Kendini “ istikrar ve demokrasi gücü” ilan eden emperyalizmin yalan bombardımanı eşliğinde dünya, kaynamaya devam ediyor. Latin ülkelerinden İspanya’ya, Irak’tan Suriye ve Gürcistan’a kadar hemen her coğrafyada emperyalizmin halklara nefes aldırmayan müdahalelerine tanık oluyoruz. Tüm bu gelişmelerin doğru kavranması, arka planının görülebilmesi ve daraltılmış en küçük kesitte bile emperyalizmin etkisinin ayırdedilebilmesi; alternatif geliştirebilmek ve geleceğin biçimlendirilebilmesine irade koyabilmek için zorunlu bir koşuldur.
ÖNDER BABAT ÖLÜMSÜZDÜR
Yoldaşımız ÖNDER BABAT’ın 3 Mart Çarşamba günü dergi büromuzdan çıkarken katledilmesiyle eş zamanlı olarak gelişen saldırı, işkence, infaz ve katliamlar bütünlük içinde bir gerçekliğe işaret ediyor. İşte hem bu gerçekliğin ayırdında olmak hem de bütünün içerisinde parçanın (ÖNDER BABAT olayının) özgünlüğünü okuyabilmek için; ÖNDER’in katledildiği İmam Adnan sokağın ve hatta Türkiye’nin dışına çıkıp, sürecin fotoğrafını bir bütün halinde çekebilmek gerekiyor. İşte biz, konu bağlamında Büyük Ortadoğu Projesi’ne de değinerek, ÖNDER BABAT olayını, sürecin bütünlüğü içinde değerlendirme ihtiyacı duyduk. Önüne ne konursa onunla yetinen, kendine ait düşüncesi olmayan ve muhakeme yeteneğini geliştirememiş kesimler dışında, hemen herkesin böyle bir değerlendirmeye ilgi göstereceğine inanıyoruz.
ORTADOĞU, EMPERYALİZM (VE ABD) İÇİN NEDEN ÖNEMLİDİR?
Birincisi, Ortadoğu; dünyanın en önemli ticaret yollarından biridir, bir kesişim noktasıdır. Asya’yla, Avrupa ve Amerika arasındaki en önemli ticaret güzergahı Ortadoğu’dan geçmektedir. Mal ve hizmetlerin değişiminin global düzeyde yaygınlaştığı, arttığı bir dönemde; ulaşım yolları, ticaret yolları ve bunlar üzerindeki tam ve kesin denetim, büyük önem kazanmıştır.
İkincisi, bütün tartışmalara ve farklı arayışlara rağmen, enerji konusunda, emperyalist- kapitalist sistem, hala petrol alternatifi olabilecek bir enerjiyi ikame edebilmiş değildir. Bir başka ifadeyle; alternatif enerji kaynaklarını gündeme getirebilecek kadar, bu alanda bir tekelleşme yaşanmadığından; petrol ve petrol ürünlerine dayalı dev tekellerin dünya hegemonyasından, otomotiv tekelleriyle birlikte dünya genelindeki egemenliğinden söz edilebilir.
Emperyalizmin, Ortadoğu’daki petrol kaynakları üzerinde uzun dönemdir denetimi var ise de bunun şu veya bu şekilde, birkaç aylık dahi olsa kesintiye uğramasına tahammülü yoktur. Bu nedenle, çok uzun dönemli, kesin ve kalıcı bir denetim amaçlamaktadır.
Yirminci yüzyılın özellikle ikinci yarısından sonra, emperyalizmin petrol kaynakları üzerindeki denetim çabaları, sosyalist sistemin varlığı sebebiyle, tatmin edici boyutlarda sonuç vermemişti. Sosyalist sistemdeki etkisizleşme sonrasında ise, Ortadoğu’daki güç dengeleri, ayakbağı oluşturmaya devam etmiştir. Fakat tüm bu süreçlerde ABD’nin her zaman için bu yönde gayretleri olmuş; senaryolar geliştirmiş, farklı olanakları zorlamıştır. Aynı zamanda emperyalizmin bütünüyle öncüsü olma misyonunu da üstlenen ABD’nin bu konumuna, diğer emperyalist ülkelerden bugüne dek önemli bir itiraz gelmemiştir. Ortadoğu’da böyle bir politikanın büyük oranda askeri araçlarla gündeme geleceği, askeri araçlara dayanmadan güçlü bir egemenlik sağlayabilme koşulunun olmadığı biliniyor. Bugün için bu boyutta güçlü bir askeri mekanizmaya sahip tek güç ABD’dir. Ancak, ABD’nin, bu tür radikal adımlarına ve Ortadoğu’yu yeniden biçimlendirme projelerine, diğer emperyalist ülkelerden tepki gelmemesinin asıl nedeni çıkar ortaklığıdır.
