“Şayet biriniz, ünlü Marksistlerin eskiden işgalleri kınayıp kınamadıklarını soruyorsanız, evet, hepsi zamanında ülke işgallerini kınadılar, hatta Kaddafi’den çok daha gerici hükümete sahip olan ülkelerin işgal edilmelerini kınadılar. Kral, feodal bir karaktere sahipti, fakat hiç kimsenin İtalyan faşizminin işlediği suçu kınama konusunda şüphesi yoktu. Ama bizim dönemimizde, bütün sol, bu işgal ve saldırıları kutluyor.” (James Petras, CX 36 Radio Centeranio ile röportajından)
Evet, Libya’ya karşı gerçekleştirilen ve her tarafından emperyalist haydutluk, ülkesini satma, çıkar ve işbirliği sarkan bir operasyon, sol/devrimci pek çok yapı tarafından desteklendi; olumlu görüldü; “Ya Kaddafi başarılı olursa?” diye kaygılananlar oldu; devrim diye addedilen “emperyalist bahar”ın bu halkada tökezleme ihtimali dert edildi; vb. vb.
Bugün sonuca bakıp, “devrim/ihtilal” demekten vazgeçenlerin olduğunu biliyoruz. Ne var ki mesele, “devrim” deyip dememe veya salt Libya meselesi değil. Sol, bu noktaya nasıl geldi? Ne oldu da bölgeyi on yıllarca kavurabilecek bir projeye, “bana ne düşer?” dercesine (direkt veya dolaylı olarak) yedeklenebilir hale geldi?
Yıllar önce yazdık. 1980 öncesinde AB’yi emperyalist olarak görmemek, olumluluk atfetmek “ayıp”tı. Ve kimse bu ayıba yanaşmazdı. Şimdi, hangi yolda nasıl ve ne zaman değerlerimizi döke döke (tükete tükete) bu noktaya geldik? Bu tükenmenin izi doğru biçimde sürülmedikçe, Libya özgülünde düşülen yanılgının, hemen bugün aynı izdüşümler eşliğinde Suriye’de tekrar etmesini bekleyelim.
Biliyoruz ki bugün solun yeni dönem niteliklerinden biri de birbirini ya okumamak ya da okusa da dikkate almamaktır. Yani ne yazık ki bu yazdıklarımızın etkili olacağı ve bugüne dek “demokratik nitelikli bir halk muhalefeti” olmadığı kırk çeşit kanıtlanan Suriye’deki çatışmada öne çıkan muhalefetin, Libya’daki yanılgının tekrarına izin vermeyen bir bakış açısıyla irdeleneceği/yargılanacağı beklentimiz bir hayli zayıf. Yanılmayı umut ediyoruz.
Öyle ki emperyalizmin Suriye operasyonuna karşı sol/devrimci güçler olarak ortak eylemler geliştirecek kadar yanılmayı umut ediyoruz. Evet, çok açık söylüyoruz.
Devrimcilere düşen görev, emperyalizmin işgal aparatı haline gelen güçlere direnişçi/devrimci deyip destek vermek değil, Suriye’ye yapılmakta olan emperyalizmin çok bileşenli ve çok kirli müdahalesini çeşitli biçim ve yöntemlerle teşhir etmek; Türkiye dahil, işbirlikçilerin yüzünü açığa çıkarmak ve bu cinnete dur demektir.
Bu süreçte, genelde emperyalizm, özelde faşizm ve işbirlikçi olabildiği oranda feodalizm (aşiretler, vb.) dünya halklarının karşısında bir bileşke güç şeklinde var olacaktır. Böyle bir saldırı iklimine direnebilmenin koşulu, süreçten zarar göreceklerin güç ve imkan biriktirmesi ise de, birliklerin antiemperyalist, antifaşist ve antifeodal eksenli olması da, sürecin niteliği gereğidir.
