İRAN ÜZERİNDEN TIRMANDIRILAN GERİLİM ABD’NİN BÖLGE STRATEJİLERİ GEREĞİDİR
ABD, 20.yy sonunda yaşanan gelişmelerden de güç alarak, 21. Yüzyılı globalleşme çağı olara k ilan etmiş; küreselleşme , emperyalizmin temel karakterinin tüm dünyaya, insanlığın ortak çıkarıymış gibi sunulduğu ve bu doğrultuda adımların atıldığı yepyeni bir dönem olarak tanımlanmıştı. Gerçekte ise bu yönlendirmelerle gizlenmeye çalışılan temel olgu, emperyalizmin küresel düzeyde süren ve hiçbir denetime/kontrole tabi olmayan saldırısıydı. Bu süreçte ekonomik gerçekler, gizlenmeye çalışılan siyasal gerçeklerin önünde gitti. Ve sonunda ekonomik gelişme, siyasal öngörüleri çarpıcı bir biçimde aştı. Bunun yansımalarının başında, düşük maliyet hesaplarıyla, üretimin işgücünün en ucuz olduğu ülkelere kaydırılması sonucu tetiklenen problemler geldi.
Üretimin Çin, Hindistan gibi ülkelere kaydırılmış olması, işin başındaki Amerikan tekelleri dahil, belki tekel karını arttırdı; ama, ikinci bir sonuç olarak, emperyalist ülkelerdeki halkın hızla yoksullaşmasına yol açtı. Üretimin dışarıya kaydırılması metropol ülkelerde de emeğin ucuza satılması yönünde baskılanma oluştururken, ayını zamanda, sosyal devlet kavramını da tartışılır hale getirdi. Azalan vergi gelirleri, düşen ücretler ve sosyal devlet uygulamasını tasfiyeye dönük çabalar, yıllardır varlık gösteren dengeleri bozdu. Bu süreçten en fazla etkilenen ülkelerin başında Avrupa gelmiş gibi görünse de gerçekte, emperyalist tekellerin karlarının artışına rağmen, uzun dönemde en büyük zararı görme olasılığı olan ülke ABD’dir.
Dış ticaretindeki aşırı açık, kapatılamayacak noktaya geldi. Yakın zamana kadar doların rezerv para olması ve para basmanın ABD Merkez Bankası’nın yetkisinde bulunması nedeniyle bu açıklar kapatılabiliyordu. Ama giderek rezerv para olarak dolardan kaçışın başlaması, Euro’nun ikinci bir alternatif olarak ortaya çıkmış olması, ABD Merkez Bankası’nın bu noktada istediği kadar özgür hareket edememesine yol açtı. Sonuçta artan ticaret açığı, ABD ekonomisi için ciddi bir tehdit olmaya başladı. Bu nedenle ABD, son iki DTÖ toplantısında görüldüğü gibi ticar etin serbestleşmesini değil, en azından kendi çıkarı yönünde bazı ulusal anlaşmalarla dünya ticaretinin kısıtlanabilmesini dayattı. Sonuçta bu, tahmin edilebileceği gibi fiyaskoyla sonuçlandı. Özellikle Çin, Hindistan, Brezilya, Endonezya gibi ülkelerin çabasıyla, ticaretin alabildiğine geliştirilmesi tarzında bir tasarı kabul edildi. Görünen o ki uzun dönemde ABD ekonomisi çok ciddi bir tehdit altındadır ve şu anda ABD ekonomisinde süren denge geçici, konjonktürel bir dengedir. Yakın bir sürede ABD ekonomisinin tıkanması ve hızlı bir çöküşe doğru gitmesi muhtemeldir. Bu ekonomik gerçekler bütün Amerikalı iktisatçılar ve tekeller tarafından görülebiliyor. Bu nedenle ABD, bundan sonraki politikalarını bu tür bir çöküşü geciktirme, mümkünse ortadan kaldırma yönünde geliştiriyor. Bu politikalarının başında, kendisi için ciddi bir tehdit oluşturan ekonomilerin (bunların kendi iç işleyişlerine, bu iç işleyişlerin ne kadar ilerici veya gerici olduğuna bakılmaksızın) nasıl engellenebileceği, bu tür ekonomilerin ABD’ye sorun çıkarmayacak şekilde nasıl durdurulabileceği, denetlenebileceği noktası geliyor. Bunun için çeşitli dış politika yöntemleri geliştiriyor. Bunlardan birincisi askeri tehdittir; söz konusu ülkeleri bir biçimde askeri abluka altına alma, hareket alanlarını daraltma gibi bir süreç yaşanıyor.
