SORU: Rejimlerini sömürü ve baskı üzerine oturtmuş tüm egemen oluşumların “baskı yasaları”nı hiçbir dönem elden bırakmadığı, bunu bir güvence olarak gördüğü bilinir. Türkiye’de Kürt sorununun varlığı, bu niteliği daha da geliştirmiş, sertleştirmiş ve keskinleştirmiştir. Son olarak gündeme gelen TMY’nin Kürt olgusunu da hedefe koyan niteliği, söz konusu geleneksel tutumun devamıdır. İşte Kürt siyasal örgütlenmesi, bu gerçekliğin diğer devrimci yapılar tarafından görülmediğini, gereken desteğin verilmediğini söylüyor ve eleştiriyor. Bu eleştiri sizce haklı mıdır?
YANIT: Biz o sözü edilen gerçekliğin, Türkiye’deki tüm devrimci yapılarca görüldüğü düşüncesindeyiz. İster “Türkiye Kürdistanı” densin, isterse “sömürge” tespiti yapılsın, tüm tahlil farklılığına rağmen biz, hiçbir devrimci yapının yukarıda özetlenen gerçekliği ıskaladığı kanaatinde değiliz. PKK’ye karşı tutum ve yaklaşımlarda farklılıklar olsa da hemen tüm yapılar, Kürt Sorunu konusunda bir hassasiyet içindedir. Hatta kimi yapılar için bunun ideolojik politik duruşunu aşındırır noktaya geldiğini söyleyebiliriz.
PKK’nin “gerçeklik”le ilişkilendirerek devrimcilerden beklediği, her türden pragmatizme, sınıfdışı ilişkilere, norm ve hedef bulanmasına prim verilmesidir. Diğer bir ifadeyle kayıtsız şartsız destektir. Bunu dünyada hiçbir örgüt hak olarak görmemelidir.
SORU: Deniliyor ki Türkiye’li devrimciler, Hamas, ETA, IRA veya Irak’lı direnişçiler söz konusu olduğunda koşulsuz destek sunuyor; ancak PKK’ye gelince aynı destek ve sıcaklığı göstermiyor. Bu yaklaşıma katılıyor musunuz?
YANIT: Bu da bütünüyle subjektif bir değerlendirmedir. Hiçbir olaya, ayrıntıları vermeyen kaba gözlüklerle bakılmamalıdır. Bir davanın haklılığı, o dava bağlamında örgütlenmiş bir yapıya demokratik bir nitelik kazandırır. Ancak, bir yapının meşru bir davaya dayanması ve demokratik olması, onun her eyleminin demokratik ve meşru olacağı anlamına gelmez. Bu bağlamda Tel Aviv’de de İstanbul’da da halkın ortasında, otobüs durağında patlayan bomba meşru değildir;
eleştirilmelidir; desteklenmemelidir. Benzer şekilde, anti-emperyalizm bir hareketi nasıl demokratik kılıyorsa; emperyalizmle işbirliği, demokratik niteliğini yitirme sebebidir. Bu genel bir doğrudur; ülkeye veya örgüte göre değişmez.
SORU: Kürt önderliği sistem içi çatlak ve çelişmeleri kullandığını, bu konuda ustalıklı br duruş sergilediğini; ama Türkiyeli devrimcilerin bu durumu anlamadığı için karşı çıktıklarını iddia ediyor; buna ne diyorsunuz?
YANIT: Egemen çevrelerin iç çelişmelerini dikkate almak, bu çelişmelerini büyütmek için kimi hamleler yapmak, bilinen ve sistem karşıtı hemen her yapı tarafından başvurulan bir tarzdır. Varlığına karşı çeşitli araç ve yöntemlerle mücadele edilen sistemin iç çatlaklarını büyütme gayreti olarak da değerlendirilebilecek bu çaba, yanlış veya gereksiz değildir; ancak, ikincildir. Yani temel öneme sahip mücadeleye tabii ve tali olarak düşünülmelidir. Aksi takdirde; tali olan temel olanın önüne geçer ve bu, bir anlamda arabayı atın önüne koşmak gibi ters bir ilişkilenme doğurur.