Petrol ve petrol kaynakları üzerinde emperyalizmin denetiminin kurulması, tüm ticaret yolları üzerindeki tam ve kesin denetimin sağlanması; bütün emperyalist güçlerin ortak beklentisidir. Ama bu çerçevede başat rol oynama konusunda ABD’nin ataklığına diğerlerinin “ dur” deme şansı yok. Çünkü artık bütün ülkelerin sahip olduğu iç siyasal dengeler, ekonomik ve askeri olanaklar birbirinden farklıdır. Örneğin ABD, kendi kamuoyuna Ortadoğu’da en radikal politikaları, belirli oranlarda da olsa, benimsetebildi. Ama aynı şeyin Fransa ve Almanya için olabileceğini söylemek zordur. Çeşitli avantajlarına rağmen Blair bile aynı şeyi kendi toplumuna kabul ettirebilme konusunda en azından bir Bush kadar rahat değildi.
AB devletlerinin, halk tepkisinden kaynaklanan nedenlerle ABD’nin Irak politikasına birebir destek vermemiş olması; petrol kaynakları üzerinde kurulmak istenen hakimiyetten rahatsız olacakları anlamına gelmiyor. Çıkar örtüşmeleri olmasa dahi; bölgede, emperyalizmin genel varlığını tehdit edebilecek şu veya bu nitelikteki siyasal odakların olmasındansa, ABD’nin o alanda tam ve kesin egemenliğinin olması ehvenişer görülebiliyor. BM içerisinde Almanya ve Fransa’nın son süreçte itirazlarını daha düşük perdeden yansıtıyor olmaları ve bu kervana Rusya’nın da katılmış olması aynı nedenledir. Hele ki ABD işgal sonrasında, bu ülkelere belirli oranlarda taviz vermiş veya en azından Irak’taki petrol kaynaklarının paylaşımı konusunda, daha önce yapılmış olan anlaşmaların geçerliliğini kabul etmiş olsaydı; hemen hiçbir tepki oluşmayacaktı.
Egemenlik ihtiyacında tayin edici rolü petrolün oynuyor olması, ABD’nin projelerinin kapsamını Ortadoğu’nun dışına da taşırıyor. Çünkü dünyada pazarlanabilir petrolün ikinci bir odak noktası da Kafkaslar çevresidir. Ancak bu bölgeyi kapitalist pazarla ilişkilendiren güzergahlar Ortadoğu ya da Türkiye çevresinden geçiyor. Bu bağlamda artık, petroldeyince Ortadoğu ve Hazar’ı birlikte düşünmek gerekiyor. 21. yüzyılda dünyada pazarlanabilir nitelikteki petrolün yüzde sekseninin bu iki havzada olduğu artık biliniyor. Kısacası, ABD’nin Ortadoğu ve Kafkaslar’a global anlamda kendi uzun dönemli talepleri doğrultusunda müdahalede bulunma ve bu bölgeyi yeniden biçimlendirme çabasının arkasında kapitalizmin ve emperyalizmin petrole olan bağımlılığı ve bu alan üzerinde tam ve kesin denetim beklentisi yatıyor. Bu sürecin en önemli dinamiklerinden biri, petrol tekellerinin ikincil bir enerji kaynağının ortaya çıkışını engelleyebilecek güçte olmasıdır. Bunun yanında, ana ticaret yolları üzerindeki denetimin ve askeri anlamda nüfuz alanlarının arttırılması (üs kurmak, vb.) ikinci bir neden olarak sayılabilir.
ORTADOĞU’YU BUGÜN YENİDEN BİÇİMLENME NOKTASINA GETİREN DİNAMİKLER NELERDİR?
Sorunun odağında petrol gibi temel bir ihtiyaç var ise de ABD’nin (emperyalizmin) Ortadoğu’da topyekün bir değişikliği hedefleyecek arayışlara girmesi, daha kapsamlı nedenler üzerine oturuyor.
Bugüne dek Ortadoğu’da, birkaç ülke dışında emperyalizmin egemenliği zaten vardı. Hatta İran’ı bile bu çarkın dışında saymamak gerekiyor. ABD tarafından tecrit edilmiş de olsa; Almanya, İngiltere, İtalya gibi ülkelerle yakın ilişkiler geliştirerek, bu barajı aşmayı başarmıştı. Bu süreçte, mollaların oluşturmuş olduğu çarşı burjuvazisi hızla tekelleşmiş ve emperyalizmle bütünleşmek için can atan bir noktaya gelmiştir. Bu anlamda İran, hiçbir zaman emperyalist–kapitalist sistemin dışında olmadı. Son süreçte Şiilerle ABD arasında kurulan ilişkiler; geçmişte ABD ile mesafeli olunan sürece bile kuşkuyla bakmayı gerektiriyor. Ancak Irak ve Suriye’nin durumu farklıydı. Irak’ın petrol, vb. alanlarda gerçekleştirilen millileştirmelerle emperyalist pazarın dışında bir konumu gerçekten vardı. Aynı şekilde Suriye’nin, uluslararası tecrit edilmişlik koşullarından da olsa, benzer bir konumda olduğunu söyleyebiliriz.
