İNSANLIK ONURU İŞGALCİLERİ YENECEK
“ Dün kara dediğine bugün ak diyenlerin değerleri bulanmış demektir. Bu, kaygan ve pragmatik bir duruştur.Kayganlık her an düşmeye, pragmatizm, dostla düşmanı karıştırmaya sebep olabilir.” (Devrimci Hareket; Güncel Defterler:2)
1 Mayıs, bizler açısından taşıdığı önemin yanında; 2003’ten itibaren, “ Irak’ta savaşın bittiğinin” resmen ilan edildiği gün olarak da hafızalara yerleşti. Geçen senenin 1 Mayıs’ını hatırlıyoruz. Yalan makinelerini işleterek beyinleri fethetmeye çalışan emperyalizmin çığırtkanlığına aldırmadan alana Irak gündemini taşımış; “ Irak Biziz, Biz Iraklıyız; Bağdat’ta Necef’te Kerbela’dayız”, “ Yaşasın Irak Halk Savaşı”, “ Bağdat, Basra, Nasıriye, Durmak Yok İleriye”, “ Irak Devrimle Özgürleşecek” , “ Son Sözü Halklar Söyleyecek”, vb. sloganları öne çıkarmıştık. O gün çeşitli çevreler tarafından bu nedenle yadırgandığımızı biliyoruz. Aradan 1 yıl geçti; 2003 1 Mayıs’ında taşıdığımız dövizleri, 2004 1 Mayıs’ında da taşıdık. Aynı sloganları bir kez daha haykırdık. Ama bu kez yadırgayan olmadı. 2004 1 Mayıs’ında artık herkesin atabileceği bu sloganları biz geçen sene atarken; veya emperyalizmin saldırısına karşı Irak’ta gelişen direnişi HALK SAVAŞI olarak tanımlarken, sol çevrelerin gündemine nasıl girdiğimizi; bunun neden Halk Savaşı olamayacağına dair dersler aldığımızı hatırlıyoruz.
Yazı boyunca biz, Irak’ın bugününü yine çeşitli sorular eşliğinde incelerken, sürecin ilk günlerine dair hatırlatmalarda da bulunacağız. Örneğin, o gün için emperyalist işgale dair yapılan güzellemeleri hatırlatacağız. Biliyoruz, bu hatırlatmalar birilerini rahatsız edecek; ama, biz de o laflar edildiğinde çok rahatsız olmuştuk. Bu duruşun tekrarını önlemek ve verdiği zararların önüne geçmek için, anımsatmalar yapmak durumundayız. Meşru hiçbir güç, hafızasızlıktan medet ummaz; ummamalıdır. Kimse kusura bakmasın, birileri “ kısa günün karı” diyerek, en pragmatik hesaplarla ve adeta hafızasız bir duruşla kendine koordinat belirliyor, emperyalizmin en saldırgan yüzüne taraf oluyorsa; biz bunları hatırlatırız. En azından tekrar edilmesin diye hatırlatırız. Bu tutumumuz, “eski defterleri karıştırmak” kolaycılığı ile değerlendirilmemelidir.
Sol, hiçbir şeyden çekmedi, hafızasızlıktan çektiği kadar. Belki eleştirerek rahatsızlık veriyor olabiliriz; üstüne gitmesek; edilen bir yığın laftan ve biz bizeyken gösterilen kararlılıktan sonra, 1 Mayıs’ta Saraçhane’de toplanıp; sonra da “otobüslerin orada olması sebebiyle” izin verilen Yenikapı‘ya kadar yürümek bir kazanım sayılacak ve kendi hedef kitlesini yanıltarak günü kurtaran ve büyük ihtimalle birilerinin oyununa alet olan yapılar, ders çıkarma ihtiyacı duymadan yoluna devam edecekti. Bu nedenle; yazmaya, eleştirmeye ve soru sormaya devam edeceğiz. Biz devrimciyiz ve devrim için atan tüm yüreklerle aramızda bir sevgi bağı vardır. Ama bu sevgiyi kalıcı kılmanın yolu, olumsuz gidişata karşı sessiz durmak değil, uyarıcı olmaktır. Söz konusu çabalarımızın bu çerçevede algılanacağını umuyoruz.
Irak’ta gelişmeleri doğru okuyamayan ve dolayısıyla direnişin bugünkü noktaya gelebileceğini kestiremeyen sol yapılara daha önce de değinmiştik. Ancak, bu bir eksiklikse, söz konusu eksiklik aşılmadan, yarına dair de öngörüde bulunmak mümkün olmayacaktır. Bizler aşağıda gerek söz konusu eksikliğin niteliğini, gerekse Irak’taki son gelişmeleri soru ve yanıtlarla değerlendirmeye çalıştık.
SORU: Türkiye solu, Irak’a yönelik değerlendirmelerde neden bu denli eksik kaldı? Direnişin boyutlanma olasılığı neden öngörülemedi?
YANIT: Aslında bu, salt Irak meselesi ile sınırlı bir sorun değil. Sisteme alternatif, bağımsız bir düşünsel sistematiğin oluşmadığı veya eksik kaldığı yerde, o boşluk (bilerek veya bilmeyerek) egemen düşünme kalıplarının etkisinde kalınarak doldurulur. Bu durum, siyasal bir yapının günü okuyabilme ve politika üretebilme kabiliyetini aşağı çeker. Kimilerine belki ilgisiz gibi görünebilir; ama, 1 Mayıs sürecinde Süleyman Çelebi gibi bir insanın veya KESK’in, ÖDP’li olmakla malul önderliğinin; onlardan çok daha onurlu bir duruşa sahip olan devrimci yapıların bir kısmını da olsa peşine takabilmiş, etkisi altına alarak yönlendirebilmiş olmasının da nedeni; aynı kavrayış eksikliğidir. Toplum içerisinde olgulara en geniş pencereden bakabilme ön avantajlarına sahip olan devrimciler, bu avantajı çeşitli nedenlerle kullanamadıklarında, yönlendirilmeye açık hale gelirler. O andan itibaren, söz konusu açıklıktan; Çelebi de Burjuva medya da bir başkası da sızabilir.