Bugün “rejim içi” diyebileceğimiz çelişmeler, çatlaklar mevcuttur. Örneğin, Şemdinli olayı karşısındaki duruş/yaklaşım farklılıkları da bir iç çelişme sayılır. Savcılığın hazırladığı iddianamenin üzerinde koparılan fırtınanın nedeni budur. Sistem içi veya rejim yanlısı olduğu halde “özel harp” bağlamındaki teşkilatlanmanın açığa çıkmasını isteyen olabilir; oluyor da. Önemli olan, bu çelişmeye, hakkettiğinden fazla bir anlam yüklememektir. Mesela, Orgeneral Büyükanıt’ın adının iddianamede geçmesi elbette ki önemlidir. Ancak, bunu AKP’nin sağladığını varsayıp AKP’ye rejim karşıtlığı yolunda önemli anlam ve misyonlar yüklemek,
büyük bir yanılgı olur. AKP, emperyalist odaklardan aldığı destekle veya kendi hesapları gereği yer yer rejimin etkili odakları ile karşı karşıya gelse dahi, çoğu kez kaçak güreşmekten öteye gidememektedir. Nitekim, “Şemdinlililerin tanıklığı caiz değildir” diyen de, Meclis Araştırma Raporu’na Büyükanıt’ın adının geçmemesini isteyen de AKP’dir. Ve sonuçta savcı devre dışı kalmıştır.
Bu konuda PKK’nin trajik sayılabilecek denemeleri vardır. “Kullanıyorum” dediği ABD’nin A.Öcalan’ı tutsak alıp Türkiye’ye teslim etmesi, yeterince öğreticilik taşıyor olmalı. Ayrıca bir yapının birkaç ay farkla bir olguyu “dost” veya “düşman” olarak tanımlayabilmesi, basılan zemini bütünüyle kaygan hale getirir. Sapla saman karışır. Bugün eğer sokakta patlayan bombaların menşei için halk net şeyler söyleyemez hale gelmişse; “bu eylemi demokratik güçler yapmaz; o halde karşı devrim provokasyonudur” diyemiyorsa; böyle bir netlik kalmamışsa, bunda PKK’nin yanlış eylem çizgisinin rolünün olmadığını kimse söyleyemez.
SORU: Peki PKK yeterince eleştiriliyor mu?
YANIT: Çok önemli bir noktaya işaret ettiniz. Ne yazık ki kimi yapılar, PKK’yi eleştirmemeye adeta ant içmiş. Sanki PKK eleştirilince Kürt Sorunu yadsınıyormuş gibi bir duruş söz konusu. Kürt coğrafyasında yaşanan, örneğin çocukların terörist ilan edilerek kurşunlanması biçimindeki olayların tetiklediği hassasiyetler kimi çevrelerce, Kürt önderliğinin eleştirilmemesi gerektiğine gerekçe edilmektedir. Gerçekte ise, hatalar karşısında susuldukça, PKK’ye iyilik yapılmış olmuyor; çünkü eleştirilmediği için hatanın tekrarı da kayıp verme olasılığı da varlığını korumuş oluyor.
Bizce T.Erdoğan’ın ağzından dışavuran, çocukları terörist ilan edip onları kurşuna dizme eğilimi; bir taraftan faşizmin halkın talepleri karşısındaki duruşunun niteliğini yansıtmakta; diğer taraftan, hala başbakanları egemen güçten bağımsız bir özne gibi değerlendirip onları “iyi” ve “kötü” diye sınıflayan ve beklentilerini onların niyetlerine endeksleyen kesimler için öğretici olmaktadır. Daha dün, aydınlara randevu verdi diye göklere çıkarılan, “Özal gibi öldürülmezse, Kürt sorununu çözeceği” varsayılan T.Erdoğan, şimdi böyle düşünenlerin çocuklarının katlini yüksek sesle savunuyor.
Biz ’80 öncesinde de sonrasında da, 90’lı yıllarda da, bugün de Kürt Sorunu’nu devrimin bir bileşeni olarak gördük, gündemimize bu bağlamda aldık ve her dönem Kürt halkının yanında olduk.
SORU: Son olarak ABD Dışişleri Bakanı Rice de Türkiye’yi ziyaret etti. Sizce Kürt önderliği bu ve benzeri ziyaretleri de yanlış mı değerlendiriyor?
YANIT: ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın Türkiye’yi ziyareti benzer diğer ziyaretler gibi basın ve televizyonlar tarafından büyük oranda PKK ile ilişkilendirildi. Bu tutum bile başlı başına, Türkiye’deki egemen yönlendirmenin araçlarını ne denli sivrilttiğinin ifadesidir. Basından aydınlara kadar tam bir akıl tutulması hali yaşanıyor. Türkiye, BOP çerçevesinde daha etkin rol almak üzere, ABD’li yetkililerin en yoğun ziyaret ettiği ülke haline gelmişken, yapılan resmi açıklamalarla zekaca aşağılanmış olmak, öyle görünüyor ki aydın olarak bilinen kimi kişileri rahatsız etmiyor.