ABD’nin Ortadoğu’da egemenliğinin olduğu ülkelerde bu egemenlik, genellikle en gerici siyasal rejimlere açık ve kesin destek vererek; bu gerici siyasal rejimlerin kendi halkı üzerinde en zorba yöntemlerle tahakküm kurmasına izin ve destek vererek sürdürülüyordu. Ama bugün artık bu politikaların sonuna gelindi. Ortadoğu’da söz konusu gerici rejimlerin ayakta kalabilmesine güç veren olgulardan biri de Filistin sorunuydu. En gerici rejimler, Filistin’e sundukları sembolik de olsa kimi destekler sebebiyle, Filistin olgusunun arkasına gizlenebilme ve konumunu meşrulaştırma şansı yakalamıştı. Örneğin S. Arabistan, Filistin hareketine vermiş olduğu cüz’i parasal destekle (siyasal destek değil) kendisini bütün Arap dünyasında Filistin’in hamisiymiş gibi gösterebilmeyi başardı. Aynı şey Mısır veya Körfez ülkeleri için de geçerli. Bu rejimler, Filistin davasının arkasına gizlenerek egemenliklerini sürdürmüş ve hatta Ortadoğu’da ABD’nin yerleşmesine sağladıkları desteği gölgeleyebilmişlerdi.
Gerek sürecin kendi iç evrimiyle gerekse Körfez Savaşı’nın hızlandırıcı etkisiyle, kamuflaj malzemelerini yitiren ve halkları nazarında nitelikleri açığa çıkan gerici Arap rejimlerine karşı güçlü bir muhalefet odağı oluşmaya başladı. Artık ABD’nin bu gerici rejimlere dayalı olarak Ortadoğu’da egemenlik sürdürme ve politika yapma şansı giderek zayıflıyor. Kaldı ki ABD’nin önümüzdeki süreçte şu veya bu şekilde sekteye uğrayabilecek bir egemenliğe değil; on yıllarca sürecek kalıcı ve istikrarlı bir hegemonyaya oynadığı; bu yönde insiyatif arayışı içinde olduğu çeşitli vesilelerle biliniyor. Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde ABD; bugün işbirliği halinde de olsalar, bölge rejimlerini yeniden düzenleyecek, her türlü muhalif odağı ortadan kaldıracak, uzun süreli istikrar içeren yapılanmaları tesis edecek topyekün bir müdahale amaçlıyor.
Daha önce de söylediğimiz gibi ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesinde din öğesi temel argümanlardan biri olacaktır.
“ Etkileyicilik gücü aşınmaya uğramış olan sosyalist ideolojinin yerine, kitleleri sınıf bilincinden uzaklaştıracak ve bu dünyada maddi yaşam koşullarını iyileştirmek için mücadele etmek yerine, öteki dünya için hazırlığa motive edecek; dolayısıyla, bu dünyadaki direnme gücünü bir biçimde kıracak bir güce ihtiyaç duyuyor. İşte son gelişmeler, din olgusunun bu amaç için en uygun araç olarak seçildiğini gösteriyor. Emperyalistler için din, önümüzdeki süreçte de yeniden sol bir toparlanış kendini dayattığında, bunun önünü kesmenin araçlarından biri olarak görülüyor. Bu, sadece ABD’nin Ortadoğu’da günü kurtarmaya yönelik bir politikası değildir. Müslüman ülkelerde İslamiyet, diğer ülkelerde Hıristiyanlık ya da öteki dinler, sol düşüncenin önünü tıkamanın ve halkları uzun süre teslim almanın bir aracı olarak, yukarıdan aşağıya bilinçli bir şekilde gündeme getiriliyor.” (SEÇİM SÜRECİNDE TÜRKİYE, s.9, D.H. Yayınları )
ABD’nin FAS’tan ÇİN’e kadar uzanan coğrafyada egemenlik hesaplarının projelendirilmiş adı olan BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) çerçevesinde, kendisine biçilen rol gereği geçtiğimiz günlerde Türkiye’de temaslarda bulunan Ürdün Kralı Abdullah’ın ağzından yansıyan ifadeler tekelci medyada büyük rağbet gördü. Türk- Ürdün İş Konseyi’ nde yaptığı konuşmada Kral Abdullah “ Ilımlı Müslümanlar aşırılara karşı ayağa kalkmalı… Müslümanlar, çoğunluk olarak, aşırılara ‘ Yeter artık, Kur’an bunu söylemiyor, İslam böyle değil’ diyebilmeli” mesajını verdi. Bu mesajın, 11 Eylül saldırısının birinci yıldönümünde ABD Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’ndeki içerikle uyumu dikkat çekicidir. Belgede şöyle deniyordu: “ İslam dünyasının geleceği gibi konularda karşıt değer ve fikirler arasında bir muharebe başlamıştır. Bu muharebe; diplomasi, ekonomik yardım, IMF ve Dünya Bankası gibi araçlar eliyle yürütülecektir.” Aynı şekilde, ABD yönetimine yakınlığıyla bilinen New York Times yazarı Thomas Friedman, 10 Ağustos 2003 tarihli makalesinde “ Batı, İslam ile askeri bir savaşı engelleyecekse, İslam içinde bir fikirler savaşı yaşanmalı” diyordu. Tüm bu veriler aynı gerçeğe işaret ediyordu: Ortadoğu halklarını zapt-u rapt altına almak için her yolu mubah gören ABD, amaçladığı “ düzen” için kimi çatışma ve saflaşmaları “ dini temelde” yönlendirmeyi amaçlıyor. Böyle bir projede ezilen halkların hiçbir çıkarının olmadığı ise, ABD’nin tüm sabıkalarında gizlidir.