Burjuva medyanın etkileyicilik gücü hafife alınmamalıdır. Irak’a ve Saddam’a yönelik yapılan pek çok tanımlamanın giderek sol dahil hemen herkesçe genel bir kanaate dönüşmesinde doğrudan rolü vardır.
ABD‘NİN ÖZGÜRLÜKTEN ANLADIĞI BUDUR
Irak’ı önceleyen günlerde Türkiye solu, sadece Irak’a değil dünyadaki hemen hiçbir gelişmeye farklı bir bakış açısı sunabilecek durumda değildi. Suriye’den Filistin’e, Sırbistan’dan K.Kore’ye ve hatta Küba’ya kadar uzanan pek çok gelişmede; emperyalizmin, işbirlikçileri ve liberal aydın çevreler aracılığıyla sunduğu perspektifin dışına çıkamamak, alternatif bir bakış açısı ve duruş sergileyememek; solda, yaygın biçimde dışa vuran bir zaaftı. Neredeyse, yeni liberallerin ortaya attığı hemen her fikir (globalleşme tartışmaları dahil), ilerici bir öze sahipmiş gibi kabul görüyor ve önemli bir kesimin hareket noktasını belirliyordu. Böyle olunca, Baas Partisi’ne ve Saddam’a ABD’nin istediği pencereden bakmak; Suriye’yi, K.Kore veya Küba’yı hedef tahtasına koyan yaklaşımı beslemek mümkün hale geliyor. İşte böyle bir konjonktürde ABD, dünya kamuoyunu Irak saldırısı için hazırlarken, harekete geçirilen ideolojik aygıtlardan T.solu da nasibini aldı.
1991’de de rastladığımız ve önemli bir kesimi etkisi altına alan “ it dalaşı” tanımı, 2003’e de taşındı. ABD’nin saldırganlığını Saddam’ın despotluğu ile dengelemek anlamına gelen bu yaklaşım, emperyalizmin özünü gizlemeye yarayan bir işlev gördü. Bunun dışında” it dalaşı” dememiş de olsa, solun önemli bir kesiminin, ne Umm el Kasr’da başlayan direnişi ne de sürecin diğer aşamalarını görebilme şansı olmadı. Aslında, Marksizm’in genel ölçüleri içerisinden bakarak, bugünkü fotoğrafı 1 yıl öncesinde çekememek mümkün değildir. Çünkü Irak’ta olanlar; Marksizm’in, “ İşgal, emperyalizm, direniş” kavramlarına getirdiği en genel çerçeveyle örtüşüyor. Örneğin Biz, “ Halk Savaşı” tanımı yaparken; Marksizm’in bilinen ölçülerini kullandık. 20 yıldır söylediklerimizi güne uyarladık. Bu nedenle biz, solda bir zemin kayması olduğunun kanaatindeyiz. Marksizm’in temel teorik tezlerini kavrama, doğru bir tarih yorumuyla, süreklilik içinde bugüne taşıma sürecinde bir kopukluk yaşandığını; bu kopukluğun sebep olduğu sonuçları, inançsızlık ve örgütsüzlüğün daha da büyüttüğünü düşünüyoruz. Irak halkının işgalcilere karşı direneceğini beklememek, gösterilen direnişi küçümsemek biraz da inançsızlıktan kaynaklanıyor. Kendisi, emperyalizmi başedilemez bir güç olarak gören ve gerilla savaşı dahil, hiçbir karşı duruşla sonuca gidilemeyeceğine inanan kişi veya yapılardan, savaşın bugünkü aşamasında da direnişe hakkını teslim etmesi beklenmemelidir.
SORU: Söz konusu yaklaşımlarda, ideolojik etkenler dışında, askeri bir savaşa ve onun gerekliliklerine yeterince vakıf olamamanın rolü olduğunu düşünüyor musunuz?
YANIT: Evet, aslında nedenlerden birinin bu olduğu kanaatindeyiz. Anımsanacak olursa, Irak önderliği, uzun süreli bir gerilla savaşı için hazırlık yapıldığını çeşitli biçimlerde ifade etmiş ve bu konuda önemli adımlar atmıştı. Irak’tan sık sık, bazı askeri birliklerin tasfiye edildiği, bazılarının yer değiştirdiği, Cumhuriyet Muhafızları’nın çeşitli bölgelere kaydırıldığı, kimilerinin yerinden kaybolduğu haberleri geliyordu. Böyle bir hazırlığın ciddiye alınmamasında, ABD’nin yönlendirmelerinin rolü var ise de, bir diğer nedenin askeri olguları değerlendirebilme kabiliyetinin sınırlılığı ile ilintili olduğunu düşünüyoruz. Askeri mücadeleyi yeterince kavrayamamış olanlar, onun ihtiyaçlarının ne olduğunu da bilmezler. Biçim olarak bugün solda gerilla savaşını savunan yapıların sayısı azalırken; bunu savunduğu halde yerinde sayanlar, bu alanla ilgili gelişme sağlayamayanlar da vardır.
Irak’taki mücadele, daha önceki örneklerinde rastlanmayan boyutlar taşıyor. Örneğin, gerilla mücadelesi ile ayaklanmanın zamandaş olması, bir gerilla mücadelesinin ancak son evresinde karşılaşılacak bir durumdur. Vietnam’da bu, ancak 10 yılda sağlanabildi. Irak’ta da bu noktaya 1 yıl içinde gelinmiş durumda. Gerilla savaşının evrelerine ilişkin genel bilgisi olanlar, böyle bir kültürden/gelenekten gelen insanlar bu durumu kolaylıkla farkedebilir. Tabii aynı kolaylık, dışarıdan bakanlar için söz konusu değil.
