KÜRT HALKINDAN ACILARI SİNEYE ÇEKMESİNİ VE MEVCUT DURUMU KUTSAMASINI İSTEMEK ONA YAPILABİLECEK EN BÜYÜK HAKSIZLIKTIR
“Kürt ulusu açısından bir çeşit milat özelliği taşıyan ’84’ kalkışması, öyle bir kalkışma ki, ‘onur’un tarifini yenilemiş; aydın, demokrat gibi sıfatların ölçütünü yeniden düzenlemiştir. Sorunları ile bugüne kadar birey olarak uğraşmış, ‘problemle başedebilme gücü kendi gücümün sınırları dahilindedir’ alışkanlığı ile koşullanmış bir Kürt genci için yeni bir dünyanın kapısı aralanmış, yeni ufuklar belirmiştir. Varılan yerin önemini anlayabilmek, kalkışma öncesini unutmamakla mümkündür.
Bireyciliğin yerini kolektif bir ruh almış, dayanışma bir yaşam haline gelmiştir. Çocuklar bile, taşlarını birleştirdiğinde ne muhteşem bir güce sahip olduklarını görmüşlerdir. Gerillaya katılan kadın, özgürleşme sürecini, ‘Bu düzende mümkün mü?’ sorusunu sordurma fırsatı vermeden yaşamıştır.
Halklar arasında oluşturulmaya çalışılan yapay duvarların da aşılması, fitili ateşlenen mücadelenin başarı grafiğine bağlı olacaktır.” (Devrimci Hareket Dergisi, sayı-1, 1997)
Kürt halkı; ezilmenin, haksız–lığın, yokluk ve yoksulluğun en zifiri biçimini tatmış olmanın yanında; dövüşerek var olmanın, kimlik kazanmanın ve dolayısıyla kaderini eline almanın da tadıyla tanışmış bir halktır. Bunun için ödenen bedelleri, herhangi bir ölçü birimiyle ifade etmek, olası değildir.
Hiçbir halk, esaretle uzlaşmaya razı edilemez. Özü hiçbir biçimde değişmeyen sistemi ve onun sahiplerini “şirin” gösterme çabası, mutlaka halkın direncine çarparak geri dönecektir. Yapılan hiçbir manevra, aydın sıfatıyla İmralı çizgisine verilen hiçbir destek, halkın gönlünü uzun süreli biçimde çelmeye yetmeyecek; halk, çıkarları neredeyse demiri o yöne bükecektir.İmralı süreciyle beraber daha somut biçimde dışavuran gelişmeler, makyajla veya yanıltıcı hiçbir çabayla üzeri örtülecek cinsten değil. Buna rağmen söz konusu duruşun, bugün hala Kürt halkının gönlünde yer bulabilmesi; kavga içerisinde oluşan bağların bir anda koparılamayacak cinsten olmasındandır. Yoksa, Kürt halkının aklında ve gönlünde oluşan soru işaretlerinin, yaşanan kırılma ve soğumalar sebebiyle, sandıktaki oy sayısını da, alanlarda verilen desteği de önemli oranda aşağı çektiği biliniyor/görülüyor.
DÜNYA’NIN HİÇBİR YERİNDE BİR HALKIN EGEMENİNE YARANARAK SONUÇ ALDIĞI GÖRÜLMEMİŞTİR
A.Öcalan’ın savunmasında kullandığı, “mevcut düzen eksiklikleri olsa da demokratikti, biz bu yola başvurmakla hata yaptık, demokratik mücadele vermeliydik.” ifadesinde somutlanan duruş; bugüne dek faşist bir rejimin silahsız biçimde “ikna” edilebileceğine dair denenen tüm atraksiyonların özünü oluşturuyor. PKK, kendini sisteme beğendirmek için neler denemedi ki? Barış Grubu adı altında yoldaşlarını tutuklattırmaktan, hapishanelerde devrimcilere yönelik gerçekleştirilen katliamlara seyirci kalmaya, isim değiştirmekten devletin her adımında konsept farkı aramaya dek, denenmeyen yol kalmadı. AB’ye ve ABD’ye yöneltilen sıcak mesajlar, Irak halklarının katline dahi verilen destekler, hep bu uzlaşmacı/işbirlikçi duruşun sonucudur.