İkincisi, değişik düzlemlerde siyasi ve ekonomik baskılar yaparak, örneğin Euro’nun değerini arttırarak Çin ve benzeri ürünlerin ABD pazarını işgal etmesi engellenmeye çalışılıyor. Tabii bunlar büyük oranda yüzeysel etkileri olan politikalardır. Bu nedenle ABD bir süredir hedef ülkelerdeki ekonomik gelişmeyi kontrol altına alabilecek, denetleyebilecek, yeri geldiği zamanda durdurabilecek farklı araç ve mekanizmalar geliştirmeye çalışıyor. Bu yöntemlerden en etkili görüneni, pek çok ülkenin ekonomisinin enerji açısından dışa bağımlı olması sebebiyle; enerji kaynakları ve enerjinin pazara ulaşma yolları üzerinde tam ve kesin denetim sağlamaktır. Böyle bir tercih, ABD’nin dünyada sürdürdüğü dış politikaların özünü oluşturuyor. Bu nedenle de 21.yüzyılda en önemli enerji havzalarını oluşturacak bölgelerden ikisi olan Basra Körfezi’ne ve Hazar Havzası’na yerleşmek ABD için temel önemdedir. Gerçi başlangıçta ABD Hazar Havzası’nda belirli başarılar elde etmiş gibi görünmüştü. Çünkü Sovyetlerin dağılmasından sonra yapmış olduğu bir dizi siyasi, ekonomik, askeri anlaşmayla o bölgeye ciddi olarak yerleşmişti. Ancak özellikle Irak müdahalesinden sonra bu bölgelerdeki denetimi büyük oranda sekteye uğradı. En azından, ABD’nin dünya politikasını tek başına belirleyebilme konusunda sanıldığı gibi güçlü olmadığı, Irak’taki direnişle somut biçimde ortaya çıktı. Çünkü, Irak gibi hiçbir uluslararası desteği olmayan bir coğrafyada tam ve kesin denetimin sağlanamamış olması, tam bir batağa saplanılmış olması; daha kapsamlı ve zor koşullarda politikaların sürdürülebilmesi konusunda yaşanabilecek güçlüklerin habercisi oldu. Bu somut gelişme ABD’nin kaygılarını büyütürken, onun tehdidi altındaki ülke ve halkları itiraz yönünde cesaretlendirdi. Bunun başında artık askeri yönden dahi ABD’ye kafa tutmaya başlayan Latin Amerika geliyor. İşte bu noktada ABD, hem askeri gücü konusunda oluşan şüpheleri gidermek hem de belirleyiciliğini güncel tutmak için yeni bir politikaya ihtiyaç duydu. Bu bir anlamda, güçsüzlüğünü güç gösterileriyle örtme çabası olarak da okunabilir. Benzer bir durum Rusya’da da gözlenmişti. Çeçenistan sorununun üstesinden gelemediği, etki alanlarının pek çoğunu ABD’ye kaptırdığı bir dönemde Putin, biz dünyada hiç kimsede olmayan bir silah yaptık diyerek bir çeşit güç gösterisine yönelmişti. İşte ABD’nin de Irak’ta kaybolan prestijini sağlamak için kendisinin askeri alanda ne kadar güçlü olduğunu gösteren, hissettiren bir politikaya ihtiyacı vardı; bu politikanın bir yerde somutlanması gerekiyordu. Bir süre hedefe Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti kondu. Kuzey Kore nükleer silah geliştiriyor, bunu engelleyeceğiz dendi. Fakat bu politika ters tepti. Kore, ABD’nin güç gösterisine ne izin ne de taviz verdi. Aldığı yanıtlar, en azından bölgedeki çıkarlarına tehdit oluşturduğu için, ABD bu tartışmayı bir biçimde bitirdi. Çünkü bu tarzdaki bir gerilme, ABD’nin Japonya’daki çıkarlarını, Çin’le, Güney Kore ve hatta Rusya ile olan ilişkilerini tehdit ediyordu. ABD burada bir biçimde geri adım atıp, şer ekseniinde gördüğü Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’yle anlaşmak zorunda kaldı.