Hemen tüm saldırganlıklarına, şirin bir maske takmayı alışkanlık haline getiren ABD, BOP’u da “ demokrasi, insan hakları ve kadın hakları” maskesi ile kamufle etmektedir. Bu sürece NATO’ nun bir bileşen olarak dahil edilmesi, projedeki askeri boyutun önemine ve büyüklüğüne işarettir. Farklı koşullarda, farklı ihtiyaçlar temelinde gündeme gelmiş ve biçimlenmiş olan NATO’nun İstanbul’da yapılacak toplantıda, yeni sürece göre biçimlenmesi gündeme gelecek.
Ürdün Kralı Abdullah gibi BOP’un tellallığını yapan Tayyip Erdoğan’ın önümüzdeki süreçte Türkiye’nin daha aktif rol alması için canını dişine takacağı biliniyor. Ocak ayında yaptığı Washington ziyaretinde aldığı direktifler Al Ahram el Arabi’de şöyle özetlenmişti: “ Türkiye, islam dünyasının geri kalanına din adamları yollayacak ve bu sevkiyatın amacı İslami öğretiyi dua ve oruç ile sınırlamak olacak.” (Abdulhalim Gazali, 21 Şubat 2004)
Son olarak, İsrail Başbakanı Ariel Şaron’u ziyaret eden ve gizli bir görüşme yapan Kral Abdullah’tan; Şaron’un, Filistin topraklarında inşa edilen ırkçı duvara karşı çıkmamasını istediği, buna karşılık Abdullah’ın da İsrail ordusunun Gazze’den çekilmesi halinde “ kaos olabileceği” uyarısında bulunduğu ve bu yönde bir beklenti ifade ettiği basına yansıdı.
Ortadoğu’nun, emperyalizmin ihtiyaçlarına göre yeniden biçimlendirilmesi sürecinde uygulanan politikalar ikili bir boyut taşıyor. Birincisi, halk içerisindeki etnik, dinsel, vb, farklılıklar dahil, en küçük çelişmeler kaşınmakta ve her biri çok önemli farklılıklarmış gibi lanse edilerek körüklenmekte ve bunların özgürleşmesi kisvesi altında halk güçlerinin parçalanması, küçük küçük lokmalara çevrilmesi amaçlanıyor. İkincisi, Türkiye’de olduğu gibi birçok ülkede o güne kadar oluşturulan bütün demokratik yapı ve değerler yıpratılarak, onun yerine dinsel, etnik motifler ön plana çıkarılıyor ve bu eksende yeni bir örgütlenme teşvik ediliyor. Sonuçta bugün Ortadoğu’da bir bütün olarak etnik temelde, dinsel temelde farklılaşan küçük küçük grupların bir arada bulunmasını sağlayabilecek çok gevşek bir federasyona gidiş gözleniyor. Bağımsız tavır alabilme veya askeri olarak direnme kabiliyetini de büyük oranda öldüren bu parçalanma eşliğinde, ABD’nin hamiliği devreye sokuluyor. Her ülkede, mutlaka parçalanma olmasa da demokratik değerlerin gelişip örgütlü güçlerce bayraklaştırılmasını önlemek için ne gerekiyorsa yapılıyor. Örneğin Suudi Arabistan’da, tabanda gelişen güçlü bir demokratik muhalefet var. ABD orada hem bu demokratik yapının önünü kesmeyi, hem de çürümüş olan mevcut rejimin yeni muhalefet odakları yaratmasını önlemeyi; böyle bir potansiyeli bütünüyle tasfiye etmeyi amaçlıyor. Emperyalist tekeller aracılığıyla, oradaki maddi kaynaklara el koyabilmeyi de tasarlayan ABD, demokratik değerleri tasfiye edebildiği oranda, onların yerine İslam’ın yeni bir yorumunu ikame etmek istiyor.
Büyük Ortadoğu Projesi’nin kapsamında yer alan ve İslamiyet’i ehlileştirme olarak da adlandırılabilecek gelişmeler Vakit, Yeni Şafak dahil burjuva medyada destekleniyor ve böyle bir eğilimin fikri alt yapısı örülüyor. İnsanların, bugünün maddi yaşam koşullarını iyileştirmek üzere güçlü demokratik talepler geliştirmek yerine; dinsel, ulvi motiflerle ve bu çerçevedeki örgütlenmelerle yetinmesi amaçlanıyor. Türkiye’de başörtüsü üzerinden yürütülen mücadele de bunun bir başka versiyonudur. Toplumun tümünü etkileyecek köklü demokratik talepler yerine salt görüntüde kalan bu tür simgelerle yetinmesi sağlanıyor.