Devlet imkanlarıyla, yukarıdan aşağıya bir gerilla savaşını geliştirme işi, bilinen/denenmiş bir olgu değildi. Bunun ne tür farklılıklar arzedeceğini kestirmek ve bilinen strateji ile benzerlikler/izdüşümler kurmak; askeri bilgi ve tarih bilgisi kadar, diyalektik yönteme vakıf olabilmeyi de gerektiriyordu.
Gerilla savaşının evrelerini, taktiklerini, sorun ve ihtiyaçlarını bilen kişiler, bu çözümlemeyi daha kolay yapabilir. İşte sorun, biraz da bundan kaynaklanıyor.
“ Irak’ta Halk Savaşı” tespitimize karşı çıkan yapılardan biri de “ Sınıf Teorisi” oldu. Bu dostlarımızın, en çok yer verdiği konular arasında gerilla savaşı ve halk savaşı olduğunu biliyoruz. Nitekim “ Haziran/Temmuz 2003” sayısında Irak’a yer verirken, özellikle, Irak’taki direnişi neden halk savaşı olarak tanımlanamayacağının altını çiziyordu: “ bir savaşa halk katılıyor ve savaşan güçlerin esas bileşimini halk oluşturuyorsa, söz konusu savaşı da Halk Savaşı olarak tanımlamanın kesinlikle doğru bir anlayış olmadığını belirtelim. Dahası, bu tür teorilerin Mao’nun Halk Savaşı teorisiyle uzaktan yakından ilişkisi yoktur.” (age, s:35-36)
Biz, Irak’taki direnişe neden Halk Savaşı dediğimizi, uzun uzun anlatmıştık. Bir devrim stratejisi olarak Halk Savaşı’nı Marksizm’e kazandıran Mao Zedung’dur. Ve o günden itibaren Halk Savaşı, tüm Marksistlere ait bir kavram haline gelmiştir. Bizler, söz konusu tespitimizi gerekçelerken Stalin’den de alıntı yapmıştık. Ancak, Stalin’in veya Mao’nun ayrı ayrı Halk Savaşı tespitleri yoktur. Bu bağlamda biz, yaptığımız tespitin “ Mao’nun Halk Savaşı teorisi” nin bizzat kendisi olduğunu iddia ediyoruz.
Aynı sayıda “ Umr Kasr halkının şanlı ve görkemli ulusal direnişi tarihe geçti.” Diyen dostlarımız, oradaki yanlışlığı, eksikliği kırsal bölgelerde örgütlenmemek olarak tespit etti: “ Gerilla vuruşları bir de kırsal bölgelerde örgütlenerek ülke sathına yayılmış olsaydı o zaman ABD vb. işgal orduları daha güçlü ve nitelikli bozgunlarla tanışmış olacaktı.”(…)
Dolayısıyla kent merkezindeki gerilla taktiklerinin askeri bakımdan üstün olan emperyalist ordular karşısında başarı şansı uzun süreli olamaz.
Kısacası, savaş bu merkezlerde odaklanınca, yani kır gerilla savaşıyla desteklenmeyen anti-işgalci bir ulusal savaşın, kendisinden teknik bakımdan üstün olan emperyalist ordular karşısında fazla bir direnç göstermesi düşünülemez.” (agy, s:35)
Yazının ilerleyen bölümünde “ hangi güç sırtını dağlara dayamamışsa, o güç çok kısa süre içerisinde yenilgi almıştır.” diyen dostlarımızın verdiği ana fikir: Şehir gerillacılığı ile bu iş olmaz.
Aslında bu konuda söyleyecek çok şey var; ama, biz konu bağlamında, solun nerede hata yaptığına dikkat çekmek açısından bu soruna değindik. Bilindiği gibi Irak, coğrafya olarak, Kuzey’i saymazsak, arkadaşlarımızın önerdiği türden bir gerilla savaşı için zaten uygun değil. Çünkü, orada sözü edilen türde bir dağ yok. Dicle ile Fırat’ın suladığı alanlar da çöl bölgeleri de buna uygun değil. İşte aslında bizim işaret etmek istediğimiz sorunlardan biri de budur. Yani, hayatı kitaptakine uydurmaya çalıştığımızda, bu bazen tüm gayretlerimize rağmen uymaz. Kaldı ki, Marksist yöntemin gerekleri bunlar değildir. Söz konusu teoriye göre Irak’ta Halk Savaşı olmaz; çünkü orada kır yok. Gerçekte ise Marksizm, Halk Savaşı teorisini Irak’ta da, dağsız bir başka coğrafyada da uygulayabilmek için yeterli bir yaratıcılık vaadeder. Yeter ki, onu kavrama işini hafife almayalım.
SORU: Alternatif bir düşünce üretemediğinde sol, özellikle televizyon ve gazetelerin etkisinde kalır. Irak olayında da böyle bir etkilenmeden bahsedilebilir mi?
YANIT: Bizler dahil, ülkemiz devrimcilerinin haber kaynakları büyük oranda burjuva medyadır. Bu mevcut koşullar içinde anlaşılabilir bir durumdur. Önemli olan, o haberleri süzebilmek ve doğru bir perspektif eşliğinde olguları okumada yanılgıya düşmemektir. Örneğin; 16 Nisan tarihli Hürriyet, “ Felluce Cehennemi” diye başlık atmış fakat o başlığın altını sözde canını zor kurtaran Sebati Karakurt’un, sulu ifade ve yorumlarıyla doldurmuş, öldürüleceğini sandığı bir anda Karakurt “Keşke zamanında rejim yapsaydım şimdi cesedim göbekli göbekli iğrenç bir görüntü oluşturacak. Keşke arabamı satıp bol bol istakoz yeseydim” diye aklından geçirmiş. Ne yazık ki devrimciler bazen bu soytarılıkların içinden doğru kareleri bulup, gerçeği o karelerin sunduğu sınırlı veriler üzerinden değerlendirmek durumunda kalmaktadır. Ancak tüm olanaksızlıklara rağmen, emperyalizmin yönlendirme amaçlı olarak ortaya attığı fikirlerin etki çemberini kırıp dışına çıkamamak anlaşılır bir durum değildir.