ABD’NİN TEHDİT MEKANİZMASI BİR SÜREDİR İRAN’A KARŞI İŞLİYOR
ABD, bir süre için Suriye’yi hedefe koymayı denediyse de, Suriye’nin askeri gücünden çok, coğrafi konumu sebebiyle bunu uzun süre devam ettiremedi. Özellikle Akdeniz’in bugün en önemli ulaşım yollarından biri olması, tehdidin uzun süreli olmasına engel oluşturdu. Ve sonuçta, bölgede tehditle/gerilimle varolma stratejisi uygulayan ABD, oklarını İran’a çevirdi. İran’ı önemli kılan faktörlerden biri, sahip olduğu zengin petrol yatakları ve petrolün taşınma yolları üzerindeki denetimi ise, diğeri Şii gerçekliği idi. Çünkü Irak’ta ABD’nin Kürtlerden sonra gördüğü muhtemel müttefik Şii örgütlülüğüdür. Şii’lerle yer yer çatışma ve gerilim yaşandıysa da işgal boyunca bunun büyük boyutlara vardığı, uzlaşma olasılığının tükendiği söylenemez. Bunda İran’ın azımsanmayacak bir rolü vardır. Bu bağlamda İran, petrol denetimi kadar, Irak’lı Şiilerle ilişkisi sebebiyle de ABD’nin ilgisine mazhar olmuştur. Hatta Filistin, Lübnan, Suriye, v.b. ülkelerle ilintili politikaları açısından da İran’la ilişkiler, ABD için önemlidir. Petrol konusu, bu önemi daha da arttıran bir işlev görmektedir. Petrol konusundaki istikrarsızlık, tekelleri o denli kaygılı kılmış durumdadır ki, kimi firmalar çok yüksek ücretlerle 6 aylık veya 1 yıllık petrolü bugünden satın alıyor. Şu anda gelecek yılın Mart ayı için petrolün 75 hatta 85 dolardan satın alındığı söyleniyor. Bu, belirsizliğin ürünüdür. Eğer bugün 15 dolar fazlasını vererek Mart ayındaki petrol için anlaşmalar yapılıyorsa, ortada ciddi riskler var demektir. Dolayısıyla petrolün üzerinde oluşabilecek sınırlı bir risk, emperyalizmi içinden çıkamayacağı kadar büyük sorunlarla karşı karşıya getirebilir. Bu nedenle, ABD’nin İran’la tam bir kapışmayı hedef alan bir politika yürütmesi, ABD ya da emperyalizmin uzun dönemli çıkarlarına terstir. Tabii bu tespit üzerine; hem Irak politikası hem de uluslararası çıkarları açısından İran’la bir yakınlaşma uzun vadeli olarak emperyalizmin çıkarlarına olduğu halde, bugün görünürdeki İran-ABD kapışmasının neden ortaya çıktığı sorulabilir. ABD ve İran’ın çıkarlarının bütünleştiği; birlikte olmaktan, ortak politikalardan geçtiği gerçeği ile bugünkü konumları; yani savaşacaklarmış, savaşın eşiğindeymiş gibi bir noktaya gelişleri paradoks gibi görünüyor. Bugünkü çelişmelerin hangi yönde gelişebileceğini ve bu çelişmeleri ortaya çıkaran nedenleri görebilmek için, perde arkasını okumak gerekiyor.
ABD’nin İran’la olan ilişkilerinin bütün dünya kamuoyunu etkileyecek tarzda, hatta muhtemel saflaşmalarda en etkili faktör olarak ortaya konacak tarzda gündeme getirilmesinde birden çok kesimin çıkarı vardır. ABD tüm dünyaya ben gerektiği zaman dünyanın her yerindeki çıkarlarımı askeri güç ile kontrol edebilecek ve bu denetimi sağlayabilecek kadar güçlüyüm imajını vermeyi sürdürüyor. Ve bu gerilim politikasından bir biçimde karlı çıkıyor. Uzun vadeli çıkarları İran’la işbirliğini gerektirdiği halde, böyle bir politikayı dünyaya yayarak güçsüzlüğünü bir biçimde kapatmaya çalışıyor. İkincisi, gerek Amerikan kamuoyunun çöken ekonomiden, ortadan hızla yok olan sosyal haklardan ve yaşama koşullarının zorlaşmasından kaynaklanan memnuniyetsizliğini kamufule etmek; gerekse silah ve petrol tekellerinin silahlanma yarışı yönündeki taleplerini gündeme sokmak üzere, gerilim bir manivela olarak kullanılıyor. Bu süreçte, petrol sahibi ülkeler ve petrolün ulaşım yolları üzerindeki tehdit, petrol fiyatlarının bilinçli bir şekilde arttırılmasına neden oluyor. Gerek Amerika’da gerekse İran’da üst düzey politikacılardan gelen her aleyhte demeç sonrasında petrol fiyatlarının %1-2 oranında arttığı görünüyor. Aralarındaki ilişkide yumuşama belirtileri ise, petrol fiyatlarını 70 doların altına düşürüyor. Kısacası dünyada şu andaki petrol fiyatları, neredeyse iki ülkenin yetkililerinin yapacağı açıklamaya endekslenmiş durumda. Bu politikadan en fazla yararlı çıkan iki ülke de ABD ve İran’dır. ABD, İran’la yaşadığı çelişkiyi dünyadaki temel sorun, kendi tekellerinin çıkarlarını da herkesin çıkarıymış gibi gösteren bir dayatma içindedir.
Benzer bir durum İran için de geçerli. İran ve diğer petrol çıkaran ülkeler, petrol fiyatlarının oldukça yüksek olmasından büyük karlar sağlıyor. Hatta bunu İran Dışişleri Bakanı açıkça ifade ediyor. Bundan memnun olmayan ülkeler, ulusal ekonomilerini ayakta tutabilmek için çok daha yoğun petrole ihtiyaç duyan, ama petrole sahip olmayan ya da kısa bir süre içinde petrolün yerine bir başka enerji kaynağını koyabilme şansı bulunmayan ülkelerdir. Bu açıdan bakıldığında, çatışıyormuş gibi görünmek, her iki ülkenin uzun dönemli çıkarlarıyla örtüşüyormuş gibi görünüyor.