Bugün gelinen noktada, tasfiyeci Kürt hareketinden AB’ye veya ABD’ye yöneltilen tepki ve eleştiriler, duruşun özünü değiştirmiyor. Hatta Osman Öcalan’da dışavuran eğilimi bile, bu gelişmelerden bütünüyle bağımsız düşünmemek gerekiyor. Dikkat edilirse, KONGRA-GEL’in “terörist” ilan edilmesi sebebiyle ve “ateşkesin bitirilmesi” sonrasında, AB ve ABD’ye yönelen tepki de bir istikrarı yansıtmıyor ve düşünsel bir bütünlüğü ifade etmiyor. Örneğin 16 Temmuz’da Gündem Gazetesi’nde yazan, A. Öcalan’ın avukatlarından Mahmut Şakar, sol içinde “devletin ve mevcut AKP hükümetinin, AB ile bağlantılı gelişen politikalarının Kürt sorununun çözümü içindeki rolüne abartılı bir yaklaşım”dan söz ediyor. İnsan, “el insaf” deme ihtiyacı duyu-yor. Doğrudur, “sol”da durduğunu söyleyip birileri AB’yi keşfediyor; hem sadece AB’yi mi? Örneğin son zamanlarda, yeni tanınıyormuş gibi, haince tutumları hakkında uzun uzun değerlendirmeler yapılan Talabani veya eleştirilir hale gelen ABD, kısa bir süre önce, üstelik Irak halklarının maddi ve manevi varlığına kastederken; kimlerin ilgisine mazhar olmuştu? Biz, Gündem Gazetesi’ni, kendi arşivine sadık kalmaya veya en azından yazdıklarını unutmamaya çağırıyoruz. Çünkü hafızasızlık, ortada ölçü de değer de bırakmaz.
Pragmatizm ve iradesizlik, taşıyıcısını başkalarının elinde “kullanılan bir malzeme”ye çevirir.
ABD’nin, diğer halklara olduğu gibi Kürtlere de dost olamayacağının bir kez daha örnekleriyle ortaya çıktığı ve Türkiye, Suriye ve İran’ın; Kürtler söz konusu olunca, aralarındaki çelişmeleri bir kenara bırakıp ortak projeler ürettiği; Talabani’nin ise, tarihsel misyonuna uygun olarak, uşaklığını Türkiye’ye pazarlamak için yırtındığı günümüzde; Talabani’yi veya emperyalizmi yeni keşfediyormuş gibi, onlara mesafe koyan yazılar yazmak; kusura bakılmasın ama, dünün Talabani ve emperyalizm muhiplerini, ne antiemperyalist, ne antifeodal ne de tutarlı kılıyor. Amacımız, tabii ki teşhir değildir; ama, yarının doğru okunabilmesi için dünün unutulmaması gerektiğine inanıyoruz.
9 HAZİRAN’DA UMUTLANIP BİR HAFTA SONRA KARALAR BAĞLAMAK; EMPERYALİZMİN VE GERİCİ REJİMLERİN ATTIĞI ADIMLARIN İÇİNDE DEMOKRATİKLİK KIRINTISI ARAYANLARIN DEĞİŞMEZ KADERİDİR
Türkiye, kendisine biçilen “eksen ülke” rolünün de etkisiyle, NATO Zirvesi için hazırlık yaparken; bunun için, demokratik kitle örgütle-rine baskınlar düzenleyip uydurma gerekçelerle insanları tutuklatırken; Başbakan T.Erdoğan, Chicago’da yapılan Ortadoğu konulu panelde, Şaron’u değil, Arafat’ı suçlarken; aynı Erdoğan G-8 ülkelerinin düzenlediği toplantıya katılıp Ortadoğu’ya emperyalist müdahaleyi alkışlarken; DEP’li milletvekilleri serbest bırakıldı veya TV’de yarım saat Kürt’çe yayın yapıldı diye, bunu başdöndürücü bir gelişme olarak nitelemek; demokratikleşme beklentilerine girmek; öncelikle böyle bir görüntü vermeye çalışan egemenlerin işine yayar.
Yıllardır tekrar eden bir sahnedir. Devlet; baskı, inkar ve imhada ısrar eder ve tutumunda hiçbir değişiklik göstermezken; çeşitli versiyonlarıyla Kürt ulusal hareketi, sanki bir diyalog ortamı varmış gibi davranır ve yaptığının monologdan ibaret olduğunu kabullenmek istemez. Son olarak, DEP’li milletvekillerinin salıverilmesi ile ilintili olarak da benzer sahneler yaşandı. Devletin tutumunda bir değişiklik yok. Diyarbakır’da yapılan “Barış ve Demokrasi Mitingi”nin ardından, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı hemen harekete geçti ve miting kayıtlarını incelemeye aldı. R.T. Erdoğan, Tuncer Bakırhan’ın konuşmasını “çirkin” olarak niteledi. ABD ile yapılan görüşmelerde, askeri operasyon ve imha amacı açıkça dillendirildi. Buna rağmen ateşkesin süresi veya bitirilme koşulu, sanki muhatap alınmış bir edayla gündeme sokulmaktadır; hatta burjuva medyaya da yansıdığı gibi, Zana ve arkadaşları bırakıldı diye iktidara büyük bir minnet ve hürmet beklentisi söz konusudur.