Irak’ta, emperyalizm ve işbirlikçileri; direnişin hiçbir aşamasında o direnişe bir halk hareketi yakıştırması yapmamış, ondan kaçınmış, sürekli olarak direnişi ya bir kişinin veya marjinal bir grubun işi olarak yansıtma ihtiyacı duymuştur. Her eylem sonrasında El Kaide isminin anılması gibi, “ Saddamcılar” yakıştırması ve son eylemleri salt Mukteda el Sadr’ın işi olarak göstermek veya Sadr’ın yaşına, tecrübesiz olduğuna, vs. vurgu yapmak aynı anlayışın ve ihtiyacın ürünüdür.
ABD hala Irak’ın “ diktatörlükten özgürlüğe ilerlediğini” iddia ediyor. Irak’ın ikinci Vietnam’a dönüştüğüne ilişkin yorumları reddediyor. Ancak sol adına konuşan devrimci olan kişi ve yapılar, bu yaklaşımlardan etkilenmeden kendi bağımsız düşüncesini geliştirebilmeli; olguları, geleceği de okuyabilen bir öngörü ile değerlendirebilmelidir.
Madem, burjuva medyadan başka haber kaynağımız yok; o halde, satır aralarında da olsa, gizlenmiş olan gerçeği bulup çıkarmak zorundayız. Örneğin, Mete Çubukçu’nun Robert Fisk ile yaptığı ve basında yer alan röportajı genişti ve çok şey anlatıyordu. Ama o röportajdan bizim çıkardığımız en önemli olgu, oradaki direnişin hangi olanaklara sahip olduğudur. Bunu birkaç paragrafta bulmak mümkündü. İşte önemli olan o röportajdaki söz konusu paragrafları, yani neyi almak gerektiğini bulup çıkarmaktı.
Devrimcilerin farklı bir kurgusu varsa; birbiriyle çelişiyor da olsa, çeşitli haber ve kaynaklardan o kurguyu besleyen verileri bulup çıkarmak mümkündür. Aksi taktirde o haber denizinin dalgaları arasında gidip gelen kararsız ve edilgen bir konumda kalınır.
Burjuva medyada aktarılan olaylar, sanki içinde yer alınıyormuş gibi canlandırılıp değerlendirilebiliyorsa; bugüne kadarki birikim ve veriler, önünü görmeyi kolaylaştırır; parçalardan bütüne ulaşmak mümkün hale gelir. Bu, geleceği görebilmeyi de sağlar. Örneğin, biz bugün Felluce’de Stalingrad’ı görüyoruz. Felluce’de de Stalingrad’ı anımsatacak biçimde direnişçiler kuşatılmış durumda. Üzerlerine durmadan bomba yağıyor; onlar ise ne çekiliyor ne teslim oluyor; aynı kararlılıkta direniyor. İşte mesele, bu direnişi doğru yorumlayabilmektir. Bu da siyasal bilinç düzeyinden, olayları kavrama ve yorumlama kabiliyetinden geçiyor. Olayın dışsal görüntüsü, çoğu kez yanıltıcıdır. Nedenleri ve sonuçlarıyla incelendiğinde hiçbir olayın arkasının göründüğü gibi olmadığı farkedilir. Olayların içinde, pek çok farklılık, çelişme bir arada bulunur. Olayları görmek, incelemek, bilimin sunduğu verilerle yeniden kurgulamak; yanılma olasılığını zayıflatırken isabet oranını güçlendirir. Bunun sağladığı güven, aykırı bir düşünceyi, egemen olana karşı cesaretle savunmayı sağlar. Devrimcilerin böyle bir güvene bugün özellikle ihtiyacı var. Çünkü dayatılan düşünce kalıpları, normlar öylesine hegemonik bir ağırlık sağladı ki insanlar bir fikri ifade etmekten çekinir hale geldiler. Biz, Irak’la ilgili değerlendirmelerde solun, burjuva medyanın etkisinde kalış nedenlerinden birinin bu olduğunu düşünüyoruz.
SORU: Peki Irak’ın özgünlüğünde yaşanan; ama, medyanın yönlendirmesi sonucu görülmeyen olgulardan, özellikle hangisine dikkat çekmek istersiniz?
YANIT: ABD, son 20-30 yıldır; emperyalizmin gücünü, uzay güdümlü teknolojinin baş edilemezliğini hafızalara yerleştirmeye özel bir önem verdi. Toplumsal mücadelelerin çıkışsız olduğu, kapitalizmin alternatifsiz olduğu, teknoloji karşısında insanın bir hiç olduğu biçimindeki yönlendirmeler; adeta beyinlerin içine yazılıp çizildi. Herhangi bir coğrafyada şu veya bu örgütlenmenin yaşadığı başarısızlık söz konusu iddiaların kanıtı sayıldı. İşte giderek yaygınlaşan, içine solun bir kesimini de alarak büyüyen bu yaklaşımın; inançsızlığı, teslimiyet ve uzlaşmayı önemli oranda büyüttüğü bir tarihsel kesitte; Irak direnişi bir zafer işareti gibi yetişti. Direnen insanın hala çok şey ifade ettiğini, teknolojinin yok edemeyeceği nitelikler taşıdığını; bir halk istemezse, hiçbir ülkenin işgalinin başarılı olamayacağını gösterdi. İnsanları geçmişte güçlü kılan ve giderek ellerinden alınan bu niteliği; Irak direnişi adeta geri verdi.