MEVCUT ÇELİŞMEDE/ÇATIŞMADA NÜKLEER TEKNOLOJİNİN ROLÜ
Aslında, enerji üzerinden yürütülen tartışma/gerilim de her iki ülkenin belli taleplerini karşılar niteliktedir. Bunlardan İran açısından bakarsak, halk %50’yi aşan bir oyla Ahmedinecad’a oy verirken; onu, yaşadığı pek çok sorunu aşacak bir kişi olarak görüyordu. Ahmedinecad, daha önce Tahran Belediye Başkanı olduğu dönemde petrol gelirlerinden sınırlı oranda kaynakları kentin varoşlarına aktararak prim yapmıştı. Ona oy verirken benzer bir beklenti söz konusu idi. Gerçekte ise Ahmedinecad, İran’da varolan ekonomik ilişkiler ağından bağımsız, onların dışında bir kişi değildir. Ve şu anda İran’da mevcut olan ekonomik işleyiş de pastadan kimlerin pay aldığı da ortadır. Yoksulluğa karşı oluşabilecek tepkileri engellemek için dinin, toplumun her kesimindeki ilişkileri belirleyecek tarzda yukardan aşağı şekillendirildiği ve yoklukların siyasal bir protesto aracına dönüşmesinin bile bir biçimde dinle engellendiği bir toplumda; egemenlerin, toplumu belli ideolojik motifler etrafında toplayabilecek ve Ahmedinecad’ın bütün İran halkının çıkarlarını temsil ediyormuş gibi görünmesini sağlayabilecek bir politikaya ihtiyacı vardı. İşte böyle bir konjonktürde Ahmedinecad nükleer teknolojiye dört elle sarıldı. Ve bu konuda ABD’nin ne kadar çok tepkisini çekiyormuş gibi olursa ya da böyle yansıtılırsa; Ahmedinecad’ın, vaat etmiş olduğu gelişmeyi, refahı halka sağlayamadığı için yönelebilecek tepkileri geciktirme ya da engelleme şansı doğuyor. Bu gerilimle, İran’daki bütün sınıfsal çelişmeler alabildiğine gizlenebiliyor ve bütün İran halkı Ahmedinecad’ın nükleer teknolojiyle ilgili politikasının arkasındaymış gibi gösterilebiliyor. Bu duruma, İran’ın da Ahmedinecad’ın da ihtiyacı var. Çünkü Ahmedinecad, köklü değişimler vaat ederek iktidara geldi ve şu ana kadar hiçbirini gerçekleştirmedi.
ABD, izlediği gerginlik politikasıyla Fransa, Almanya gibi ülkeleri de yanına almış, aynı masada kendisiyle beraber oy kullanır hale getirmiş olmaktan büyük oranda memnundur. Hatta giderek bu çelişmeyi biraz daha keskinleştirip petrol yolarını da kesme tehdidi ile Çin ve Rusya’yı da baskı altında tutuyor. Bu bağlamda ABD, İran’la yaşamış olduğu gerilimi, gerek BM’de gerekse uluslararası politikaların oluşturulmasında, bugüne kadar şu veya bu şekilde kendi yörüngesi dışında tavır koyabilmiş olan ülkeleri de kendi safına çekmenin bir aracı olarak kullanıyor.
O halde, çelişkiye kaynaklık ettiği söylenen nükleer alanda neler oluyor? Gerçekten İran nükleer alanda ciddi bir tehdit midir? Bu konuda, bugüne dek adı geçmeyen pek çok ülkenin İran’dan nükleer açıdan en az 10 yıl daha ilerde olduğunu söyleyebiliriz. Bu ülkelerin değil de neden İran’ın ön plana çıkarıldığı sorusu, yukarıda söz ettiğimiz dengelerle açıklanabilir.
Anımsanacak olursa, Türkiye’den bazı firmalar İran’a santrifüj satmakla suçlanmıştı. Santrifüj olarak kullanılacak pek çok parçayı üreten bu firmalar, sıradan sanayi ürünü üreten firmalardı. Kısacası böyle bir teknolojiye Türkiye bile büyük oranda sahiptir. İkincisi Türkiye 40 yıldır nükleer alanda araştırmalar yapıyor. Hatta bir biçimde Pakistan’da nükleer silahların yapılmasında dolaylı ya da dolaysız pek çok bilim adamının yer aldığı tartışılıyor. Yani bu teknolojiye dünyadaki pek çok ülke sahiptir. Okların İran’a çevrilmiş olmasının nedenlerine dönersek; yukarıda da belirttiğimiz gibi bugün savaşacakmış gibi görünmek savaşmaktan daha çok işlerine yarıyor. Yine de o kadar gürültü arasında İran’ın basit de olsa, uzun dönemli politikalar açısından emperyalist tekellerin/ABD’nin hiç de istemediği bir şeyi başardığı söylenebilir.