Aslında devlet, yıllardır halkın önünde Kürt Sorunu’nun çözümü için tek bir yol bıraktı; o yol 15 yıl denendi ve hatta bugün kimi kazanımlar söz konusu ise, o 15 yıllık mücadele sayesinde olmuştur. Bugün devlet, “kırıntı”yla yetinmeyenleri tehdit etmekte ve biat edilmemesi halinde faturayı ağır keseceğini açıkça ifade etmektedir. Buna rağmen, uzun bir süredir Kürt önderliğine egemen olan uzlaşmacı, yaranmacı ve hatta teslimiyetçi tutum devam etmektedir.
BM Güvenlik Konseyi’nin Haziran ayında, Irak’ta egemenliğin devriyle ilgili kararı tartıştığı sırada, yarı sitem yarı tehdit yollu, Kuzey Irak’taki Kürt önderliğinden kararın özerkliği içermesine dair bir talep geldi. Ancak bu talep, kararda yer almadı. Buna rağmen, kararın peşinden toplanan Güney Kürdistan Parlamentosu, BM kararını onaylamak zorunda kaldı. Bu gelişmede de görüldü ki, Güney Kürdistan feodal önderliği, tehdit savurur gibi yaparken dahi, işgal sırasında gösterdiği yararlılıkları hatırlatmakta ve hiçbir yaptırım gücünün kalmadığını fiilen göstermektedir. Benzer bir durum, Türkiye’de, esnetilmekten bütünüyle şekilsizleşen ateşkeste ve Kürt önderliğinde yansıyor. Ortada herhangi bir yaptırım gücü yok. “Ateşkesin bitmesi savaş anlamına gelmiyor” ifadesi de bunun bir kanıtıdır.
Son süreçte Kuzey ve Güney dahil, emperyalizme ve dolayısıyla işbirlikçi rejimlere öyle çok mesaj gönderilip olumluluk atfedildi ki, tehditler, altı boş bir sözcüğe dönüştü. Mesela “Ortadoğu’da bulunan ABD, bölgenin demokratikleşme yoluna girmesi ve Kürt sorununun çözüm yoluna girmesi için
tek şansımızdır.” diyen “Kürt aydını” Siraç Bilgin, işkence konusunda da “bunun üzerine gitmenin teröristlere cesaret vereceği”ni söyleyerek; uzlaşmacı tutumun ve sisteme dönüş gayretlerinin nelere sebep olduğuna dair çarpıcı bir örnek oluşturdu.
Çok merak ediyoruz; Abdüllatif Şener’in Diyarbakır Belediye Başkanı’na Kürtçe “seni
seviyorum” demesine abartılı anlamlar yükleyenler; AKP’nin attığı adımlarda demokratiklik görenler, bir gün sonra aynı çevrelerce sözlerinin ve beklentilerinin çarpıtıldığını ve hatta aşağılandıklarını görünce ne düşünüyorlar? Aslında buradaki terslik, T. Erdoğan’da değil, ondan veya onun sözcülüğünü yaptığı egemen kesimlerden, halklar yararına adım bekleyenlerdedir. Egemenler istiyor ki Kürt halkının kendisi de onun sorunları için bugüne dek rol alan siyasal kesimler de yaptığına bin pişman olsun, geri dönüp yalvarsın, el pençe divan dursun. Bakın ne diyor, Erdoğan; Tuncer Bakırhan’ın diyalog teklifleri için:
“Herkes düşünce ufkunu bir kez daha gözden geçirmelidir. Bugüne kadar bunun bedelini ödeyenler sonradan çok pişman oldu.” Recep Tayyip Erdoğan, ABD’den de aldığı cesaretle saldırıyor, tehdit ediyor, verdiğimiz kırıntılarla yetinin; yoksa pişman olursunuz diyor. Bugüne dek inandığı dava için bedel ödeyenleri pişman gibi gösteriyor. R.T. Erdoğan bunu yapar; temsil ettiği sınıfın karakteri bunu gerektirir. Peki DEHAP, eski DEP’liler, “Kürt aydınları”, “KONGRA-GEL”, vb. hala kendini bu pespaye kesim karşısında neden aşağılatır? Sanıyoruz ki bu sorunun yanıtı üzerinde samimice duranlar, gerçeği görmekte zorlanmayacaktır.