Ortadoğu’nun, %90 oranında Müslümanların yaşadığı bir bölge olması, BOP’un ağırlıkla Müslüman kesimlere uygun politik adımlar içermesini beraberinde getiriyor. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu projenin bir özelliği de güçlü ulus devletler yerine, Basra Körfezi’ndeki gibi küçük şeyhliklerin veya kolay yutulabilir küçük lokmalar haline getirilmiş bileşenlerin (Federatif biçimi de olabilir) tercih edilmesidir. Buna “ Ortadoğu’nun Balkanlaştırılması” da diyebiliriz. Tabii Türkiye, İran gibi güçlü bürokratik mekanizmalara sahip ülkelerden veya çıkar uyuşmazlığı sebebiyle farklı kesimlerden bu tür adımlara karşı bir direnç de gelecektir. Ancak bu proje, zaten 21. yüzyılın en az ilk yarısını kapsayacak makro adımlar eşliğinde düşünülüyor. Ayrıca, şu anda bu proje ABD’nin kendi projesi gibi görünse de, gerçekte bu adımlar AB’den veya diğer emperyalist ülkelerden bağımsız değildir. Dikkat edilirse şu ana kadar AB ülkelerinden herhangi bir çatlak ses çıkmadı. Öyle sanıyoruz ki bu uyum, Haziran ayındaki NATO toplantısında çok daha somut biçimde kendini gösterecektir.
BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ’NDE TÜRKİYE’NİN YERİ
Projenin büyüklüğü, aynı zamanda imkan ve araçların da büyüklüğünü gerektirir. Atlas Okyanusu’ndan Çin’e kadar uzanan bölgede topyekün bir müdahale; bölgede çok güçlü askeri araç ve imkanlara sahip olmayı gerektirir. Tüm sınırlanmalara ve imkansızlıklara rağmen Irak’ın ABD’yi Ortadoğu’da ne gibi sorunlarla başbaşa bırakabildiği düşünülürse, meselenin boyutu daha gerçekçi verilerle kestirilebilir. Belki ABD bu süreçte, Gürcistan’da olduğu gibi, politikalarını silaha başvurmadan farklı araçlarla sürdürebilecektir. Ama, o durumda dahi, bu tür radikal adımların çok güçlü bir askeri tehdide dayanmadan atılması zordur. Bu çerçeveden bakıldığında, ABD’ye böyle bir desteği verebilecek ve ABD’nin güvenebileceği ülke olarak akla ilk gelen Türkiye oluyor. Türkiye’nin uygunluğunu besleyen faktörlerden biri de kamuoyunun mevcut siyasal sürecin dışında büyük oranda tutulabilmiş olmasıdır. Kendilerini ilgilendiren çok somut talepler konusunda bile insanların konumlarını değiştirmediği, atıl kaldığı bir ülkede, medyanın güçlü desteğini de arkasına alan AKP; her türlü politikayı gerçekleştirme, radikal adımlar atma konusunda kendinden emin görünüyor. Bu sonuç, birdenbire oluşmadı. Türkiye uzunca bir süreç içerisinde bilinçli adımlarla; ekonomik, askeri ve siyasal olarak bu noktaya getirildi. Ve ABD’nin hemen her talebine “evet” diyen bir yapı ortaya çıktı.
ABD’nin Ortadoğu politikaları karşısında AKP ile ordunun farklı bir duruş noktasında olduğu, aralarında ciddi çelişmelerin bulunduğu biçiminde bir yaklaşım kimi çevrelerce özellikle öne çıkarılıyor; Ancak bu, gerçeği yansıtmıyor. Ordu içerisinde, kimileri emekli olan bazı subayların, şu veya bu şekilde yayın organlarına da yansıyan biçimde demeçler vermiş olması, hiyerarşik bir yapıya sahip olan ordunun, ABD tarafından dayatılan politikaya radikal bir karşı duruş içinde olduğu anlamına gelmiyor. Aksine, Türkiye ordusu, ABD’nin bölgede güvenebileceği en önemli güçlerden biridir. NATO toplantısının Türkiye’de yapılacak olması da bu çerçevede bir tercihtir. Türk ordusu, Kürt sorunu gibi bazı çekinceler dışında, BOP’a doğrudan destek verecek noktadadır. Tersten söylersek; ABD, Kürt kartını oynayarak Türkiye’deki devlet bürokrasisinde her şeyi, böyle bir politikanın aracı haline getirebilecek durumdadır.