Bugün nükleer malzemelere ulaşmak, nükleer teknolojiye ulaşmaktan çok daha zordur. Örneğin reaktörlerde kullanılabilecek %3-3.5 oranında zenginleştirilmiş uranyumu satın almak, teknoloji satın almaktan çok daha zordur. Çünkü reaktörde kullanılabilecek düzeyde zenginleştirilmiş olan uranyum, hiçbir şekilde bu maddeyi üreten firmalar tarafından satılmaz, sadece kiralanır. Uranyum çubukları, üzerindeki kolaylıkla parçalanabilecek uranyum 235 izotopu bitinceye kadar kullanılması, bitince de satan firmaya iade edilmesi şartıyla verilir. Her reaktörde kullanılan yakıt, birkaç yılla 5 yıl arasında değişen sürelerde, üzerindeki radyoaktif maddenin bitmesi nedeniyle artık enerji üretiminde kullanılamaz hale gelir.
Doğal uranyum içerisinde binde 7 oranında bulunabilen ve nükleer füzyona girebilen izotopunun ayrılması oldukça ileri bir teknolojiyi gerektirir. Santrifüj yöntemi bunlardan biridir. ABD ilk nükleer silahı yaptığından beri uranyum 235’in ayrıştırılmasında santrifüj yöntemini kullanıyor. Bu durum, uranyum 238’deki uranyum 235’in molekül ve atom ağırlıklarının farklı olamasından kaynaklanıyor. Ağırlık ve yoğunluk farkı birbirinden ayrılmasını sağlıyor. Bir reaktör için yeterli miktarda üretebilmek, onbinlerce santrifüjün aynı anda kullanılmasını gerektiriyor. Bu saflaştırma, %3-5 oranında gerçekleşiyor. Ama saflaştırmanın nükleer silahlarda kullanıbilecek düzeyde olabilmesi için, bu olayın çok daha ileri teknolojiye sahip vantilatörlerle, çok daha gelişmiş cihazlarla yapılması gerekiyor. Dolayısıyla da çok masraflı bir işlemdir. İran’ın bu gün için bu teknolojiye sahip olup olmadığı tartışmalıdır. Kısacası İran’ın bugün başarmış olduğu şey, doğal uranyum içinde binde 7 oranında olan bir izotopunu %3,5 oranında zenginleştirmektir.
%3,5 oranında zenginleştirilmiş olan doğal uranyum, sadece ve sadece nükleer reaktörlerde yakıt olarak kullanılır; nükleer silah yapımında kullanılması mümkün değildir. Nükleer silah olarak kullanılabilmesi için, birkaç kilo ağırlığındaki uranyumun en az %85 oranında zenginleştirilmesi gerekiyor. Bu bağlamda İran, olsa olsa ABD’yi ticari anlamda rahatsız ediyor. Çünkü, bugüne kadar bu nükleer reaktörlerde kullanılan uranyumlar satılmıyor, kiraya veriliyordu. İran bunu artık kendisi üretip kendi reaktöründe kullanabiliyor ve isteyene teknolojiyi ya da uranyumu dünya fiyatlarının çok altında satabileceğini söylüyor. Bu güne dek bu, ABD hükümetinin onayında, birkaç tekelin elindeydi. Bir ülkeye ancak reaktör için gerekli olanı kiralanıyordu. İlk defa bir ülke bu mekanizmanın dışına çıkıp uranyumu zenginleştirmiş oluyor. Belki buna bir ölçüde Kore’yi de eklemek mümkün. Çünkü Kore de uranyumu zenginleştirmeyi başardı. Tabii yakın zamanda değilse bile uzun dönemde nükleer silaha giden yol bu aşamadan geçiyor. Bu konuda uranyum çubuklarının kendisi değil de tükenmiş hali işe yarıyor. Çünkü, kullanılmış ve tükenmiş uranyum çubukları, uranyum 235 gibi nükleer reaksiyona girebilen ve nükleer silah yapımında kullanılabilen plutonyum elementini taşırlar. Plutonyum elementini bu kullanılmış, tükenmiş biçimiyle uranyum çubuklarının içerisinden elde etmek, uranyum 235’i elde etmekten, zenginleştirmekten çok daha kolaydır. Basit kimyasal işlemlerle bu yeni element yoğunlaştırılabilir. İşte bu şekilde kendi reaktörlerindeki bitmiş, tükenmiş olan yakıt çubuklarını istediği işleme tabii tutabilme özgürlüğüne sahip olan ülkeler, nükleer silaha biraz daha yaklaşmış demektir. Bu yönüyle İran’ın yapmış olduğu %3,5’luk zenginleştirme, bugün için değil ama, reaktörlerde kullanılmasından sonra, plutonyumun elde edilmesi anlamında çok büyük bir avantajdır. Zaten şu anda ABD, İngiltere, v.b. ülkelerin sahip olduğu silahların büyük bir kısmı uranyum 235’ten değil, plutonyumdan elde edilmiş silahlardır.