Irak’ın bilinmesinde yarar gördüğümüz bir niteliği de, sanıldığının aksine, aşiret ilişkilerinin esiri bir toplum olmamasıdır. Evet Irak’ta aşiretler de var, aşiret ilişkileri de. Ne var ki bu, ne Arabistan’a ne de Afganistan’a benzer nitelikte ve orandadır. Kimi durumlarda, özellikle aşiret olgusu öne çıkarılmış da olsa, Irak hiçbir zaman aşiret ilişkilerinin egemen olduğu bir toplum olmadı. Aslında sürecin ters dönmesiyle beraber şimdi; “ ABD’nin Ortadoğu’da kurmak istediği batılı-laik değerleri yaşatabilecek tek ülkenin Irak olduğu” fikri Avrupa tarafından dillendirilir oldu. Diğer bir ifadeyle; ABD, söz konusu amaç için en uygun ülkeyi yok etti. Etrafındaki tarikat toplumlarının ortasında, eğitilmiş işgücüyle, laik geleneğiyle, “Batılı” yaşam biçimine daha yatkın bir Irak vardı. Bu nedenle ABD’nin, tarihsel bir hata yaptığı ve başına bela aldığı kanaati giderek yaygınlaşıyor.
SORU: Devrimci Hareket’in bir özelliği de şablonlarla hareket etmemesi, egemen jargon dahil, solun duruşunu/alışkanlıklarını zorlaması ve benzerlikler kurarken dahi, benzemezlikleri de anımsatmasıdır. Örneğin, Irak’taki direniş için Halk Savaşı tanımını yapmakla kalmamış; Vietnam ve Stalingrad’la da benzerlikler kurmuş; ama o pratiklerle Irak’ın farkına da vurgu yapmıştınız. Çeşitli çevrelerce reddedilen, hatta yadırganan bu yaklaşımınız, o sıralarda sol basına da konu olmuştu. Bu aşamada tekrar soruyoruz; Irak, neden Vietnam’dır; Irak neden Vietnam değildir?
YANIT: Evet, Irak bir Vietnam’dır. İnsanın, kişinin; yeteneğini, gücünü, olanağını; halkın güç ve imkanlarını, ilişkisini ön plana çıkartan bir dayanışma, özverili bir mücadele biçimi olarak gerilla savaşının, çok güçlü ordulara karşı başarılı olabileceğini gösteren bir deneyim olarak Vietnam, bir modelse; bu anlamda Irak bir Vietnam’dır. İşte kurduğumuz benzerliğin özü budur. Yoksa; savaşın başlangıcının örgütlenişi, gelişim biçimi, Vietnam ile Irak arasındaki tarihsel gelişim farkı, toplumsal farklılık, ABD açısından taşınan önem, Ortadoğu’nun jeopolitik konumu, petrolün önemi gibi pek çok benzemezlikler de söz konusudur.
Bir gerçeklik anlatılırken, anlatımı güçlendirmek ve daha iyi kavranmasını sağlamak için, bilinen kimi olgularla benzerlikler kurulur. Buradaki benzerlik; denklik veya özdeşleştirme değildir; iki olgu arasındaki benzemezlikleri de yok saymaz. Bu bağlamda anımsatmalar yapmak gerekirse; Vietnam, uzun yıllar gelen çelişkilerle yoğrulmuş, Amerikan işbirlikçilerinin oluşturduğu siyasal bir yapıda, sömürge statüsünde bir toplumdu, yani Vietnam halkının, sömürgecilere karşı direnişi söz konusudur. Bu, çok zayıf ilişki ve güçlerle başlayan; kapitalizmin, klasik sömürgecilik döneminde bir direniştir. Ama, Irak’ta söz konusu olan; sosyalizmin kimi nimetlerinden de yararlanmış, demokratik değerleri kendi yaşam biçiminde şekillendirememiş de olsa en azından ne olduğunu büyük oranda bilen; yetişmiş bir işgücüne, entelektüel aydın çevresine sahip bir toplumdur. Bu nedenle Irak’ta halkın kaybedecek çok şeyi vardı. Ücretsiz eğitim ve sağlık hizmeti; devletin olanaklarından, petrol gelirlerinden doğrudan, maaş tarzında yararlanma gibi avantajlar; emperyalizmin Irak’ı tanıtırken özellikle gizlediği yanlardı. Yani Irak halkının, ABD saldırısında kaybettiği ve şimdi yeniden kazanmak istediği çok şey vardır. Halk, salt bu nedenle bile olsa savaşır. Bu yanıyla Irak; Afganistan’dan da Vietnam’dan da farklıdır.
Irak, gerilla savaşı için sahip olunan hazırlık ve imkanlar açısından da Vietnam değildir. Irak halkı, Vietnam’dan farklı olarak, gerilla savaşı için 10 yıllık bir hazırlık sürecinden geçmiştir. Özellikle 91’deki savaştan sonra Irak önderliği, ABD ile nerede nasıl savaşılabileceğini gördü. O süreçte yenilgiye uğrayan ve geri çekilirken imha edilen Irak birliklerinin bu hezimeti sonrasında, hemen herkes, ABD’nin Basra’ya girmesini bekliyordu. Ama ABD, kara harekatını başlatmak yerine Saddam’la anlaşmayı seçti. Gerçekte emperyalizmin saldırganlığında sınır yoktur; ABD, başaracağına emin olsa, Basra’ya da Bağdat’a da girerdi. Ama bunu yapmadı. Çünkü, havadan bir askeri birliği yok etmekle kentlere girmenin aynı şey olmadığını ABD çok iyi biliyordu. İşte Irak yönetimi orada bu gerçeği gördü, mesajı aldı ve o günden sonra, hazırlığını buna göre yaptı. Daha önce de belirttiğimiz gibi, devlet imkanlarıyla hazırlanmış bir gerilla savaşına tanık oluyoruz. Ve görünen o ki, Irak’ın özgürlüğü bağlamında daha çok şeye tanık olacağız. Robert Fisk’in gözlemleri buna işaret ediyor:
“ Geçen Ağustos ayında yapılan bir bombalı saldırıyı hatırlıyorum. Bombayı taşın altına yerleştirmişlerdi. Ancak şimdi içine patlayıcı konan plastik taşlar yapıyorlar. Artık sadece teller kullanmıyorlar, dijital telefonlar ve analog bilgisayar sistemleri kullanarak bombaları patlatıyorlar. Birileri bu direnişçilere bunu nasıl yapacaklarını öğretiyor. Irak’ın genelinde birileri bunun nasıl yapıldığını anlatıyor. Musul’dan Bakuba’ya, Samara’ya, Felluce’ye, Basra’ya gidiyor. Artık bağlantıyı sağlayan bir beyin var.”