ABD’nin Ortadoğu için ılımlı İslami siyasal bir modeli öngördüğü ve bunun için özelde AKP’ye genelde Türkiye’ye özel bir önem atfettiği biliniyor. İdeal edilen modelin prototipini Türkiye’de oluşturma konusunda yakalanmış olan işbirliği ABD için önemlidir. Geriye dönerek toparlarsak; Türkiye’nin
Ortadoğu’daki jeopolitik durumu, siyasal iktidarın niteliği ve 50 yıllık NATO örgütlenmesi içerisinde ordunun konumu; ABD’nin, Türkiye olmadan Ortadoğu’da BOP gibi çok radikal bir adım atamayacağını gösteriyor. Özellikle Irak’ta çarpmış olduğu kaya, ABD’yi çok daha sağlam temellerde askeri bir işbirliğine zorlamış görünüyor. Artık çok iyi biliniyor ki; savaş, havada da olsa, en modern teknolojinin ürünü silahlarla da yapılsa, oldukça güçlü bir cephe gerisine her zaman ihtiyaç vardır. Bunun için de Ortadoğu’da en uygun ülkenin Türkiye olduğu biliniyor. Türkiye de böyle bir politikaya kendini kamuoyuyla, medyasıyla, siyasi iktidarıyla hazırlamış görünüyor.
DOĞRU TUTUM ALABİLMEK İÇİN OLGULARIN FOTOĞRAFINI ÇEKMEK YETMEZ
Bizlerin yazı boyunca Ortadoğu’dan çektiği global fotoğraf, pek çok kesim tarafından görülen bir olgudur. Demokrat insanlar da milliyetçiler de faşizmin maşası olmuş kalemler de bu konuyu tartışıyor. Ancak, fotoğrafın görülmesi konusunda değil de, fotoğrafın karşısında tavır belirleme konusunda insanlar arasında çok büyük farklılıklar var. Büyük bir kesim her şeye rağmen çıkışı ABD ile işbirliğinde görüyor. ABD’nin artık bütün dünyada politikaları belirleyen bir güç olduğu, ona karşı durmak yerine o politikaların bir yerlerinde yer almanın daha gerçekçi olacağı biçimindeki yaklaşım, yaygın bir eğilim halini almıştır. Yani fotoğraf doğru çekildiği ve bu politikanın Türkiye ve Ortadoğu halklarına nelere mal olacağı bilindiği halde bu politikalar mutlak ve önlenemez varsayıldığı için, mücadeleyerine eklemlenme tercih edilmektedir.
Sol veya sosyal demokrat geçinen pek çok kesim artık antiemperyalizm olgusunu gündemine dahi almaktan uzak duruyor. ABD artık emperyalist bir güç olmaktan çok, günün somut gerçekliği olarak görülüyor ve benimseniyor. Bunun dışında, mevcut fotoğrafı görüp, tavır belirleyenler arasında; geleneksel Kemalizm’in bitmiş olan milliyetçilik eğilimine sığınan, hatta onun en gerici yönlerini yücelterek bugüne taşımaya çalışan faşist hareket, İP, ADD, vb’nin oluşturduğu bir bloklaşma var. Bunlar da emperyalizmin politika ve uygulamalarına karşıymış gibi görünüyor, böyle bir söylem kullanıyor. Gerçekte ise bu karşı duruşun sınıf kökenlerine sahip olmadan, yani kapitalizme karşı olmadan antiemperyalist olunamaz. Çünkü artık emperyalizm sadece dışsal bir olgu değildir.
Örneğin Türkiye’nin maddi yaşamının her anında ve her yerinde emperyalizmin varlığı söz konusudur. Bu nedenle, emperyalizmi salt soyut, uzaktaki bir askeri güç olarak görüp, kendi içindekini görmemek, ona göre politika belirlememek, var olanı kanıksamayı ve giderek işbirliğini beraberinde getirir. Sahip olunan çelişmeli duruş sebebiyle bu tür kesimlerin tutarlı bir tavır içerisinde olmaları mümkün değildir.
Milliyetçilik kavramı etrafında örülen kirli ağın taraflarından birinin, dünden bugüne tekelci burjuvazinin en temel dayanaklarından biri olması (faşist hareket), milliyetçilik olgusunu faşizmle birbirini çağrıştıracak kadar netameli kılıyor . Bu eksendeki bir hareketin, bugünün sorunlarını aşmada üretebileceği hiçbir çözüm ve halklara verebileceği hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla, söz konusu kesimin şu anda varmış gibi görünen muhalefeti, ne emperyalizm ne de siyasal iktidar tarafından ciddiye alınıyor.
Türkiye’deki siyasal eğilimlere, odaklara bakıldığında bugüne kadar çok önemli bir radikal odakmış gibi görünen Kürt hareketi de bir dönem için taşımış olduğu gerçekten ciddiye alınabilecek demokratik muhtevaya rağmen, özellikle ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ndeki bazı kırıntıların kendilerine de bir yaşam zemini hazırlayabileceği düşüncesiyle, siyasi arenadan büyük oranda çekilmiş ve ABD’nin söz konusu projesinin bir parçası olma noktasına gelmiş durumdadır.
