protesto etti.
Uçak kriziyle ilgili kamuoyu hep yanlış yönlendirildi. Sanki Türkiye Suriye meselesinde nötr (tarafsız) bir pozisyona sahipmiş gibi bir algı oluşturulmaya çalışıldı. Tüm dünya biliyor ki; Suriye’ye giden silahların, askeri malzemelerin, İslamcı militanların, paralı askerlerin, istihbarat elemanlarının çok büyük bir kısmının geçişi Türkiye üzerinden yapılıyor. ABD’nin başını çektiği emperyalist kamp işbirlikçilere uçak, gemi, kamyon ve hatta ambulanslarla çok sayıda ülkenin sahip olmadığı türde silahlar yağdırırken; bir devletin silah alımının engellenmesi bile başlı başına bir sorundur. Gerçekte tartışılması gereken; Rusya’nın veya başka bir ülkenin Suriye devletine silah sağlaması değil işbirlikçilerin silahlandırılmasıdır. Suriye hükümeti dünyada pek az ülkenin karşılaştığı türden bir abluka ve ambargoyla karşı karşıyadır.
Emperyalizmin Suriye üzerindeki tutumu kuzunun suyu bulandırma hikâyesinden farksızdır.
Suriye’de çatışmalar arttıkça ve süre uzadıkça Türkiye halkının ödediği ekonomik fatura da her geçen gün kabarıyor. Sadece sığınmacıların bir yıl içindeki bütçeye maliyeti 400 milyon lira.
Buna belediyeler ve diğer devlet harcamaları da eklendiğinde, bu rakam hayli kabarıklaşıyor. Suriye ile ilişkilerin kesilmesinin maliyetinin belki de en küçük kısmını sığınmacılar oluşturuyor. Suriye’den bir yılda 100 binin üzerinde tır transit geçiyordu. Eskiden 4 gün süren taşıma işi bugün gemilerle 20 gün sürüyor. Hem zaman hem de maddi kayıp çok büyük. Suriye ile ticarette özellikle G.Antep, Hatay, Kilis vb. çevre iller 3-4 milyar dolarlık bir hacme sahipti. Şimdi hayat bölgede durma noktasına gelmiş durumda. Suriye ile karayolları dışında şimdi hava sahası da kapalı. Suriye sınırına yığınak yapan ordunun yarattığı ekonomik yük de eklendiğinde, bütçedeki delik gittikçe büyüyor. Hükümet Suriye politikasının yanlışlarının faturasını yeni vergiler, zamlar vb. yollarla halka ödetiyor. Türkiye halkı hükümetin tüm çabalarına rağmen savaşa karşı duruşunu değiştirmediği gibi gün geçtikçe sesini daha güçlü çıkarmaya başladı. Tepkiler daha örgütlü ve gür yansımaya başladı.
Suriye Ordusu’nun başarıları, uluslararası siyasette savaş rüzgârının şiddetinin dinmesi, Rusya ve İran’ın daha sert çıkışlar yapması, hükümetin üst üste başarısız manevralara kalkışması, ekonomik yük ve son olarak halkın tepkilerinin giderek AKP’nin oylarını eritmesi gibi gelişmeler birbirine eklenince hükümetin Suriye politikasında gözle görülür değişimler ortaya çıkmaya başladı. Önümüzdeki süreçte dün kara dediklerine bugün ak demeleri kimseye şaşırtıcı gelmemeli.
Tezkere sonrası sanki Suriye ile savaşa girilecekmiş havasının olduğu bir dönemde Davutoğlu’nun “Geçiş hükümetinde… Faruk Şara olabilir. Anlatabiliyor muyum? Muhalefet de bu isimleri kabule yatkın. Beşar Esad ailesinin Suriye’deki son 20-30 yıl içinde sistemi anlama, yönetme kabiliyeti kadar da Faruk Şara’nın var. Ama Faruk Şara gayet akıllı ve vicdanlı bir tutumla bu son olaylarda, katliamların içinde yer almadı. Ama sistemi herhalde Faruk Şara’dan daha iyi bilen yok.” (Milliyet
Gazetesi- 07 Ekim 2012) biçiminde gündeme getirdiği teklif pek çok kişiye şaşırtıcı gelmişti.
Davutoğlu’nun açıklamasının şoku henüz geçmemişken bu kez Ekonomik İşbirliği Teşkilatı toplantısı için Azerbaycan’a giden Başbakan Erdoğan’ın, dönüşte gazetecilere yaptığı açıklama daha da büyük bir yankı uyandırdı. “Şimdi Brahimi’nin adımı var, Kurban Bayramı’nda ateşkes sağlayalım, temin edelim diye… Bu konuyu aramızda ortak destek beyanıyla karara bağladık… Ahmedinejad görüşmesi Suriye’yi kapsayan bir görüşme oldu… Biz üçlü bir sistem önerdik; Türkiye, Mısır, İran üçlüsü olabilir. Diğer ikinci sistem Türkiye, İran ve Rusya olabilir …”(CHA- 16 Ekim 2012) diyerek hükümetin şaşırtıcı biçimde bir ay içinde geldiği noktayı özetlemiş oldu. Daha bir buçuk yıl önce “Suriye’nin Dostları” adıyla İstanbul’da organize edilen, yüzün üzerinde ülkenin temsilci gönderdiği toplantıda Esad’ın ve BAAS rejiminin adını bile ağzına almak istemeyen; Emevi Camisinde namaz kılmaktan bahseden bir Başbakanın, İran ve Rusya ile Suriye sorununu çözmek (!) için bir araya gelmeyi kendisinin teklif etmesi ilginç.
Ayrıca İran ve Rusya’nın Esad’sız geçiş önerilerini üzerinde konuşmaya bile değer görmediği bir dönemde Türkiye’nin Esad öncülüğünde bir geçiş hükümeti fikrini de kabul ettiği söyleniyor. İşbirlikçilerin herhangi bir toplumsal tabanının olmadığı Suriye’de sürecin Esad ile yürütülmesini kabul etmek, yenilgiyi de kabul etmek anlamına gelir.
Türkiye’nin ne kadar ciddiye alınacağı da ayrı bir soru işareti ancak bu durum bile bölgede çok şeyin değişmekte olduğunun habercisidir. Ancak yine de Ortadoğu’da siyasetin kaygan bir zeminde yürütüldüğünü akıldan çıkarmamakta fayda var.
Sayı 38
(Kasım 2012 – Ocak 2013)