Görünen o ki daha ABD’nin ve işbirlikçilerinin başına gelecek çok şey var. Irak yönetiminin, uzun süreli bir gerilla savaşı için halkı silahlandırmaya, eğitmeye fazlasıyla zamanı oldu. Bu hazırlık, savaşmak isteyen her insanın ihtiyaç duyduğu her şeye ulaşabileceği anlamına geliyor. Bu, bir gerilla savaşında muazzam bir olanaktır.
Irak’ı Vietnam’dan ayıran bir özellik de ABD saldırganlığının hızla teşhir olmasıdır. ABD’nin Irak’taki saldırganlığı çok kısa sürede bütün dünyanın nefretini üzerine topladı. Vietnam’da ise ancak savaşın son evrelerinde dünyada savaş karşıtı eylemler yükseldi ve Amerikan karşıtlığı bir politika haline geldi. Hatta sosyalizmin güçlü çaba ve desteğine rağmen Vietnam bu gecikmeyi yaşadı.
Anketlerin de gösterdiği gibi bu gün ABD, dünyanın dört bir yanında, halkların nezdinde “ en büyük tehdit, en büyük düşman” olarak kabul ediliyor. Bu da Irak halkının daha başlangıçta savaşı kazandığı anlamına geliyor. Bu boyutta bir uluslararası destek, bir gerilla savaşı için muazzam bir avantajdır.
Irak’taki direnişin Vietnam’a oranla en büyük zaafı/dezavantajı, etnik ve dinsel açıdan barındırdığı çelişmelerdi. 10 yıllara yayılan çelişmeler ve düşmanlıkları büyüten çatışma potansiyelleri, aynı zamanda işgal güçlerinin denklemlerine de konu oldu ve ABD ilk etapta bu durumdan fazlasıyla umutluydu. Ne var ki, başından itibaren yürütülen isabetli politikalar, normal şartlarda 10 yılda zor eriyecek husumet ve engeller üzerinde de etkili oldu. Ve örneğin Sünni ile Şii ayrımı, ABD’nin tüm kaşıma çabalarına rağmen direnişi bölen bir faktöre dönüştürülemedi. Direniş, onur için verilen savaş, tarafları kardeşleştirmede en uygun araçtır. Nitekim, kuşatılmış olan Felluce’ye yürüyen ve zorla giren “ kardeşlik konvoyu” bunun ifadesi oldu. Ve sonuçta taraflar, farklılıklarına rağmen hızla aynı cephenin unsuru olmaya doğru gidiyor; örneğin, Arap milliyetçiliği, antiemperyalizmle özdeşleşmiş durumda.
Irak, mevcut petrol rezervleri sebebiyle de Vietnam değildir. Bilindiği gibi, 21. yüzyılda emperyalizmi ayakta tutabilecek petrol kaynaklarının odağı, Ortadoğu ve Irak’tır. Bu nedenle de ABD’nin Irak’ı bırakabilme şansı yoktur. Irak’tan çekilmek, Ortadoğu’dan çekilmektir. Çünkü ABD, Ortadoğu’daki gerici rejimleri ancak desteklerle ayakta tutabilmiştir. Ve çekilmesi halinde ortada İsrail dahi kalmaz. Yani Vietnam’dan çekilebilen ABD’nin Irak’tan çekilebilme şansı yoktur. Süreç daha global hesapların dahil olmasıyla sürecektir. Bu, ABD için bir karadeliğe dönüşme ihtimalini güçlendiriyor.
SORU: Sözünü ettiğiniz röportajda Robert Fisk, Amerika’nın sık sık El Kaide’den söz etmesini anımsatıyor ve “ Nerede, bir tane El Kaide üyesi bulunamadı?” diye soruyor. Anımsadığımız kadarıyla sizler daha önce, özellikle bu konuya değinmiş, emperyalizmin özellikle El Kaide’yi adres olarak gösterdiğine vurgu yapmıştınız. Nedir bu El Kaide; kısaca bir anımsatma yapar mısınız?
YANIT: Kore Haber Ajansı (KCNA)’nın bizlerle yaptığı röportajda da bu konuya değinmiştik orada verdiğimiz yanıtı tekrar edersek:
“ ABD’nin, El Kaide’nin ismi üzerinden yaptığı yönlendirme; yukarıdan aşağıya çeşitli kurum ve imkanlar eşliğinde, gelişmelere bir kılıf uydurma gayretinden başka bir şey değildir. ABD, Irak’taki direnişi El Kaide’nin yaptığına inandırmak, kamuoyunu bu şekilde biçimlendirmek gibi bir politikayı tercih ediyor. Çünkü El Kaide, ideolojik kimliği ile kendi içinde bütünlüklü, tutarlı; yeşerdiği toplumlara gerçekten demokratik açılım vaadeden bir siyasal model değildir. Bu nedenle çok geniş kitleleri kucaklaması, bütünleşmesi; halklar için insani anlamdaki bazı değerleri de yücelterek bir toplum modeli önermesi beklenmemelidir. Kitlelerin desteğinden çok tepkisini toplayan bu tip örgütlenmeler, kimi sansasyonel eylemlerle bazı kesimlerde sempati toplasa bile, bunu uzun süreli bir mücadeleye dönüştüremeyecek yapılanmalardır.