Mevcut panorama içerisinde yukarıda fotoğrafı çekilen manzaraya çok somut bir şekilde, bilimsel olarak karşı çıkabilen, karşı duruş sergileyebilen, yani emperyalizmin sınıfsal temellerini de ortaya koyabilen, Ortadoğu’da halkların kardeşliği ile emperyalizme karşı verilecek mücadeleyi sentezleyebilen devrimci bir yapı, ister istemez diğerlerinden farklı algılanacak ve dikkat çekecektir.
GELECEK VAADEDEN YAPILAR HER DÖNEM EMPERYALİZMİN HEDEFİ OLMUŞTUR
Bilinir ki Marksizm, onu tekrar edenlerin değil, özünü taşıyabilen ve an’a izdüşürebilenlerin şahsında yaşar. Bugün eğer emperyalizm, Ortadoğu halklarını, birbirine düşmanlaştırabilecek tarzda küçük parçalara ayırmak gibi bir politika sürdürüyorsa, bunun alternatifi, Ortadoğu’da halkların kardeşliği ekseninde bir politika sürdürmektedir. Eğer emperyalizm halkları yalnızlaştırma politikası sürdürüyorsa, bunun alternatifi yine halkların kardeşliğini ve ortak mücadelesini ön plana çıkaran bir ideolojik kimlikte ısrardır. Eğer emperyalizm mutlak, şirin ve kurtarıcı olarak gösteriliyorsa; onu teşhir etmek, sınıfsal temellerine işaret etmek; antiemperyalizmin antikapitalizmden ayrılamayacağını anlatmak ve içsel bir olgu olduğunu ısrarla hatırlatmak bir görev olmalıdır. Eğer kapitalizm, bir çözüm olarak gösteriliyorsa, onu tüm insandışılaşmış karakteriyle teşhir etmek, alternatifinin sosyalizm ve gerçek bir halk demokrasisi olduğunu her vesileyle ortaya koymak; ideolojik sağlamlık ve fikri tutarlılık iddiasında olanlar için bir zorunluluktur. İşte böyle bir perspektif ve değerlerde ısrar, dostun da düşmanın da dikkatini çeker.
ÖNDER BABAT ONURUMUZDUR
İdeolojik çözülme, örgütsel deformasyon, fikri tahribat konusunda etkili yöntemler geliştiren; satın alma ve teslim alma konusunda başarılı olan; sendikal yapılar dahil, pek çok alanda, örgütsel oluşumları yedeklemeyi veya içini boşaltmayı başaran emperyalizm; bu yönelimin önünde engel oluşturma potansiyeli taşıyan bir çakıl taşına bile tahammülsüzdür. Bu nedenle diyebiliriz ki DEVRİMCİ HAREKET; yayın çizgisiyle, yaptığı açıklamalarla, gerçeklere işaret etmedeki istikrarı ve norm oluşturmadaki ısrarıyla onları rahatsız etmiştir. Ayrıca 90’lı yıllardan bugüne sosyalizme dair dünya ölçeğinde örülen tahribat ve güvensizliğin sol kesimlerde dahi önemli oranda karşılık bulmuş olması, bağımsızlık demokrasi ve sosyalizm bayrağını yükseklerde tutma ısrarı gösteren tüm kesimleri hedef haline getirmiştir.
ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik projeleri, 10 yıllara yayılan topyekün bir saldırının birbirini tamamlayan parçalarıdır. Ülkemizde son günlerde yoğunlaşan infaz, katliam ve işkence fiilleri de bu sürecin parçalarıdır. Ancak ÖNDER BABAT cinayeti, bu toplam içerisine girse de Türkiye’de 10 yıllardır “ ilk” sayılabilecek nitelikler taşımaktadır. Saldırının tasarlanmasından gerçekleştirilme biçimine ve amacına kadar taşıdığı özgünlük, onu “ ilk” kılıyor.
Daha önce de belirttiğimiz gibi insanlar, yukarıdan aşağı müdahalelerle, medya yoluyla, hazırlanan ekonomik ve siyasal krizlerle yaşamlarını doğrudan ilgilendiren sorunlara dahi tepki gösteremeyecek hale getirilmiştir. İnsanları sarsacak, yol gösterecek, farklı tavır almaya sevk edecek kesimler de yok değildir. Özellikle Amerikan saldırganlığının bu kadar pervasız boyutlarda sürdüğü/süreceği düşünülürse; şu günkü konumları ile büyük bir tehdit oluşturmasa dahi, sürece bakışlarıyla, ABD’nin bölgedeki uzun dönemli projelerine sekte vurabilecek kesimlerin neden ortadan kaldırılmak isteneceği daha kolay görülür.