Gerek Kuzey’de, gerekse Güney’de halkın iradesini emperyalist projelere yedekleyen, halk tarafından verilen temsil yetkisini işbirliği zemininde kullanarak halkın güç ve örgütlülüğünden bir kazanım çıkmasını önleyen kesimlerin dışında kalan ve soruna objektif bakabilen kesimler için gelişmeler yeterince nettir. Mesela Şam Üniversite’sinde Doç.Dr. Mehmet Yuva, “Amerika’nın projeleriyle ne Kuzey Irak’ta, ne Türkiye’de, ne Suriye’de, ne İran’da yaşayan Kürt kardeşlerimiz özgürlüklerine sahip olabilirler.” diyor. Bunu sadece M.Yuva mı söylüyor; tabii ki değil. Önemli olan, halkın öz gücüne güvenip, hakların egemenler tarafından bahşedilmeyeceğini, “almak” dışında bir yol olmadığını kavrayıp, duruşunu buna göre biçimlendirmektir. Bu yapılmadığı sürece, Ortadoğu’nun mazlum ve onurlu halkı, emperyalizme uşaklık yapan bir avuç düşkün tarafından aşağılanmaya devam edecektir.
Bir DEP’linin Genel Kurmay Başkanı’na yalvarması, sadece kendisini değil, Kürt halkını da aşağılatmaktır. İnsaf, hoşgörü, insaniyet gibi olgulara vurgu yapıp, karşı devrimci güçlerden bu çerçevede hareket etmelerini beklemek, onların o niteliklere sahip olduğunu var saymaktır. Ve gerçekte temel sorun budur. Bu, sınıfsal bakış açısını terk edenlerin, egemenlerle halkı, ezenle ezileni aynı kefeye koyanların düşmekten kaçınamayacakları bir handikaptır.
Gerçekte 9 Haziran’ın anlaşılamayacak ve hatta devletin duruşunda “yeni” sayılabilecek hiçbir yanı yoktur. Dikkatlice bakıldığında görülecektir ki, AB’nin Türkiye hakkında olumlu bir rapor hazırlaması ve bu raporun Aralık ayında müzakere tarihi alma olasılığını kuvvetlendirmesi için çaba harcayan hükümet, Haziran sonuna kadar DEP’lilerin tahliyesi ve Kürtçe yayın için söz vermiş ve çeşitli atraksiyonlar denemiştir. Sonunda, Yargıtay 9. Dairesi’nin, geleneğinde pek görünmeyen bir şekilde harekete geçmesi ve duruşma tarihi beklenmeden tahliye kararı vermesi sağlanmıştır. Bu, gerektiğinde kendi koyduğu yasaları da yok sayan baskıcı rejimlerin bildik karakteridir.
Yasalar hiçe sayılarak zorbaca (yaka-paça) gözaltına alınıp tutuklanan ve 10 yıl hapishanede tutulan DEP eski milletvekilleri, tahliyelerine az bir süre kala, kendileri için değil, egemen güçlerin AB’den beklentileri için serbest bırakılıyor; üstelik bu, yasalar demokratikleştirilerek değil, delinerek yapılıyor; sonra da mağdur taraf, “Bu yetmez; bizden özür dileyecek ve mağduriyetimizi
gidereceksiniz” diyeceğine, zil takıp oynuyor. Bu, haklarını bilen ve bunu koparıp alabileceğine inanan
kesimlerin takınacağı bir tutum değildir. Bu, sınıfsal bakış açısını yitirmiş, düzen tarafından kabul edilmek için her türlü tavizi vermeye hazır, edilgen, güçsüz kesimlerin işidir. Bu, yenilgi ruh halidir.