Irak’taki direniş hareketi El Kaide’den çok farklı bir çizgide yürüyor. Birincisi, direnişi sürekli olarak halka maletme, halkın mücadelesine dönüştürme gayreti gözleniyor. Bir askeri eylemin başarısı, kitlelerle kurulan rezonansla doğrudan ilintilidir. Gerilla savaşıyla şu veya bu oranda ilişkilenmiş olanlar, bu iki olgunun karşılıklı etkisinin önemini kendi pratiklerinden bilirler. Bu bağlamda, yapılan askeri eylemin kitlesel desteğinin sağlanması, bunun için gerekli propagandanın yapılması bir El Kaide tarzı değildir.
İkincisi, El Kaide tipi dar örgütlenmeler, birbirini tanımamaya dayalı bir hiyerarşik zincir sebebiyle, bir eylemin farklı kademelerinde farklı kişilerin görev alması esasına dayanır. Bu biçimlenme, askeri eylemlerin örgütlenmesinin zamana yayılmasını beraberinde getirir. Hazırlığın, istihbaratın ayrı birimler tarafından yapılmış olması, oradaki bilginin çok farklı kanallarla bir diğerine aktarılması gibi olgular; karar alma sürecinin, eylemin alt yapısının oluşturulmasının ve gerçekleşmesinin oldukça uzun bir zamana yayılmasına yol açar. Örneğin, 11 Eylül gibi çok üst düzeydeki bir saldırı, yıllarca sürecek bir alt yapıyla mümkün olabilir ama Irak’ta örneğin Wolfowitz;’in kaldığı otele yapılan saldırı, çok daha farklı niteliklerle donanmış bir örgütlenme gerektirir. Hızlı bir istihbarat, anında karar alıp uygulayabilme yeteneği, geniş ama dışarıya bilgi sızdırmayacak kadar da disiplinli bir örgütlenmenin işi olan bu tür eylemler, ancak niteliğine gölge düşürmek üzere El Kaide ile ilişkilendirilebilir. Çünkü Irak’ta çok meşru bir vatan savunması var. Ve dünya ölçeğinde ilericilerin, aydınların, demokratların yanında halkların da desteğini almış, emperyalizme karşı teslimiyeti reddetmenin en sıcak/güncel sembolü haline gelmiştir. Bu nedenle ABD ve işbirlikçileri, bu meşru hareketi halklar nazarında yıpratmak için ellerindeki tüm imkanları zorlamaktadır. El Kaide yakıştırması, bu çabanın çok küçük bir parçasıdır.” (bkz. Sayfa 14- 15)
SORU: Irak’taki dinamikler içerisinde Kürt önderliğinin, saldırı dahil, sürecin her aşamasında emperyalizmle işbirliği içinde olduğu, işgalcileri memnun ettiği görüldü. Bu, tüm dünyanın desteğini arkasına almış olan direnişi dahi karalayacak, “ orada direniş yok” diyecek noktaya vardı. Bu tutum, sadece Irak‘ta değil, Türkiye Kürdistan’ında da karşılık buldu. Fakat son günlerde, ABD’nin mesafe koyan tavrı sebebiyle olsa gerek, Kürt kesimlerde yer yer direnişe olumlu atıflar ve ABD karşıtlığı gözlenir oldu. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Kürt önderliği, antiemperyalist bir tercihe doğru mu yöneliyor?
YANIT: Aslında Türkiye ve Irak coğrafyasında Kürt önderliğinin tutumu başlı başına bir yazı konusudur. Bizlerde hep güzel ve sıcak çağrışımlar yapan, özgürlüğü için hiçbir bedelden kaçınmayan Kürt halkı, bunu hakketmemiştir. Kardeşlik, onların karakterinde vardır. Ancak, yanlış bir yönlendirme, zaaflı ve işbirlikçi önderlik sebebiyle; direnen Irak halklarıyla arası açılmıştır. Bunun sorumlusu, pragmatizmi politika olarak benimseyen önderliktir.
Bugün tüm dünyayı ayağa kaldıran, ezilen halkların düşlerine misafir olan, acılı halkların gönlüne tercüman olan; yaşlanmış beklentileri gençleştiren; emperyalizmin gücünü abartarak biat etmeyi yöntem olarak seçenleri teşhir eden; yani gelecek umudunun yelkenlerini şişiren Irak’taki direniş; Kürt ulusal önderliğinin, siyaset yapıcı kişi ve çevrelerinin de ilgisine mazhar olmuş görünüyor. Gündem Gazetesi’ne şöyle bir göz atıldığında, direnişin olumlandığı ve hatta anti-ABD’ci bir söylem kullanıldığı görülür. Tabii bunlar ne yazık ki “ taktiksel” dir. Ve başka bir “ taktiksel” hesap gereği ters-yüz olmaya açık ifadelerdir.
Geriye giderek anımsayalım, çok değil, 1 yıl önce 2003 1 Mayıs’ında ABD, savaşın bittiğini açıkladığında, buna inanmayan, hele ki direniş beklentisinde olan hemen hiç kimse kalmamıştı. Hatta, sorunu Arapların ulusal karakterleriyle ilişkilendirme noktasına vardıranlar olmuştu. Tabii bu, bölgede direnişin sembolü olan Filistinlilerin de Arap olduğu veya 1917– 1920 arasında İngiliz işgalcileri Irak halkının (Şiiler ve Sünniler birleşerek) yenilgiye uğrattığı gerçeğini değiştirmiyor.