Basının karşına geçen Dışişleri Bakanı “ABD’den destek istendiğini” söylüyor, doğrudur;
ABD’den zaten her fırsatta PKK konusunda destek isteniyor veya K.Irak’a operasyon için izin isteniyor. Ama ABD’nin ne istediğine hiç değinilmiyor.
Aslında ABD’nin Türkiye’den veya Tükiye’nin ABD’den bir şey istemesi normal. Normal olmayan şey, PKK’nin de beklentilerini doğrudan veya dolaylı biçimde ABD ile ilişkilendiriyor olmasıdır. Bilinir ki kendi programı olmayanlar, başkasının programının bir parçası olurlar.
Burjuva siyaset zemini bütünüyle çıkara dayalı, kaygan ve kirlidir. Oradaki uzlaşmalar büyük oranda sınıfsal temel yakınlığı ile de ilintilidir. Onu örnek almak veya o denklemlerde kendine yer aramak, halk adına iş yapma iddiasıyla yola çıkan bir politik özneyi, olsa olsa “kullanılır bir özne” durumuna düşürür. Diğer bir ifadeyle, halk adına politik bir öznenin, emperyalizmin siyasal denklemlerinden kendi sorunları için çözüm damıtma koşulu yoktur. Bu, işin doğası gereği böyledir. Aksi iddia ve beklentiler, soruna sınıfsal bakma yeteneğinden yoksun olmakla maluldur.
SORU: Rice’ın Türkiye’ye gelişi sürecinde yoğun olmak kaydıyla son zamanlarda, ABD’nin K.Irak’taki PKK kamplarıyla ilgili istihbarat bilgisini Türkiye’ye verdiği, PKK’nin üst düzey kadrolarının Türkiye’ye teslim edileceği, vb. haberler görsel ve yazılı basında sıkça yer alır oldu. Kimi “uzman”larca da beslenerek renkli başlıklarla sunulan bu bilgilerin doğruluk oranı nedir?
YANIT: Doğruluğu bir yana, bunlar bilgi bile değildir. Üstelik en sıradan askeri ve politik değerlendirmeden yoksun, bütünüyle asparagas haberlerdir.
Dergimizde sıkça belirtildiği gibi K.Irak ve dolayısıyla bölgedeki Kürt oluşumlar, ABD’nin işgal ettiği Irak coğrafyasında tutunabildiği tek alan ve destek aldığı sınırlı sayıdaki öznelerdir. Bu nedenle “PKK kamplarının bombalanması” dahil, K.Irak’ta hiçbir çatışmaya, istikrarsızlık kaynağına tahammülü yoktur. Kaldı ki PKK kampları da kadroları da kimi aklıevvel gazetecilerin sandığı gibi birkaç füzeyle yok edilecek veya istendiğinde “paketlenip” Türkiye’ye verilecek korunmasız hedefler değildir.
Basına yansıyan genellikle Türkiye’nin temennileri olmakta ve çoğu kez gündemi saptırma, örtbas etme işlevi görmektedir.
SORU: Peki sınıra büyük bir askeri yığınak yapan Türkiye’nin amacı nedir?
YANIT: Türkiye, K.Irak’ta ABD desteğiyle oluşturulan Kürdistan varlığını, K.Irak’la sınırlı kalmayacağının bilincindedir. Bu bağlamda tehdidin boyutunu okumuş ve 70 yıllık devlet geleneğinin gereği bir reflekste bulunmuştur. Amacı, “sıcak takip”, vb. meşruiyetlere sığınarak, ABD’den K.Irak’a müdahale izni çıkarttırmaktır. Bu bir çeşit pazarlık ve mücadele alanıdır.
Türkiye çok fazla şansı olmadığını bilmektedir. Bu nedenle K.Irak’a doğru hareket kabiliyetini çeşitli tavizler ve pazarlıklarla arttırma gayreti içindedir. Bunun boyutunu pazarlıklar belirleyecekse de, K.Irak’ın kaderini değiştirecek boyutlara gelme ihtimali yoktur. SORU: Peki Türkiye, Suriye ve İran arasında son günlerde gözlenen yakınlaşmanın bununla bir ilintisi var mıdır?
YANIT: Evet, doğrudan ilintisi vardır. İran ve Suriye’nin de hem Kürdistan hem de PKK diye bir sorunu var. Mevcut tehditler üçü için de geçerlidir. ABD karşısında zayıf konumdalar. Ve birbirinden güç almaya çalışıyorlar.