TÜRKİYE EGEMENLERİ KÜRDÜ DE KÜRTÇEYİ DE CUMHURİYET ÖNCESİNDEN BERİ TANIYOR
Hatırlanacak olursa, bir kaşıklık Kürtçe yayında fırtına koparıldığı günlerde devletin bu adımı, kimilerince Kürtlerin tanınması olarak da algılanmıştı. Gerçekte ise, Türkiye egemenleri Kürdü de Kürtçe’yi de Cumhuriyet öncesinden beri tanıyor. M. Kemal, Kurtuluş Savaşı’nı başlatmadan önce, Kürt aşiretlerinin önderleri ile uzlaşarak Kürtleri tanıdı.Egemenler daha sonra, Şeyh Said İsyanı’nda, Dersim İsyanı’nda Seyid Rıza’nın tasarlanarak katlinde Kürtleri tanıdı. Bu, Cumhuriyet tarihi boyunca devam etti. 90’lı yılların ilk etabında, yargısız infaz, kayıp ve katliamlarda özellikle “Kürtlük” ölçü oldu. Yani, Türkiye egemenleri Kürtleri iyi tanıyor. KYB ve KDP ile kurulan ilişkiler Kürdü de Kürtçe’yi de var sayan ilişkilerdir. Burada sorun, Kürdün varlığı veya yokluğu değil işbirliğine yatkınlık ölçüsüdür. Onları var etmek için değil, yok etmek veya asimile etmek için, Türkiye egemenleri hiçbir zaman Kürtleri tanımaktan geri durmamıştır. Bu bağlamda, sabahları haftada bir kez yarım saat Kürtçe yayın yapılmasına karar verilmiş olmasının, devrimci-demokrat çevreler tarafından bu denli önemsenmesini, kimilerince “80 yıllık inkardan vazgeçiş” olarak değerlendirilmesini yadırgadık.
Türkiye’nin Kürtlük olgusunu tanıdığı bir diğer alan da aşiret zeminidir. Aşiret yapılanmasını, uluslaşmaya karşı korumak, beslemek, çeşitli avantajlarla işbirliğini canlı tutmak; uzun süre tercih edilen bir yöntem oldu. 1950-80 yılları arasında, kapitalist ilişkilerin gelişmesine bağlı olarak, aşiret ilişkilerinde bir çözülme yaşanmış ise de Türkiye Cumhuriyeti, Kürt coğrafyasında boyutlanan direniş karşısında tekrar aşiret politikasını öne çıkarmış ve çözülmeye yüz tutmuş ilişkileri yeniden canlandırmıştır.
II. Dünya Savaşı sonrasında, Sovyetler’e karşı kullanılmak üzere, kimi Gestapo elemanlarını veya bilim insanlarını, Nazi yapılanması içerisindeki yerlerine aldırmadan görevlendiren ABD; bugün de Irak’ta, gerekmesi halinde, “Baasçı” olduğuna aldırmadan kişi ve çevrelere görev veriyor; yeter ki taşınan su kendi havuzlarına aksın. İşte, fikir babalığını ABD’nin yaptığı Türkiye faşizmi için de durum farklı değildir. Türkiye, DEP’li tutsakları bırakır; kendisinin ihtiyacı vardır. Kürtçe yayın yapar; asimilasyon ve resmi propaganda için de bu dile ihtiyaç vardır. KDP ve KYB’yi önce tehdit eder; devletleşme olasılığını savaş sebebi sayar, sonra da konjonktüre göre onlarla ilişkileri sıklaştırır. Bu adımların hiçbirinin, kimilerince yakıştırıldığı veya anlaşılmak istendiği gibi Kürt sorunununABD için, Türkiye egemenleri veya bir başka sömürge rejimi için muhatabın Kürt, Türk, Arap olması; Şii veya Sünni olması, aşiret veya örgüt olması değil, nerede durduğu ve neyi amaçladığı
çözümüyle veya 80 yıllık inkardan vazgeçişle ilintisi yoktur. KDP ve KYB, Kürtlerin haklarının BM bünyesinde güvenceye alınmasını talep ederken, işgal sırasında ABD’ye verdikleri hizmeti hatırlatmalarına rağmen bu, karşılık bulmadı. Çünkü, karşılarında emperyalizm vardı; iliş-kiler tek yanlı olarak biçimlenmekteydi; bu tür bağımlılıklarda, uşağın söz hakkı yoktur. Haziran ayında Türkiye’ye yönelik trafiklerini yoğunlaştıran KDP ve KYB’nin Türkiye ile girdiği veya girebileceği ilişkiler de bu bağlamda doğru yorumlanmalıdır. Burada Türkiye’nin talep ve atraksiyonları, PKK’ye ve dolayısıyla Türkiye Kürdistan’ına karşı işbirliği temelinde olur. Başka türlü bir ilişki beklenmemelidir. Yani Gündem Gazetesi’inde yazdığı gibi Talabani Türkiye’ye KONGRA-GEL üyelerini kapsayacak bir genel af için gelmemiştir. Böyle bir olasılığı Talabani ancak, bir tasfiye aracı olarak önerebilir. Bu gelişme doğru okunamadığında; ilkesizliğin, pragmatizmin, çıkar ilişkilerinin batağında arayışlara düşülür; bu ise, halklara hiçbir yarar sağlamaz.