Aslında sorun, yeterli ve doğru bir tarih bilgisine sahip olmamaktan çok daha boyutlu görünüyor. Örneğin, Irak Kürtlerinin işgal sonrası yakalamış olduğu devletleşme fırsatını abartan ve her türlü direniş eğilimini bu fırsatın antitezi olarak gören yapı ve önderlikler; işi, orada bir direnişten değil, ipleri rantçıların elinde bir terörden bahsetme noktasına kadar vardırmıştır. (bkz. Ö. Gündem 28 Aralık 2003) Aslında bu anlayış, bugün direnişi yok sayamaz hale geldiği şu aşamada da önemli bir değişime uğramış değildir. Ve bölgedeki gerici rejimlerin provakatif tutumları ile direnişçilerin meşru mücadelesi aynı kefeye konabilmektedir. Örneğin “ Kürdistan Demokratik Çözüm Partisi (PÇDK), Kürdistan Yurtseverler Birliği (YNK) ile Kürdistan Emekçiler Partisi (PZK), Irak’ta Sünni ve Şiilerin ayaklanmasını endişeyle izlediklerini belirterek, çatışmalara Kürtlerin de sürüklenmek istendiğini belirttiler.” (Gündem, 18 Nisan 2004) ifadesi de bu çerçevededir. Halkın işgale karşı ayaklanması PÇDK’yı neden endişelendiriyor? İşgale karşı edilgenlik daha endişe verici bir tutum değil midir? Aksine, halkın şii-sünni ayrımına düşmeden işgalcilere karşı kenetlenmiş olmasının gerçekten demokratik çözüm peşinde olanları sevindirmesi gerekmiyor mu? Sorular çoğaltılabilir. Ancak meseledeki çarpıklık salt Kürt önderliklerde değil.
Emperyalizmin ve işbirlikçi rejimlerin hemen her direnişi, kimi kişi veya yapılar üzerinden gölgeleme çabasına girdiği, çokça bilinen bir olgudur. Buna rağmen direnişin Saddam’la örtüştürülmesi, Saddam’ın yakalanması halinde direnişin bitebileceği beklentisinin yayılması, direniş üzerine El-Kaide gölgesinin düşürülmesi önlenememiş; bu manipülasyonlar, çeşitli devrimci yapıları dahi etkilemiştir.
Bunda, süreci doğru okuyamamak ve burjuva medyanın etkisinden çıkamamak etkili olmuş ise de “ direniş’le işgale son vermek isteyenler işgalin daha uzun süreli olmasına katkı sunar.” (C. Uçar,
Gündem 4 Ocak 2004) ifadesinde de görüldüğü gibi, mücadeleye ve halkın gücüne olan inançsızlığın da etkisi vardır.
SORU: Sürecin bu aşamasında ABD’nin hesapları nedir ? ABD ne yapmak istiyor?
YANIT: Hatırlanacak olursa biz, daha önce ABD’nin kapitalizmi geliştirebilmesi halinde başarılı olabileceğini söylemiştik. Ama direnişin önderliği bunun bilincinde ve ihale alan şirketlere yönelik saldırılarla bunu önlemeye çalışıyor. Bu, savaşın belki de en önemli aşamasıdır. Şirketler çekilme kararı almaya başladı. Diğer konularda olduğu gibi bu da direnişçilerin en isabetli kararlarından biri olmuştur. Daha önce de değinmiştik, ABD’nin yönelim ve tercihlerine anında yanıt verebilen, işbirliğini anında cezalandıran bir yetkinlik söz konusu.
Sürecin bir yerinde ABD, işgale BM şapkası giydirme eğilimindeydi; bu eğilim devam ediyor. AB’den de destek alıp BM’den böyle bir karar çıkarttırabilir. Türkiye, Mısır, Pakistan, Hindistan gibi ülkelerden asker getirtebilir. Ancak bunlar da şu an sadece bir olasılık düzeyindedir.
Anımsanacak olursa ABD, Vietnam’da sıkışınca çözümü, savaşı Kamboçya, Laos, vb. ülkelere yaymakta bulmuştu. Irak için böyle bir çözüm de düşünülebilir. Ancak, Şiiler sebebiyle İran’a ihtiyacı var. Geriye Suriye ve Lübnan gibi ülkeler kalıyor.
Bir diğer olasılık da iç savaşı tetikleyip, sonra da kurtarıcı olarak rol almak olabilirdi. Ancak, Şii ve Sünni yakınlaşması bu olasılığı da zayıflatmış görünüyor.
Aslında bizler ABD’nin şu an için ne yapmak isteğini bildiğini sanmıyoruz; açmazdadır ve direnişin politik üstünlüğü hareket kabiliyetini ve üretkenliğini sınırlamaktadır.
Yazımızı Robert Fisk’in bu konudaki yanıtıyla bitirelim:
“ En iyi çözüm Birleşmiş Milletler yönetimi olurdu ancak Birleşmiş Milletler bile bombalandı. Cezayir- Fransa savaşından sonra Fransızlar hep bir “ aracı” arayışında oldu. Ne yazık ki Fransa bunların çoğunu öldürmüştü. Amerikalılarınsa hiç aracısı yok. Geçici Hükümet Konseyi saklanıyor ya da istifa ediyor. Birleşmiş Milletler saldırıya uğradı ve ülkeden ayrıldı. Kızılhaç da gitti.
Ve burada, siyasi anlamdaki korkunç güzellikte şu ki, Amerika da gitmeli ve gidecek de. Çünkü siyasi olarak Bush yönetiminin sonu geldi. Tabii cumhuriyetçilerin de. Şu an tanık olduğumuz şiddetli çatışma da zaten bu. Tabii ki Amerikalı askerler orada bulunmak istemiyor. Oradan ayrılacaklar. İşgal güçleri için durum hep böyle olmuştur. Fransızlar Birinci Dünya Savaşından sonra Adana’dan ayrılmak zorunda kalmıştır, çünkü siz onları kovdunuz. Atatürk yönetiminde dağlık bölgelerdeki savaşlarda bunu yaptınız. Amerikalılar için de geçerli bu ama Amerikalılar şimdi bunu yapamıyor, çünkü eğer projelerinin başarısızlığı görülürse ne olacak?”
Sayı 13 (Mayıs – Temmuz 2004)