Bugün dünyada bütün reaktörlerden plutonyum elde ediliyor ve bunların nereye konulacağı konusunda sorunlar yaşanıyor. Bu nedenle nükleer teknolojiye sahip bütün ülkeler açısından en önemli sorun, reaktörde oluşan bitmiş çubukların nasıl saklanacağı ya da değerlendirileceğidir. İlk zamanlarda özellikle atom bombası yapmak üzere plutonyuma çok fazla ihtiyaç duyuluyordu ve bütün nükleer reaktörlerden çıkan uranyumlar kimyasal işleme tabii tutuluyordu. Bu kimyasal işlem sonucunda plutonyum ayrıştırılıyor, geriye kalan da atık olarak değerlendiriliyordu. Ama bugün artık nükleer reaktörden o kadar çok plutonyum çıkıyor ki ne ABD ne Rusya o nükleer atıkların plutonyumunu ayırmıyor. Ellerinde artık ne yapacaklarını bilmedikleri kadar plutonyum fazlası var. Dolayısıyla bu ülkeler için plutonyum bir ihtiyaç değil, ama nükleer silahlara sahip olmayanlar için kolay elde edilebilir bir üründür. ABD, reaktörden açığa çıkan aşırı şekilde radyoaktif olan ve ortalama yarılanma ömrü binlerce yılı bulan çok üst düzeydeki radyoaktif maddeleri ya çok derinlere kayanın içerisine, çelik zırh içerisine betonla kaplanmış halde saklamak zorunda kalıyor ya da son olarak çok masum bir yöntemmiş gibi gösterdiği şekilde, silah olarak kullanıyor. Normal bombaların dışı ince bir tabaka halinde -birkaç santim kalınlığında- uranyumla sıvanıyor. Bu uranyum için kullanılan bitmiş, seyreltilmiş ifadeleri bir yanıltmacadan ibarettir. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi asıl o durumda, radyoaktivitesi binlerce kat artmış oluyor. Kısacası ABD, nükleer atıklarını savaştığı ülkelerin üzerine atıyor.
Bu olay ABD’nin saldırısına uğramış bütün ülkelerde yaşanmıştır ve ABD bu nedenle nükleer uzmanların radyoaktivite ölçümlerine izin vermiyor.
İRAN NÜKLEER SİLAH YAPAR MI?
İran, 10-15 yıl sonra elindeki plutonyum stoklarından nükleer silah oluşturma şeklinde bir politikaya yönelir mi? Bunu bugünden kestirmek mümkün değildir. Ama nükleer anlamda bir risk varsa bile bu, öncelikle ABD, İsrail gibi saldırgan politika izleyen ülkelerin elindeki nükleer silah stoku sebebiyledir . İran’da ise, bugün dünya kamuoyunu ayağa kaldıracak veya İran’la kapışmayı gerektirecek düzeyde bir nükleer gelişme veya tehdit yoktur.
ABD’nin bugün İran ile ilişikilerini koparmaktan veya şu anda olduğundan daha geri bir noktaya getirmekten bir çıkarı yoktur. Salt Şiilik bile başlı başına önemli bir nedendir. Irak, Lübnan, v.b. ülkelerde, Şiiler üzerinde, inanç ilişkisinden kaynaklanan nedenlerle İran’ın çok büyük bir ağırlığı vardır. Mesela Sünnilerde veya diğer mezhep gruplarında böyle bir merkezi otorite olmadığı halde Şiilikte hiyerarşik bir ilişki yüzlerce yıldan beri varlığını sürdürüyor. Dolayısıyla bu ülkelerde politika yapmak isteyen bir gücün İran’ı yok sayması olası değildir. Bu bağlamda ABD, İran’la ilintili adımlarda, İran’ının Ortadoğu’daki diğer ülkelerle ilişkilerini dikkate zorundadır. Özellikle Irak’ta iyice batağa saplanmış durumdayken, en yakın müttefiki Kürtlerden sonra Şiilerin olduğu bir konumda, en azından ehvenişer noktada kabul edebileceği bir çözüme ulaşmak istiyorsa; ABD Şiilerle, dolayısıyla da İran’la bağları tümüyle koparmayı göze alamayacaktır. Zaten son günlerde sadece Irak’taki Şiilerin durumunu kapsayacak tarzda görüşmeler için her iki ülke adım atmış durumdadır. Başlı başına bu adım bile ABD ile İran’ın savaşmaktan çok savaşıyormuş gibi yaptığının ifadesidir.