DEP’li milletvekillerinin bırakıldığı ve Kürtçe yayının başladığı gün olan 9 Haziran’ı bir anda milad ilan eden ve devlete,aklından bile geçirmediği niyetler atfeden kesimler, bu gelişmenin üzerinden 48 saat geçmeden yükselen tepkiler ve olumluluk atfedilen AKP’den gelen tehditler karşısında, kimbilir kaçıncı kez hayal kırıklığına uğramıştır. Bu ilk olmadığı gibi son da olmayacaktır. Devlet-toplum ilişkisini, sınıflar arası ilişki ve çelişkileri Marksizm’in yol göstericiliğinde değil, öznel yorumlar eşliğinde değerlendirenler, temenni ile gerçeği karıştıranlar, yeni sömürge bir ülkenin oligarşisinden ve onun faşist rejiminden, yapısal niteliğine ters icraatlar beklemeyi sürdürecektir. Aslında devletin hiçbir hamlesi şaşırtıcı değildir. Onlar, DEP’lileri bırakır; önce “bu tahliye hukuksaldır” der, peşinden “bu tahliyenin değerini bilin” diye tehdit eder ve hatta, mağdur edilmiş bu insanlardan “tövbe” bekler. Bu tutum, sınıfsal nitelikleri gereği, onlara yakışan bir tutumdur. Asıl şaşırtıcı olanı bunca zulüm, eziyet, inkar ve imha çabalarından, bu çabaların kurumlaşmış biçimi olan faşizmde ısrardan sonra; iyilik, hoşgörü ve şefkat beklemektir. Bu, saflık değilse, derin bir kavrayışsızlık ve dolayısıyla cehalettir. Bu, varolalı beri avlarını canlı canlı parçalayıp yiyen yabani bir hayvana el uzatıp, ondan bu niteliğinden vazgeçmesini istemeye benzer.
Kürt ulusal hareketinin geri, uzlaşmacı tutumunun; devlete yaranarak, şirin görünerek sonuç alınabileceğine dair taşınan kanaatin ardında cehalet kadar, özgüven yitimi de yatmaktadır. Irak sürecinde de dışavurduğu gibi, Kürt feodal önderlikler, ancak işgalcilere hizmet ederek, onlarla aynı kulvarlarda bulunarak bir kazanım elde edebileceklerini, ABD’ye karşı durmanın olası olmadığını çeşitli biçimlerde ifade etmiş ve duruşlarını da bu anlayış temelinde biçimlendirmiştir.
Uzlaşma eğilimi, İmralı’yı önceleyen yıllardan bugüne dek, Kürt ulusal hareketinde temel eksendir; belirleyici unsurdur. Ateşkesi başlatırken de bitirirken de hareket noktası bu olmuştur. Yani artık silah, özgürlük mücadelesini başarıya taşımak için değil, sıkça dillendirilen birkaç talep için devletin adım atmasını sağlamak amacıyla, bir çeşit “şantaj” unsuru olarak kullanılmaktadır. Kısacası, ateşkesin sonlandırılması, savaş kararı anlamına gelmiyor. Var olan çatışmalar devletin saldırganlığı sonucunda gündeme zorunlu olarak gelen çatışmalardır. PKK’den KADEK’e, KADEK’ten KONGRA- GEL’e uzanan anlayış, bir daha özgürlük için savaş kararı alamayacak denli kendini ehlileştirmiş ve karşıtının etki alanına girmiştir. Bu bağlamda, gelişmeleri doğru yorumlayabilmek için, ortaya atılan her haberin/fikrin etkisine girmeden, olguyu belirleyen temel dinamikler dikkate alınarak değerlendirme yapılmalıdır. Aksi taktirde, Ortadoğu coğrafyasında gerek feodal Kürt önderlikler, gerekse Kuzey’deki yapılanma (DEHAP dahil) ile ilintili ve birbiri ile çelişiyormuş gibi çıkan her haber, her yapay gündem ilgimizi çekecek ve bizi sorunun özü üzerinde isabetli değerlendirme yapamaz hale getirecektir.