Evet, NATO’nun Libya halkını katletme planı, sol tarafından desteklendi. Ne var ki Libya, haber vererek gelmekte olan emperyalist cinnetin sadece açış konuşmasıdır…
Dünya halklarının (ve onlara yol gösterme/önderlik iddiasında olanların) belki de tarihlerinin hiç bir döneminde olmadığı denli birbirini anlamaya ve birbirine doğru yerden değmeye ihtiyacı vardır. Bugün bu bağlamda, birlik/ittifak konusunun ezilenlerin gündemine gelmiş olması olumludur, bir şanstır. Ne var ki, yan yana gelince farklarını ve fırsat buldukça kendini anlatan eğilimiyle solun birlik adımları karşısında umutlanmak için henüz çok erken. Ve bu konuda söylenecek çok şey var. Tam da bu nedenle, feneri birbirimizin gözüne değil, ülkede ve bölgede olup bitenlere tutmak gerekiyor.
“Arap Baharı” diye anılan gelişmeler, belirli bir coğrafyada yaşanıyor ve bütünlük atfedilebilecek boyutlar taşıyor olsa da, irdeleme sırasında, kimi ülkelerin ve “Şii üçgeni” gibi olguların özgünlüğü göz ardı edilmemelidir. Hatta, olayların patlak verdiği ülkelerin sıralamasının bile tesadüf olmadığını söylemek mümkün. ABD ilk önce kendisine yandaş, işbirlikçi olan, yıpranmış iktidarları restore etti. Buradan sağlanan sempati ve demokratikleşme imajı eşliğinde diğer ülkeler sıraya kondu. Aslında Şii üçgeninin dağıtılması, en öncelikli hedeftir. Ne var ki bu hedef, uzun ve zorlu bir süreç gerektiriyor. Bu çerçevede Libya’ya, Suriye’nin provası gözüyle bakıldığına, daha önce de dikkat çekmiştik.
Elbette toplam içerisinde, Tunus’un da Mısır ve Libya’nın da yeni dönem ihtiyaçlarına uygun biçimde elden geçirilmesinin yeri vardır. Ne var ki hem birinin diğerinden daha zor olduğu, hem de yüklenen anlamların büyüklüğünün değiştiği bir toplam söz konusu. Daha önce de söylediğimiz gibi Irak müdahalesi de Türkiye’nin AKP eliyle yeniden düzenlenmesi de bu kapsam içerisindedir. Tabii ki İran’ı etkisizleştirip sisteme katmak, Şii eksenli kurduğu ilişki ağını dağıtmak, en önemli/öncelikli hedefler arasındadır.
İşte bu müdahalelerden demokratikleşme beklemek, hatta silahsız olacağını düşünmek, kimi toplumsal sorunları ve giderek özgürlük ufkunu, bu denklem içine sığdırmaya çalışmak, emperyalizmin kavranışına dair yaşanmakta olan bilinç bulanıklığının vardığı seviyeye işarettir. Bu artık, dışsal/ikincil çelişme dediğimiz, emperyalistler arası çelişmeden yararlanmak biçimindeki taktiksel olguyu aşmış durumdadır. Hemen her sorunun uzlaşılarak (çatışmadan) çözülebileceğine inanan, buna programatik bir içerik kazandıran bir yaklaşım söz konusu. Gerçekte ise, ABD/emperyalizm için havuç da sopa da bir araçtır. Sınıfsal niteliğinde ise hiç bir değişim yoktur/olmamıştır. Eğer Libya’da Irak’tan farklı bir yol izlediyse ve havuç ile sopayı daha dengeli kullanıyorsa, bu da hedefe varmak için ihtiyaç bağlamlı araçların dengelenmesinden ibarettir. Kar-zarar hesabının, deneyimler ışığında yeniden yapılmasıdır. Yoksa Libya’da ne bomba ne füze atmaktan geri durulmamıştır. Ama açık işgal yerine, daha örtük yöntemlerin denenmesi, hem maliyet/bedeli azaltmış, hem de müdahalecilerin demokrasi, insan hakları temelinde hareket ettiği intibaının belirli oranlarda korunması şansını vermiştir. Bu süreçte S.Arabistan’a 60 milyar dolarlık silah satılması boşuna değildir. Ve giderek gelişen “sopa” seçeneği, hiç bir biçimde geri çekilmemiştir.