İRAN IRAK DEĞİLİDİR
ABD Irak’a saldırırken, olsa olsa Irak halkı ile karşı karşıya gelmeyi varsaymıştı. Hatta, Saddam’ın bazı sosyal uygulamalara başvurmuş dahi, Şiileri ve Kürtleri büyük oranda iktidar dışı tutmuş olması bir avantaj olarak görülüyordu. Bu açıdan bakıldığında İran çok farklı bir durumdadır. İran rejiminin oldukça gerici bir niteliği olduğu, halkı için vaat ettiği hiçbir çözümü sağlamasının mümkün olmadığı doğrudur. Ancak bu tür bir olumsuzluğun yanında ABD ile hesaplaşma noktasında diğer ülkelere göre pek çok ayrıcalıkları vardır. İran’da neredeyse bin yıllık bir devlet geleneği ve bunun oturmuş olduğu bazı dengeler söz konusudur. Humeyni rejimi orada bazı değişiklikler yaptı; ama bu, varolan dengeleri islami eksene almaktan başka devlet yapısında köklü bir değişiklik yaratmadı. Bu nedenle İran’da, uzun dönemli çıkarlarını devletin çıkarlarıyla özdeşleştirme geleneği, dünyanın hemen hiçbir kesiminde görülmeyecek boyutlardadır. İkincisi, Irak saldırısı öncesinde söylediğimiz gibi eğer bir ülke, gerilla savaşı taktiklerini de içerecek tarzda savaş yöntemlerini önüne koyarak bir mücadele örgütlediyse, oldukça uzun süren barış dönemlerinde(sıcak çatışmanın olmadığı dönemşerde) böyle bir mücadele hazırlıklarını yaptıysa, onunla başetmek ABD dahil hiçbir ülkenin ordusu için mümkün değildir. Saddam, bu tür bir çalışmayı 90’lardan sonra çok zor koşullarda, abluka altında yaptı. Ama İran, 1980’lerden beri bu çalışma içerisindedir. Ayrıca, dünyanın neresinde bir Şii varsa, bu doğal olarak İran’ın müttefiğidir. Neredeyse 25 yıldır İran böyle bir hazırlığı sürdürüyor. Ve bunu hiçbir zaman da yadsımadı. Tersine bizim için savaş alanı dünyanın her yeridir dedi. Baş düşman, baş şeytan olan ABD’ye her yerde her düzeyde hatta kendi topraklarında bile saldırabiliriz biçimden açıklamalar yaptı.
Dolayısıyla arada bir sözü edildiği gibi, İran’daki reaktörünün israil uçakları tarafından bombalanması gibi basit birkaç önlemle, İran’daki nükleer tesislerin yok edilebileceğini ya da İran’a politik anlamda geri adım attırılabileceğini düşünmek gerçekçi olmaz. Irak’taki batağa saplandıktan sonra bunu en iyi ABD’nin görmüş olması gerekiyor. Bu bağlamda ABD’nin ikinci bir Irak’a, hatta ondan daha kapsamlı bir belaya dönüşebilecek bir İran’a mevcut koşul ve dengeler içinde saldıracağını düşünmüyoruz. Bu nedenle, savaşmak yerine savaşacakmış gibi gözükmenin her iki ülkenin politikasına denk düştüğünü söylüyoruz.
Mevcut gerilmenin yarattığı bir önemli sonuç da, ABD’nin bölgeye çok daha etkin ve kapsamlı biçimde yerleşmesine zemin sağlıyor olmasıdır. Eğer amaç petrol kaynakları ve bunların ulaşım yolları üzerine tam ve kesin denetimi sağlamaksa, bunun araçlarından biri de Basra Körfezi üzerindeki denetimdir. Dikkat edilirse ABD, Irak’tan köklü biçimde sökülecek olsa dahi, terketmeyeceği 8-10 tane üs oluşturmuş durumda. Ayrıca Körfez ülkeleri üzerinde ABD’nin tam ve kesin denetimi sürüyor. Benzer şekilde Suudi Arabistan üzerinde de denetim söz konusu.