Marksizm temelinde biçimlenmiş, ideolojik-politik bir hattın ve tutarlı bir önderliğin yönlendirmesi yerine, sistem içi manevralarda kendine yer arayan yapılar için; AKP’nin günlük açıklamaları arasındaki tonlama farkları önem kazanır. Ve örneğin G. Kurmay Başkanı ile Başbakan, Cumhurbaşkanı ile AKP arasında gündeme gelen çelişmeler, en önemli meseleler olarak manşete taşınır. Aynı şekilde, PKK ile DEHAP arasında veya DEHAP’ın kendi içinde eğilim farklılıkları sezip onlara oynamak; devlete değil, HPG’ye “silah bırakma” çağrısında bulunmak; söz konusu duruşun dışa yansımasıdır. DEP’li milletvekillerinin tahliyesi sonrasında Yeni Şafak ve Birgün gazetesinde yapılan yayınların ben–zerliğinin sebebi budur. Gerçi Birgün Gazetesi’nde yazan Mehmet Metiner, zaten AKP’li olmakla malül bir yazardır. Ama Birgün’de manşete taşınan “silah bırakma” olgusu, M. Metiner’in varlığından öte bir tercih sorunudur. Devletin elinden hiç düşürmediği silahtan değil de HPG’nin savunma amaçlı taşıdığı silahtan rahatsız olmak için, ideolojik–politik duruşunu düzenin mimarlarının beklentileri doğrultusunda defalarca elden geçirmiş olmak gerekiyor. Aynı gazetenin 19
Temmuz’da Kürt sorununu tartışmak üzere başlattığı yazı dizisinde attığı “Barışçı, silahsız ve şiddetsiz bir çözüm için…” başlığı da benzer bir soruna işaret ediyor. Elbette silahsız yöntemlerle de kimi demokratik hakları kazanmak olasıdır. Ancak bu, mutlak bir yol olmadığı gibi sınırları da “temenni ederek” veya “barış” kavramını çokça telaffuz ederek belirlenecek bir çerçeve de değildir. Salt bir olasılıktır ve kazanımdan kırıntılar kastedilmiyorsa; söz konusu haklar hiçbir egemen tarafından bahşedilemeyeceği için; mücadele, bir zorunluluktur.
SONUÇ YERİNE
Düşüncelerini bilimsel bir disiplin altında toplayamamış, dolayısıyla fikri bir sistematiğe sahip olmayan kişi ve yapıların; iç disiplini olmayan ve tutarsızlık içeren bir fikri duruştan dahi etkilenmeleri mümkündür. Bu kesimler kolay yönlendirilir ve dolayısıyla kolay yanıltılır.
Yıllarca, kendi özgürlüğü için savaşan, bedel ödeyen, kendi destanını kendisi yazan bir halk; “savaşan özgürleşir, özgürleşen güzelleşir” yaklaşımını düstur edinmişken; birgün ansızın, savaşmakta olduğu güçlerle uzlaşmaya, onları keşfetmeye, onlara benze–meye çağrılırsa; dün, güzelleşme sebebi sayılan şey, bugün kirlilik sebebi sayılırsa; halktan, başka bir konjonktürde “aşağılanma” sayılabilecek bir adımı, bir lütuf olarak görmesi istenirse; o halkın, yolunu şaşırması mümkündür ve sapla saman tabii ki karışır.
Mücadele etmek yerine, karşıtlarına “mantıklı” öneriler getirerek, sınıfsal ve de ulusal sorunun aşabileceğine inanan Öcalan, salt İmralı sürecinde bile, o kadar çok öneri getirdi ki; bu, bir noktadan sonra sadece etkileyicilik potansiyelini değil, duruştaki ciddiyeti de aşındırmıştır. Bu duruşun aldığı son biçim, okları sisteme değil, sola (Marksizm’e) yöneltmek olmuştur. Yıllarca, gerek rejim gerekse kişilik çözümlemelerinde, adeta her türlü kötülüğün kaynağı olarak gördüğü Kemalizm’i, bu kez olumluluklarıyla keşfeden Öcalan, Feminizm’i dahi, “yetersiz de olsa, kadınlık gerçeğini son çeyrek yüzyılda oldukça görünür kılmıştır” ifadesiyle onurlandırırken; peygamberlerden mitolojik kahramanlara kadar pek çok kişi ve olguya, özel bir önem atfederken; sıra Marksizm’e gelince, elinin (ve de dilinin) tersini kullanmıştır. Solun değil, sağın demokrasiyi tartıştığını söyleyen Öcalan, kapitalist sistemin; sosyal demokrat, reel sosyalist ve ulusal kurtuluş adlı üç mezhebe dayanmamış olması halinde bugün çökmüş olacağını iddia eder. Sosyal demokrasiyle işimiz yok. Ulusal kurtuluşçuluğun günahını da ona bırakıyoruz. Reel sosyalizme gelince; bu, sınıflı toplum tarihi karşısında kısacık bir süredir; bir kurtuluş denemesidir; yegane örnek değildir; ama, bu konuda samimi olanlar için oldukça öğreticidir. Öcalan’ın gerek söz konusu deneyime, gerekse Marksizm’in kendisine yaptığı yakıştırmalar, bu alana, ne yazık ki “küreselleşme teorileri” diyebileceğimiz kaynaklar kadar önem vermediğini, araştırmadığını veya en azından vakıf olamadığını gösteriyor.