ABD, kendisine karşı, politikalarına karşı direnç oluşturan her olguya düşmandır. Bu düşmanlık bazen Filistin’de İsrail bombası, Irak’ta veya Guantanamo’da ABD zulmü, Latin Amerika’da darbe, Türkiye’de kurşun, jop veya işkencedir. Bu tür fiili saldırılar gibi, emperyalist sermayenin lehine yapılan düzenlemeler de genellikle gerçek nedeninden koparılarak, tekil bir olguymuş gibi yansıtılır ve tepkilerin sisteme yönelmesi önlenmeye çalışılır. İşte ÖNDER BABAT cinayetine yönelik olarak başından beri özel gayretlerle yaratılmak istenen yanılgı; cinayetin failleri ile devlet/sistem arasında ilinti kurulmasını önleme amaçlıdır. ÖNDER BABAT, polisin ilk etapta iddia ettiği gibi “ başına taş düşmesi” sonucu veya “ kaza kurşunu” yla ölmüş olsaydı kişisel bir mesele olarak kalacak ve o haliyle kapanacaktı. Ancak, bunun bir siyasal cinayet olduğu, tasarlanarak gerçekleştiği bilinir ve arka planını gösterebilen bir perspektifle bakılabilirse; saldırının, ÖNDER’in temsil ettiği düşünce sistematiğine, siyasal tavır alışa ve değerler bütününe olduğu görülür . Yani bu saldırı, devletin “ derin” kesiminin veya “kendini bilmez” birilerinin “münferit” davranışı değil; çok daha üst düzeyde, emperyalizmin Ortadoğu’daki çaba ve çıkarlarıyla tam bir bütünlük ve uyuşma içinde olan kesimlerinin bilinçli bir hareketidir.
Eylemin yapılış biçimi, çok basit örgütlenmelerin altından kalkabileceği türden değildir. Mesela Mason Locası’na yapılan bombalama olayı gibi çok basit düzeyde örgütlenmiş bir askeri eylem değildir. Aksine, ancak nitelikli kadroların gerçekleştirebileceği tarzda, üst düzeyde bir eylemdir. Türkiye’de daha önce bombalarla, kurşunlarla veya başka türlü siyasal cinayetler işlendi. Özellikle Kürdistan‘da Hizbullah aracılığıyla vahşice pek çok cinayet işlendi. Bir çok değerli/nitelikli insan katledildi; ama bu boyuttaki profesyonellikte ve bu içerikte eylem hemen hiç gerçekleşmedi diyebiliriz. Bu nedenle saldırı, “ bir kişiyi kurşunlama” dan ibaret algılanırsa, çapı ve özü ıskalanmış olur.
Saldırıyı, Haziran ayındaki NATO toplantısı ile de ilişkilendirebilmek mümkündür. ABD’nin üst düzey yöneticilerinin herhangi bir yerde toplantı yapacak olduğu durumlarda, sembolik düzeydeki bir tepkiye dahi tahammülü olmayan bir saldırganlıkla zeminin önceden hazır edildiği bilinir. Son olarak DTÖ’nün Cancun’da yapılan toplantısı öncesinde şehir boşaltılıp kuşatılmıştı. NATO toplantısının boyutu/niteliği düşünüldüğünde, mevcut ve muhtemel saldırılarla, toplantıyı ilişkilendirebilmek zor olmayacaktır.
Haziran’ı önceleyen sürecin, küreselleşme karşıtlarının niteliği ile de ilintili bir boyutu var. Bu kesimlerin çoğu, sınıfsal içerikten yoksun bir konumdadır. Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu’nun Çağlayan’daki ilk mitinginde yansıyan dar ve içeriksiz duruş hatırlanmalıdır. DEVRİMCİ HAREKET’in o süreçte, yönteme ve içeriğe dair yaptığı uyarılar; daha sonra ve bugün yaptığı pek çok uyarıdan farklı değildir. Önümüzdeki süreçte dünya genelindeki küreselleşme karşıtlarının eylem alanı olacak olan İstanbul’da; radikal ve tutarlı bir düşüncenin, çeşitli araç ve yöntemlerle süreci doğru bir zemine çekme olasılığı; bundan rahatsızlık duyabilecek güçlerce engellenmek istenmiştir/istenecektir.
Dikkat edilirse son 20-25 yıldır Türkiye solu güncel politika yapmayı adeta unutmuş durumda. Solun gündemi yakalayamamasının nedenlerinin başında bu geliyor. Bu; tutukluk, kendini tekrar, üretimsizlik ve kan kaybı demektir.Güncel politika üretebilmek, sistemin her saldırısına anında farklı bir duruşla yanıt verebilmek, halka da örgütlü yapılara da yol göstermek nedenli önemliyse; bu, sistem için de o denli tehlikelidir . ÖNDER, bu konuda kabuğunu kırmış ve bir odak olma yolunda ciddi mesafeler katetmiş olan bir hareketin öznesi olarak vuruldu.
Gazetelere verdiğimiz ilanlarda da belirttiğimiz gibi, ÖNDER yoldaş, özellikle dergi büromuzun önünde vurulmuştur. Biz mesajı aldık. Korktukları için yaptılarsa, onları daha çok korkutacağız. Bizi eksiltmek için yaptılarsa, daha çok çoğalacağız. Biz halkız. Tarihin hiçbir evresinde vurularak tükendiğimiz görülmemiştir. Gerçekleri haykırmaya devam edecek ve hesap soracağız.
Sayı 13
(Mayıs – Temmuz 2004)