Buna İsrail faktörü de eklenecek olursa, Basra Körfezi’nin petrol kaynakları üzerinde bulunan egemenliğin boyutu ortaya çıkar. Hürmüz boğazından çıkış noktasında ise İran ile bir biçimde anlaşabilirler. Bu nedenle, Hazar Havzası’ndaki petrollerin üzerinde denetimin sağlanması, Hazar Havzası’na yerleşmek, ABD için daha büyük önemdedir. Anımsanacak olursa, Irak savaşı gündeme geldiği dönemde ABD’nin Türkiye’den yararlanmak istediği üslerin ve limanların arasında Trabzon, vb vardı. Afganistan müdahalesiyle bir ölçüde sağlama alınmış gibi gözüken Hazar Havzası’ndaki etkinliği Irak’taki başarısızlık sonrasında sürüncemede kaldı. Sonuçta ABD orada pek çok mevziyi kaybetti. Ayrıca eski Sovyet cumhuriyetlerinde ilişkilendiği bürokratlar üzerinden sağladığı nüfuzun, her an halk hareketleriyle yitirilebildiğini gördü. Bu nedenle ABD bundan sonra işini daha da sağlama almak, yani insiyatifi o bölgedeki siyasi yerel otoritelerle işbirliği ile sınırlı tutmak yerine orada kalıcı üsler oluşturmak istiyor. Gürcistan bu bağlamda sorunlu da olsa önemli bir ileri mevzidir. Bulgaristan’da ise ABD üç tane üssün kullanımını elde etmiş durumdadır. Romanya için de benzer hesaplar yapılıyor. ABD’nin Hazar Havzası dolayımıyla kalıcı mevziler oluşturmak istediği ülkelerden biri de Azerbaycan’dır. Bu sorunu da Türkiye üzerinden, eğitilmiş işbirlikçiler aracılığı ile aşma eğilimindedir. Hindistan’nın bile yurtdışındaki ilk üssünü Hazar Havzası’nda açtığı düşünülürse; ABD’nin ablukasının gerçekte İran’dan çok neden bu bölgeye yönelik olduğu anlaşılır. Bu bağlamda İran’la girilebilecek sıcak bir çatışmanın, Azerbaycan, vb ülkelerle kurulu dengeleri bozma riski de vardır. Benzer şekilde Almanya, Fransa, vb ülkelerin bir oranda yedeklenmiş olması da mevcut konjonktürün sonucudur. ABD bu dengelerin bozulmasını tercih etmeyecektir. İşte tam da bu noktada en azından bugünden görülebilen bu gelişmeleri sanki günümüzden 3 yıl önceki Irak Savaşı arifesindeki duruma benzetip, ABDnin buraya her koşulda saldıracağını varsayıp duruşunu ve eylemini buna göre seçmek, en azından bir okuma hatasıdır. Anımsanacak olursa Irak’ta, tartışmaya açık olmakla birlikte, eğitim, sağlık, vb hizmetlerin, asgari yaşam standardının devletçe garantiye alındığı bir yönetimden bahsediliyordu ve bu alan emperyalist tekellerin sömürüsüne alabildiğine kapatılmış bir ekonomi tarzında gelişiyordu. Yani Irak, emperyalist kapitalist pazarın dışında bir ülkeydi. ABD, bu pazarı emperyalist kapitalist sisteme açmak, kendisine yönelebilecek olası tehditleri engellemek, petrol kaynaklarına tam bir egemenlik sağlamak için Irak’a müdahale etmek zorundaydı. Ve zaten bu amaçla müdahale edildi. Ama şu anda İran emperyalist kapitalist sistemin dışında bir ülke değildir. ABD tekelleri bugün İran’la ciddi bir anlaşma yapmamasına rağmen, Amerikan ve Fransız tekelleriyle İran çok yakın ilişkiler içersindedir. Dolayısıyla şu anda İran kesinlikle emperyalist kapitalist sistemin dışında bir ülke değildir. Petrol kaynakları üzerinde ulusal denetimin olması, ticaretin işleyiş sahasını emperyalist kapitalist sistemin dışında göstermez. Ancak yine de İran petrolleri için özgün bir durum söz konusudur. Hindistan, Çin, Japonya gibi ülkelerin İran petrolüne bağımlı olması ve yüzmilyar dolarlarla ölçülecek düzeyde petrol yatırımlarının bulunması (kimisi anlaşma kimisi yatırım düzeyinde) İran’a emperyalist kapitalist sistemin dışında değil ama Amerikan egemenlik alanının dışında bir konum kazandırıyor. Bu nedenle, Hürmüz Boğazı’nın denizden ablukaya alınması gibi engeller veya operasyonlar, bundan olumsuz şekilde etkilenebilecek ülkelerin tepkisine sebep olacak, çıkar ortaklaşması bağlamında da olsa İran’a destek söz konusu olabilecektir. Bu, sıcak çatışmaya girme anlamında ABD’nin önündeki bir başka engeldir. İşte bu koşul ve dengeler eşliğinde gündeme giren İran’da, her türden demokratik talebin zorla bastırıldığı, çağdışı yaşam biçiminin topluma zorla dayatıldığı bir rejim söz konusudur. Savaş karşıtlığı veya İran halkının muhtemel bir saldırıdan korunması noktasından harekete geçen kesimler, süreci doğru okumalı, emperyalizme karşı durmalı; ama, İran rejimini şu veya bu oranda sahiplenir duruma düşmemelidir. Benzer şekilde, bugün görünür vadede bir saldırı ihtimali olmadığı halde, bugünden yarına saldırı olacakmış gibi davranmak ve konu bağlamında, söz konusu rejimin atraksiyonlarına destek verir duruma düşmek; bilerek veya bilmeyerek meşrulaştırmaya hizmet edecektir. Bugün İran’daki halkın siyasal rejime karşı mücadelesi desteklenmeli; ama bunu ABD işbirlikçileri ile yapan Halkın Mücahitleri, vb yapılara prim verilmemelidir.
Sayı 21 (Mayıs – Temmuz 2006)