Türkiye toplumunda okuma oranının düşüklüğü; düşünen, soru soran kesimin azlığı, genellikle kulaktan dolma bilgilerle yetinen küçük burjuva kesimin yoğunluğu sebebiyle; değişik, çarpıcı konulardan söz eden kişi veya eserler rağbet görmekte, ilgi çekmektedir. Örneğin kadından, çevreden söz etmek; ilgi çekmek için en kestirme yoldur. Öcalan “En büyük yurtseverlik ağaçlandırma ve ormanlaştırmadan geçer” diyor. İlkokulda dahi herkese ağaç sevgisi aşılanır, ormanın önemi anlatılır. Aklı başında hiçbir insan bunun önemini yadsıyamaz. Ne var ki, rejim/sistem tanındıkça; ağaç, orman gibi olguların öneminin altının çizilmesinin tek başına bir şey ifade etmediği görülür. Örneğin TEMA Vakfı, sık sık ağacın önemine, erozyon tehlikesine, vs. dikkat çeker. Bu, görünüşte güzeldir; ama, kuruluşunda rol alan sermaye çevrelerinin kirli iliş-kileri bilinince, bu güzellik kaybolur; yerini çirkinlik alır. Aynı şekilde, bir taraftan ağaç, orman edebiyatı yapıp diğer taraftan ormanları tekellere peşkeş çeken güçler, doğanın gelişiminden yana değil, yıkımından yana rol almaktadır. Bu bağlamda devrimciler, sisteme karşı durulmadan salt çevreci olunamayacağını; olunması halinde bunun yeterli/sağlıklı sonuç vermeyeceğini saptamış ve kadın sorunu gibi çevre sorununu da sistemle ilişkilendirmiştir.
Mevcut fikri karmaşanın sorumluluğu; okuduğu kitaplarda dikkatini çeken olguları kamuoyuyla paylaşan Öcalan’ın mı yoksa, bu fikirlere abartılı anlamlar yükleyerek yayınlayan Gündem Gazetesi’nin mi gibi bir ikileme girmeyeceğiz. Ama, DANIEL GOLEMAN’ın Duygusal Zeka kitabını okuduğu ve savunmasında, orada geçen kimi ifadeleri aktardığı görülen Öcalan’ın bu konuda yazdıklarını yayınlarken, “zeka türleri” diye başlık atmak ve sanki Öcalan, zeka türleri üzerine yeni üretimlerde bulunmuş izlenimi vermek; söz konusu gazetenin algı seviyesi ve fikri duruşu adına üzüntü vericidir.
Öcalan, savunmalarından en çok AKP’nin yararlandığını; ama tüm çabalarına karşın benzer yararlanmayı sol güçlere yaptıramamış olmasının bir kayıp olduğunu söylüyor. AKP’nin nereden yararlandığını, fikir babalarının kim olduğunu, Washington’a, Avrupa’ya yaptıkları ziyaretlerden biliyoruz. Ve zaten bu nedenledir ki bugün, Kürt halkı tarihi boyunca ender rastlanmış boyutlarda bir yokluk ve tutsaklıkla karşı karşıyadır. Bu noktada AKP Öcalan’dan nasıl yararlanmıştır? Eğer Kürt halkının nasıl esaret altına alınacağının ipuçlarını almışsa; bu, övünülecek bir şey değildir. Bunun dışında nasıl yararlanmış olabilir; açıkçası biz bir ipucu dahi göremiyoruz. Sola gelince; bir dönem (ve hala) yararlananlar olmuştur. Biz, asıl bunun sorun teşkil ettiğini ve “yan etkileri”nin yıllarca süreceğini düşünüyoruz.
Sol adına, devrimcilik adına hareket edenler, bir yazılı ürüne gerçeklikle ve dolayısıyla bilimsel yaklaşımla bağı oranında önem verir. Bu genel kabulün dışına çıkıp, “değişik”, “ilginç” geldiği için veya salt Apo yazdığı için fikri ürünlere önem atfedelir hale gelindiğinde, bunun mücadele alanına izdüşürülmüş zararlarını/kayıplarını saptamak bile zordur.
Sayı 14 (Ağustos – Ekim 2004)