SORU: Peki PKK’nin son zamanlarda şehirlerde yoğunlaştırdığı eylemler nasıl bir politikanın devamıdır; eylemlerle amaçlanan nedir?
YANIT: Askeri strateji, Türkiye’nin K. Irak’a yönelik şu veya bu orandaki operasyonunda başarılı olması için cephe gerisini istikrarlılaştırmasını gerektirir. Türkiye’nin bölgeye dönük ön operasyonları da TMY gibi önlemleri de bu kapsamda değerlendirilmelidir. Bu hazırlık ve hesapların bilincinde olan PKK’nin eylemleri de “cephe gerisini istikrarsızlaştırma” olarak değerlendirilebilir. Bu eylemler ilk bakışta “etki-tepki” anlamında veya “askeri hesapları bozma” dahilinde mantıklı görünebilir. Gerçekte ise, ABD’nin Irak’taki politikalarına endekslenme niteliği taşımakta ve yapılış tarzı itibariyle de egemenlere değil halka zarar vermektedir. Bilinir ki eylem, politikanın devamıdır. Politik duruş ne denli bulanık olursa, eylemin sonuçları da o denli bulanık olur.
SORU: Devrimcilik iddiasında olanların sosyal olgulara da yaklaşımı bilimsel olması gerekmiyor mu? Esnekliğin bu boyutu normal midir? Söz konusu savrulmaya dair son söz olarak neler söylemek istersiniz?
YANIT: Sosyal olgularda da bilim sınırları içerisinde kalarak değerlendirme yapmak mümkündür. Ne var ki bu sınırlar, teknik meselelerde olduğu denli “kesin” değildir. Esneklik ve duruma göre değişme oranı fazladır. Bu durum değerlendirmelerde öznelleşme olasılığını arttırır.
Marksizm’in sunduğu yöntem, değerlendirmelerde bilimsel sınırlar içinde kalma olasılığını arttırmış olsa da, yukarıda belirttiğimiz gibi öznellik, bilimsel normları aşındırmayı beraberinde getirebilmekte, olgular ihtiyaca göre eğilip bükülebilmektedir.
Düşünsel zeminde bilimselliğin kimi kişi ve alanlarla sınırlı olması, spekülatif malzemeyle veya manipülasyonla iş yapanların, yani bilim dışı kalmayı tercih edenlerin işini kolaylaştırıyor.
Yalana-dolana dayalı iktidarların, yansıttıkları akıl ölçülerindeki düşüklüğe rağmen varlığını koruyabilmesinin nedenlerinden biri de budur.
Büyütülmüş ölçekler, algılamayı güçleştirir. Örneğin, iki kişi arasındaki haksızlığı görebilmek, iktidarın halk karşısındaki toplam haksızlığını görmekten daha kolaydır. Benzer bir durum çözüm yolları için de geçerlidir. Sorunun öznesi iktidar olunca, onunla mücadele etme cesareti de kabiliyeti de düşüyor.
Bugün felsefenin en temel önermelerini dahi dikkate alma ihtiyacı duymamak, düşünsel kanalları metafizik etkilenmelere ve sistemin bütününe açık tutmak, “sol”da durma iddiası olsa da yapılarda bir zemin kaymasına sebep olmakta, onyıllar önce aşıldı diye bilinen tartışma konularının ve ikilemlerin yeniden sahneye çıkmasına imkan tanımakta ve sonuçta düşünsel çıtada bir irtifa kaybı yaşanmaktadır. Özellikle Kürt Sorununda bu durum, egemen yönlendirmelerle birleştiğinde, şovenizmin potasını büyütmekte, Türk milliyetçiliğinin değirmenine su taşımaktadır. Bugün artık devrimci-demokrat çevrelerin tanıdığı ve kendilerini solda tanımlayan Özdemir İnce, Ataol Behramoğlu gibi aydınların dahi Kürt sorunu konusnda egemen söyleme angaje olmuş olması; soruna “güneş dil teorisi” ve “Türk Tarih Tezi” formülleri kapsamında yaklaşanların sayısının giderek artması önemli bir sorundur ve ciddi tehlikelere işaret etmektedir. Bu sonuçta tabii ki egemen yönlendirmelerin ve aydınların aydınlık karakterindeki kararmanın rolü vardır. Ne var ki bu süreçte çok daha hassas ve seçici davranması gereken Kürt önderliği, bu hassasiyeti göstermemekte aksine, mevcut gerilmeyi hiç de uygun düşmeyen yöntem ve araçlarla beslemektedir.
Sayı 21 (Mayıs – Temmuz 2006)