Daha da önemlisi, emperyalizmin niteliği, başvurduğu şiddetle ölçülen bir olgu değildir. Elbette imkan varsa, gireceği yere silahsız girip tahakkümünü zor dışı yollarla kurmayı tercih eder. Bunun bir nitelik yumuşaması/değişimi olarak algılanması, emperyalizmin artık halkların demokratikleşme taleplerinin karşılanmasına yatkın olacağı biçiminde yorumlanması ise, büyük bir yanılgı olur.
“TÜRKİYE-İSRAİL GERGİNLİĞİ” İMAJI GERÇEKLERİ GİZLEMEK İÇİN BU SÜREÇTE DİRİ TUTULACAKTIR
Bir ifadenin propaganda malzemesi mi yoksa gerçeklik öğesi mi olduğunun ayırdına varılamadığı, hafızaların kayıtları birkaç ay bile tutamadığı dolayısıyla kim egemense onun yönlendirmelerinin ağır bastığı bir dönem yaşanıyor.
Bir bakıyorsunuz Türkiye/AKP İsrail’e karşı kükrüyor. Tehditler, yaptırım iddiaları, “b”, “c” planları ortalığı (daha doğrusu ortalık aklı) esir alıyor. Ve konu tam da, onu ortaya atanın istediği biçimde; yani arka planında ne olduğuyla değil, dedikodu sayılabilecek en sulu yanıyla gündeme oturuyor.
Gelin, analiz bile değil; yakın geçmişten bugüne kısa bir tarama yapalım:
-Davos Zirvesi’nde “one minute” diyen başbakanın, bu çıkışının göstermelik olduğu; ilişkilerin koptuğu iddia edilen o süreçte, İsrail’le Konya’da gizlice askeri tatbikat yapıldığı ortaya çıktı.
-Türkiye, “böyle saçma şey olur mu?” diyerek Nato’nun Libya müdahalesine karşı olduğunu söyledi. Sonrası biliniyor.
-Bir yıl önce Füze Kalkanı’nın İran’a karşı İsrail’i koruma işlevi taşıdığı iddiasıyla AKP yine o itiraz ağdalı şovlardan birini yaptı. Bugün gelinen noktada itiraz unutulmuş gözüküyor.
-İsrail’e karşı geliştirlen son hamle Mavi Marmara ile ilgili BM raporunu içeriğine dayandırılıyor. Halbuki BM raporunun bu çerçevede çıkacağını Fettullah Gülen bir yıl önce ABD’de gazetecilerle yaptığı bir toplantıda söylemişti. Yani Türkiye bunu bilmiyor değildi.
Bu örnekler çoğaltılabilir.
Bir düşünelim, Suriye’de adeta global düzeyde tarafların bilek güreşi yaşanıyor. Ve ne olacaksa büyük oranda Türkiye üzerinden olacak. Yani Türkiye, Suriye’de İran’la da karşı karşıya. Füze kalkanının devreye girmesi bu gerilimi daha da artıracak bir hamledir. Türkiye’nin İsrail’e dönük hamasi nutukları, bu koşulardan bağımsız nasıl düşünülebilir?
Yarın bölgenin “baharzede” halkı, ödediği bedellerin ağırlığı altında sıkıntı çekerken, İsrail’le Türkiye’nin birbirine gülümsemesi hiç de zayıf bir olasılık değildir.
KRİZ DERİNLEŞİYOR
Sıkça belirttiğimiz gibi krizin büyüttüğü ihtiyaçlar, petrol veya doğalgaz kaynaklarıyla dahi karşılanmayacak boyuttadır. Hatta diyebiliriz ki İran dahil hemen her direnç aşılsa dahi bu, krize çare olmaya yetmeyecektir. Yakın tarihte, Sovyetler ve Doğu Avrupa coğrafyasının katılımı dahi, sistemin boşluklarını tamamlamaya yetmemiş ve kriz, 2008’de dışa vurmuştur.
Bilindiği gibi 1929 krizi, 2.Dünya Savaşı ve devamındaki yeni düzen ile aşılabilmiştir. Bugün ki kriz, 1929’dan da öte, uzun ve zorlu bir dalganın habercisidir. Bu dalganın, kendiliğinden veya kısmi düzenlemelerle durulması pek olası gözükmüyor. Bu bağlamda, küresel emperyalist güçlerin neyi göze alıp almayacağı tartışılırken, bu gerçeklik konu dışı bırakılmamalıdır. Bu süreçte, krizin Türkiye’yi etkilemeyeceğini söylemek gibi, tekil görünümlü de olsa sorunları global etkilerden koparıp değerlendirmek de ya cehaletin göstergesidir ya da manipülasyon amaçlıdır.
Kriz, anlayan-anlamayan herkesin gündemindedir. Ne var ki konuya vakıf olunmadan, kulaktan dolma bilgi ile söylenenler, olsa olsa istismarcıların işine yaramakta, yıllarca halkların kaderi üzerinde etkili olacak bu sorunun manipüle edilmesinde, ellerini güçlendirmektedir. Böylesine ciddi/kapsamlı bir konu olması sebebiyle kriz, gelişmelere göre, yönelim ve öngörüleri de değiştirebilmektedir. Örneğin Japonya’daki nükleer kaza, petrole bağımlılığın giderek azaltılacağı biçimindeki öngörü ve hesapları olumsuz yönde etkiledi. Bu bağlamda, egemen olup, bölgeyi belirli oranlarda idare edebilir hale gelmek, ABD’nin krizden çıkışı için yeterli olacak bir gelişme değildir. Tabii ki bunlar birer öngörüdür ve krizin nasıl aşılacağına da, aşıldığı andaki sonuçlara dair de tanımlar yapmak için henüz çok erken. Bu ciddiyette bakıldığında görülecektir ki Türkiye, ne krizden, ne bölgede giderek tırmandırılan mezhep çatışmalarından, ne de örneğin Çin-ABD geriliminin etkilerinden muaftır. Hemen her adımın küresel bağlamlı etkilerle iç içe olduğu bir süreçten geçilmektedir.
Mezhep çatışması deyip, geçmemek gerekiyor. Ortaçağ Avrupası’nda mezhep bağlamlı yaşananlar anımsanmalıdır. Bugün Şii-Sünni geriliminin ABD eliyle büyütülmesinin sonuçları, tahminlerden öte boyutlar alabilir.
Bölgede taşeronluk bağlamında da olsa aktif bir rol üstlenmiş olan AKP ağırlıklı iktidar, sürecin niteliğinin bilincindedir; tersi, olgunun niteliğine aykırıdır. Bu nedenle, faşizmi tahkim etme yönündeki adımları da, halkları tehdit anlamına gelen söz ve davranışları da hafife alınmamalıdır.
Unutmamak gerekiyor ki, taşeronun şahsında temsil edilen güç, aynı zamanda “patron”un gücüdür. Sürecin gelişim eğrisini belirleyen irade, genelde Türkiye egemenlerini, özelde Tayyip Erdoğan’ı aşmaktadır. Bu tür süreçlerde egemen denklem içinde çıkar arama pragmatizmi, çok daha tehlikeli ve tuzaklıdır.
Aksine, eksenine emperyalizmi alan bir duruş yaygınlaştırılmalıdır. Birlikler dahil, atılacak hemen her adımın öncelikli ölçeği/kıstası bu olmalıdır.
Sayı 34 (Ekim – Aralık 2011)